Nereden başlamiştik nerelere gitti işin ucu!...

  • 15.03.2016 00:00

 Benim bütün çalışmalarımı topladığım bir sitem var http://aktolga.de/ .  Bugün 12 Mart ya bu sitedeki çalışmaların nasıl ortaya çıktığını,  nasıl yola çıkıldığını,  nereden başladığımı düşünürken  elim ister istemez oraya gitti!…

Aslında epeydir daha önce yayınladığım bir çalışmamı genişleterek yeniden yayına hazırlamayla uğraşıyordum   http://www.aktolga.de/m37.pdf . Bu nedenle bugünün 12 Mart olduğunu bile unutmuşum. Dün o çalışma bitti ve oradan bir bölümü yayınlamaya karar vermiştim. Sonra, sürecin bu noktaya nasıl geldiğinin de altını çizmenin doğru olacağını düşünerek sitenin önsözünü de yeniden yayınlamaya karar verdim…http://www.aktolga.de/pref_turk.html

Evet, sitenin önsözünden devam ediyorum:

„Normal koşullarda akademik bir ürün olması gerekirdi böyle bir çalışmanın. Ama çıta o kadar yüksek, bu sonuçlara ulaşabilmek için ödenen bedel o kadar fazla ki, hiç kimse göze alamazdı bunu! Ben dahil! Sorunu hayatın kendisi çözdü. Kendine özgü acımasız yöntemleriyle tabi! Hiçbir şeyden haberim yokken, aldı beni pat diye problemin içine koydu, onunla bütünleştirdi. "Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin" diye!

Kognitif bir süreçte (bilgi üretim süreci), örneğin akademik bir çalışmada, ulaşılacak hedefi kendin seçersin önceden, bilinçli olarak. Başlangıç noktan da bellidir. Geriye, "plan yapıp problem çözerek" ilerlemek kalıyor. Ama benim için böyle olmadı! Ben farkına vardığımda, yani birtakım sorular sormaya başlayıp da bu çalışma için kolları sıvadığımda, iş işten geçmişti! Hayatın önüme koyduğu bu "doktora tezini" reddetme olanağım yoktu artık! Geri dönüşü olmayan bir süreçte, dipsiz bir kuyunun içinde, elimde bir toplu iğne, bununla kazarak yol açmaya çalışıyordum! Hem de muazzam bir enerjiyle, dur durak bilmeden! Bu çalışma, otuzyılı aşkın bir süre önce böyle başladı Selimiye Cezaevi'nin kalın duvarları arasında.

İşte, motivasyon denilen olayın özü budur. Eğer ulaşmak istediğiniz hedefle yaşamınız bütünleşiyorsa, o zaman ortaya muazzam bir enerji çıkıyor. Hayatta kalabilme mücadelesinde, var olup olmama noktasında bulunan bir canlının motivasyonunu ve nelere kadir olabileceğini kavrayabilmek için bundan daha güzel bir örnek olamaz!

Neden mi bu kadar uzun sürdü? Her çocuğun ana karnında geçirmesi gereken bir süre var. Yeni, yani çocuk, öyle ilk oluştuğu andan itibaren hemen ortaya çıkamıyor. Bu çalışma da aynen böyle gerçekleşti. Otuz yılı aşan bir gebelik süreci gerekti yani! İlerde belki işin hikayesine de gireriz.

Nereden başlamıştık

Evet, nereden çıkmıştık yola? Dünyayı ve Türkiye'yi kurtarmak için, işçi sınıfını koordinat sistemimizin merkezi olarak alıp, herşeyi ona göre açıklayarak başlamamışmıydık yolculuğa? Aynen öyle! Üretici güçlerin gelişme seviyesine uygun yeni bir üretim ilişkileri sistemini kurarak, insanlığı sömürüden, baskıdan kurtaracak olan sınıf o değilmiydi! Evet! Dünyanın başka ülkelerinde de bu böyle olmamışmıydı! 1917 ile açılan süreç, insanlığın kurtuluşu süreci değilmiydi! Referans noktalarımız bunlardı! Sınıf mücadelesi veriyorduk biz! Kapitalizme karşıydık! Karşımızdaki düşman, baskının, sömürünün, toplumdaki bütün kötü-lüklerin nedeni olan burjuvaziydi! Hiç bir uzlaşmaya, ara yola da yanaşmıyorduk! Her türlü cuntaya karşıydık. Sol cunta heveslilerinin bile baş belası haline gelmiştik! İşçi sınıfı hareketi diyorduk! Bağımsız örgütlenme diyorduk! Bu düşüncelerle yola çıkmıştık bir avuç genç insan. Sonra? Sonra bazıları 8-9 Mart'ta "sol cunta" beklerken, 12 Mart'ta (1971) "sağ cunta" geldi! Kimimiz öldük, geri kalanlarımız da hapisaneleri doldurduk!

Hesaplaşma

Ve yeni bir süreç başlamıştı. Bir tür hesaplaşma! Ortada açıklanması gereken bir çok soru duruyordu. Çatışmayı en üst düzeyde yaşayanlardan biri olduğum için, bazı şeyleri apaçık görebiliyordum. Birkere, şöyle bir paradoksla karşı karşıyaydık. Türkiye'de devletin, "hakim sınıfın, burjuvazinin örgütü, baskı aracı olduğunu" söylüyorduk. Okuduğumuz bütün kitap-lardan da bu sonuçlar çıkıyordu. Bir de baktık, Türkiye'de, burjuvazi falan takmayan, apayrı bir devlet var! Biz, "işçi sınıfı adına, 'burjuva devlete karşı mücadele ediyoruz" derken, devlet de burjuvaziye karşı mücadele halinde! Bir anda, kendimizi onunla yanyana bulmuştuk! Çık işin içinden çıkabilirsen! Dünyada başka hiçbir yerde raslanmayan orijinal bir durum!

Ve 1973 Mart'ı

1973 Mart'ında, General Gürler'in cumhurbaşkanı olması için devlet sınıfının parlamentoya baskı yaptığı günler, hayatta kendimi en yalnız hissettiğim günler olmuştur! Ama, Selimiye Cezaevi'nin kalın duvarları arasında olduğum için duyulan bir yalnızlık duygusu değildi bu! Hapisanede beraber olduğumuz bütün "yol arkadaşlarımız", "solcular", "Bir yanda 27 Mayıs geleneğinin temsilcisi Gürler, öte yanda da gerici faşist Demirel, biz elbette ki Gürler'den yanayız" diyerek yerlerini belli etmişlerdi. Evet, bir yanda, parlamentoyu açık tutmