- 22.01.2021 00:00
Bu yazı aslında 2018’de yazılmıştı; ama, özellikle son Amerikan Seçimlerinin de etkisiyle konu aktüel hale geldiği için, bazı ilavelerle onu yeniden yayınlıyorum...
Arabaya bindiniz ve kontak anahtarını çevirerek arabayı çalıştırdınız, sonra da vitese takıp gaz veriyorsunuz, ne olur, araba öne doğru ivmelenerek harekete geçer!.. Bu ara başka ne olur peki?..
Bunun da cevabını herkes biliyor aslında!.. Araba öne doğru ivmelenince, şekilde G ile gösterilen başka bir “kuvvetin” sizi geriye doğru “ittiğini” hissedersiniz ve bu “kuvvetin” etkisiyle geriye-koltuğa doğru kaykılırsınız! Sonra tabi, araba belirli bir hıza ulaşınca bir de bakarsınız ki sizi geriye doğru “iten” o G “kuvveti” de kaybolmuş!.. Aynı durum her vites değiştirmede, arabanın öne doğru her ivmelenmesinde tekrarlanacaktır; ta ki araba istenilen sabit bir hıza ulaşana kadar. O hıza ulaşınca ortada artık ne sizi geriye doğru iten bir G “kuvveti” kalır, ne de öne doğru ivmelendirici bir K kuvveti!.. Bu durumda yer küreyle olan sürtünmeden ve hava direncinden dolayı araba enerji kaybedeceği için, bunu önlemek, kaybedilen enerjiyi takviye etmek amacıyla sizin bir miktar gaz vermeniz yeterli olacaktır, o kadar...
Bir nokta daha var, hemen onun da altını çizerek yolumuza öyle devam edelim... Birden önünüze bir engel çıkıyor ve siz aniden fren yapmak zorunda kalıyorsunuz!.. Özünde gene aynı şey!.. Bir -K kuvvetinin etkisiyle araba yavaşlarken, siz de kendinizi birden tekrar ortaya çıkan o G “kuvvetiyle” (ama bu kez ilk hareket yönünde) öne doğru itiliyor hissedersiniz!..
Sanıyorum, gaz verdiğiniz zaman arabayı ileriye doğru ivmelendirerek çeken o K kuvvetinin ne olduğunu, bunun nasıl ortaya çıktığını açıklamaya gerek yok... Peki o, ivmelenme ve fren yaparak durma anında geriye ve ileriye doğru ortaya çıkan G “kuvveti” ne oluyor, bu nedir?..
Fizikte buna “ATALET KUVVETİ” deniyor!.. Ama aslında bu durumda öyle ortada K kuvvetinde olduğu gibi “kuvvet” diyebileceğimiz bir kuvvet falan söz konusu değildir! Bu yüzden de zaten ona “kuvvet olmayan kuvvet” anlamında “atalet kuvveti” deniyor!..
Şimdi, yukardaki şekilde, küreselleşme sürecinde yaşadığımız gerçeğini unutmadan, arabanın yerine gelişmiş kapitalist ülkeleri (örneğin Amerika’yı), arabayı kullanan insanın yerine de buradaki geleneksel ulus devlet insiyatifini ve bunun kitleler içindeki uzantılarını-köklerini koyarak küreselleşme süreciyle birlikte arabanın küresel düzeyde öne doğru ivmelenmesine paralel olarak bu ülkelerde ne olup bittiğini anlamaya çalışalım!..
Eskiden, yani 21. Yüzyıl öncesinde -“21. Yüzyıla özgü küreselleşme süreci” öncesinde- durum açıktı![1] Bu durumda, ulus devletin kanatları altında gelişip büyüyen sermaye ile ulus devlet arasında hiçbir çelişki yoktu. Tam tersine, sermaye ancak kendi ulus devletinin koruyucu kanatları altında dünya pazarlarına açılarak ulus devletin silahlı gücüyle yarattığı nüfuz bölgelerini pazar olarak kullanabiliyordu. Bu dönemde yaşanılan bütün o savaşların, dünya savaşlarının falan nedeni de zaten kapitalist ülkelerin kendi aralarında dünya pazarlarını yeniden paylaşmaları kavgasından başka bir şey değildi!..
Ancak, ne zaman ki “soğuk savaş” sona erdi, “kapitalist ve sosyalist” olarak ikiye bölünmüş dünya yerini tek bir sisteme bıraktı, “küreselleşme süreci” adını verdiğimiz 21. Yüzyıla özgü yeni bir süreç ortaya çıktı, bu durumda artık işlerin değiştiğini görüyoruz!..
İçine girilen bu yeni süreçte, artık dünya pazarlarına açılmak için sermayenin ulus devletin koruyucu kanatlarına ihtiyacı kalmıyordu; tam tersine, ulus devletin sınırları ve koruyucu kanatları küresel bir oyuncu haline gelen sermaye için engel haline dönüşmeye başlamıştı!.. Tıpkı o ipek böceği kurtçuğu gibi kendi ördüğü kozasının içinde kanatlanıp kelebek haline gelen sermaye, artık “küresel bir oyuncu” haline dönüşerek, ulus devlet kabuklarını sırtından atmaya, dünyanın dört bir yanına uçup giderek, neresi kendisi için kârlı ise oraya konup, orada üretim faaliyetini sürdürmeye başlamıştı... Daha başka bir deyişle, dünya pazarlarında daha çok yer tutulabilmek için sermayenin artık arkasında ulus devlet desteğine, onun silahlı gücüne ihtiyacı yoktu! Önemli olan, bir malı rakiplerinden daha hızlı bir şekilde, daha iyi kalitede ve daha ucuza üretebilmekti. Ki, bunun da yolu, yeni bilgilere sahip olmaktan, bunları teknolojiye uygulayabilmekten geçiyordu... Yani, dünyanın herhangi bir köşesinde örneğin televizyon alacak olan bir müşteri artık bunu üreten firmanın ulusuna, dinine, ideolojisine vb. bakmıyor, onun kalitesine, en son teknolojiye sahip olup olmadığına ve de tabi fiyatına bakarak karar veriyordu. Ve kimse de onu bu konuda engelleyemiyordu!..
İşte, 21. Yüzyılın -ona damgasını vuran “küreselleşme sürecinin”- en önemli gerçeği budur... Bu temel olguyu kavramadan içinde yaşadığımız süreçte başka hiçbir şeyi kavramak mümkün değildir!..
Şimdi tekrar başa dönelim:
Soğuk Savaş sona erip de dünya pazarlarının ikiye bölünmesi olayı sona erince, gelişmiş kapitalist ülkeler -buralardaki ulus devlet güçleri- buna çok sevindiler. Bunu kapitalizmin -kapitalist ülkelerin- küresel zaferi olarak selamladılar!.. Öyle ki, zafer sarhoşluğu içinde, yeni açılan bu sürecin ilerde ne türden gelişmelere yol açabileceğini hiç düşünmeden bütün güçleriyle bunu desteklediler. Onlar halâ, 20.Yüzyıl’da olduğu gibi, sermaye ve ulus devleti tek bir bütün sayıyorlardı!.. Bu inançla sandılar ki, “oh ne güzel, sermaye ihracının önündeki bütün engeller kalktı” artık! Ve, 20. Yüzyıl kalıntısı “emperyalizm” anlayışlarıyla zafer çığlıkları atmaya başladılar!..
Ancak, gelişmiş ülkelerin ulus devletleri ve varoluş koşullarını 20. Yüzyıl kalıntısı bu eski zemin üzerinde üretebilen unsurlar bir süre sonra farkına vardılar ki, işler hiç de öyle düşündükleri gibi gitmiyordu!.. Birden, “küreselleşme süreci” denilen ve dünya pazarlarını tekleştiren bu yeni sürecin, -o sermaye için ideal koşulları sağlasa da- kendi aleyhlerine çalışmaya başladığını hissettiler!.. Çünkü, “gelişmekte olan ülkelerde” üretim maliyetlerinin daha az olduğunu gören sermaye, buralarda yapılan yatırımın daha karlı hale geldiğini farkedince -üstelik bu şekilde pazarı genişleterek yeni pazarlara sahip olmanın da mümkün hale geldiğini görerek- artık eski anavatanlarında ya hiç, ya da çok az yatırım yapmaya başlamıştı!..
Sonuç mu?..
Çin’di, Hindistan’dı, Brezilya’ydı, Türkiye’ydi falan derken üretici güçler buralarda geliştikçe gelişmiş ülke ulus devletlerinin ve bu yeni sürece ayak uyduramayarak kaderleri bunlarla bütünleştirmiş olan insanların hayal kırıklığı artmaya başladı, öyle ki, bu insanlar eski güzel günlerin geride kalmaya başladığını gördükçe korkuya kapılarak gittikçe hırçınlaştılar!..
Burada altını çizmemiz gereken noktanın, korkuya kapılarak hırçınlaşan ve adına “küreselleşme” denilen bu yeni sürece karşı nefret duyguları beslemeye başlayanların sadece gelişmiş ülke ulus devlet yöneticilerinden ve varoluş koşulları 20. Yüzyıl anlayışlarıyla sınırlı olan -petro kimya, silah sanayii vb. - eski tipten sermaye çevrelerinden ibaret olmadığıdır!.. Yatırımların neredeyse durma noktasına gelmesi, işçilerin yerini robotların almasıyla işsizliğin artması, yaşam koşullarını 21. Yüzyıl Bilgi toplumu dinamikleriyle yeniden üretemeyen insanları da etkiliyor, onları da “yarın” korkusuyla yeni arayışlar içine sokuyordu...
İşte, “yeniden büyük Amerika” sloganının büyüsüne kapılarak kitleleri Trump’un arkasında toplayan sürecin özü budur... (İngiltere’nin “Brexit” refleksinin, Fransa’nın, 20. Yüzyıl kalıntısı ulus devletçi girişimlerden medet ummasının ve diğer gelişmiş Avrupa ülkelerinde yükselen “yeni sağ” hareketlerin altında yatan neden budur!..)
Peki, suyun akışını geriye döndürmek mümkün müdür? “Küreselleşme süreci” denilen olay, öyle bazılarının isteyip istememesine bağlı olan sübjektif bir süreç midir?.. Hayır, değildir tabi!.. Bu konuyu başka çalışmalarda daha önce çok ele aldık. Bu nedenle bu yazı çerçevesinde olayın bu boyutuna tekrar girmek istemiyorum... Burada, büyük tablonun tamamlanması açısından, kısaca da olsa, altını çizmek istediğim başka bir konu daha var!..
Tamam, “küreselleşme süreciyle” birlikte gelişmiş ülkelerde olup bitenler bunlar... Peki ya bu arada, madalyonun “gelişmekte olan ülkeler” adı verilen öteki yüzünde neler oluyordu?..
Bu konuyu da gene daha önce birçok kez ele aldık. Ancak, araba metaforundan yola çıkarak (diğer gelişmekte olan ülkeleri bir yana bırakıp) bir süredir Türkiye’de yaşanılan sürece yoğunlaşalım:
Ne zamanki gelişmiş ülke ulus devletleri sürecin kendi aleyhlerine dönmeye başladığını farkederek gelişmekte olan ülkelere doğru kaçıp giden sermayeyi tekrar eski anavatanlarına döndürmek için frene basmaya başladılar, o andan itibaren, tıpkı araba fren yapınca öne doğru kaykılan o insan gibi, bizdeki yöneticiler ve onların izinden giden insanlar da bilinç dışı bir şekilde atalet refleksiyle 20. Yüzyılı geri getirmeye çalışan gelişmiş ülke ulus devletleriyle aynı zemine inip, onların frene basma hareketine karşı bilinç dışı bir refleksle onlara bu alanda karşı koyma yoluna girdiler...
İşte olay budur. Dikkat ederseniz başlangıçta buralarda -Türkiye’de- K kuvveti sistemi ileriye doğru iten-çeken bir kuvvet iken,[2] daha sonra gelişmiş ülkelerin frene basmasıyla birlikte ileri doğru olan o K kuvvetinin yerini yavaş yavaş negatif bir -K kuvvetinin almaya başladığını görürüz... Buna bağlı olarak da bilinç dışı bir refleksle -atalet kuvvetiyle- gene ulus devletçi bir G kuvveti ortaya çıkar...
Peki neden yanlış oluyor bu refleks? Gelişmekte olan bir ülkenin -örneğin Türkiye’nin- ulus devletçi reaksiyonları neden yanlış oluyor?..
Yanlıştır, çünkü daha önce -küreselleşme sürecinin o ilk döneminde- arabayı ileri doğru iten dış dinamik sadece gelişmiş ülkelerin desteği olmayıp, bu işin arkasında yatan küresel sermaye insiyatifi idi. Bu nedenle, gelişmiş ülke ulus devletleri frene basınca yapılacak iş, onlarla küresel sermaye arasındaki çelişkiyi göz önüne alarak provokasyona gelmemek, tam tersine -küresel sermaye düşmanlığı yapmak yerine- küresel sermaye ile ilişkileri daha da geliştirerek gelişmiş ülke ulus devlet gericiliğine karşı onlarla aynı kulvara inmeden kendi yolunda ilerleyerek karşı koyabilmekti...
İşte, başlangıçta esen küresel rüzgarları da arkasına alarak ilerleyen Türkiye’nin, daha sonra gelişmiş ülke ulus devletleri frene basınca onlarla aynı kulvara inerek onlara orada cevap vermeye kalkmasının ardında yatan yanlış budur... Bu kadar basit her şey!.. “Yerli-milli” olacağım derken işin küresel boyutunu gözden kaçırdığın an, seni böyle kendi alanlarına -20. Yüzyıl kulvarlarına- çekiverirler işte!.. İleri giderken geriye doğru kulaç atmanın diyalektiği bundan ibarettir!..
Sonra da siz tutar, “reformlar yaparak” kaçıp giden küresel sermayeyi tekrar ülkeye getirmek için uğraşır durursunuz!! Önce zihniyetin değişmesi, olayın duygusal reaksiyonlar düzeyinden bilişsel düzeye çıkarak kavranılabilmesi gerekir...
Son bir nokta daha!
Sizce, şu anki duruma göre, Amerika’da seçimlerin bir kazananı mı, yoksa bir kaybedeni mi vardır? Bence kaybedeni!.. Amerikan halkı Trump gibi 20. Yüzyıl kalıntısı bir dinazoru sırtından atmıştır o kadar!.. Demokratların ve Biden’in sürecin “kazananı” haline gelebilmesi için -ve Trump gibi dinazorların tekrar hortlamasına olanak vermemek için- acil olarak hemen Trump’a oy veren o kitleleri de kucaklayacak, 21. Yüzyıl süreçlerine uygun bir SOSYAL DEVLET programı geliştirip, hiç vakit kaybetmeden bunu açıklaması gerekir... Biden’in en son imzaladığı bazı kararnameler, özellikle de iklim değişikliğine ilişkin Paris Sözleşmesi’ne tekrar geri dönme kararnamesi falan bu yönde atılan çok önemli bir adımdır, ama yetmez!.. İnsanların, süreç içinde, işsiz güçsüz aç kalacağız korkusundan kurtulmaları lazım... İşsiz mi kaldın, önce işsizlik parası alacaksın, hala iş bulamadın mı o zaman bulana kadar asgari geçim endeksine uygun bir sosyal yardım paketi var önünde... Yani sana denecek ki, bak ya yeni sürece uygun olarak kendini yenile, yeni bilgiler üreterek kendine yeni süreç içinde bir yer bul -tabi bunun olanaklarını da sağlayarak- ya da şu anki durumunu devam ettirerek bu halinle kalırsın... Amerika’da bunların hiç biri yok... Eğer bu adımlar atılmazsa yarın Trump veya başka bir dinazor yeni bir parti kurar ve bu sefer daha büyük sorunlara yol açar...
SONUÇ: 21. Yüzyıl süreçlerinde yol alırken, içinde siyasetin de yeniden üretildiği bütün üst yapının buna uygun hale getirilmesi gerekiyor...
[1] „21. Yüzyıl’a özgü küreselleşme süreci“ derken daha önce bu yönde hiç bir gelişmenin olmadığını söylemek istemiyoruz!.. Amacımız, “21. Yüzyıl’a ilişkin küreselleşme” sürecinin kendine özgü, ayırdedici özelliklerinin altını çizmektir!..
[2]Ak Parti’nin o ilk döneminde -2013’e kadar olan dönemde- ülkeye milyarlarca dolar-euro küresel sermaye girmesi, bunların Türkiye’de yatırıma başlamaları bir tesadüf müdür? Ve de tabi sonra, bizim yöneticilerin gelişmiş ülkelerin ulus devlet provokasyonlarına onlarla aynı zemine inerek -ulus devletçi reaksiyonlar geiştirerek- onlara bu alanda karşı koymaya çalışmaları, bütün yatırımların bu politika ve kulvar değişiminden sonra bıçak gibi kesilmesi bir tesadüf müdür?..
Yorum Yap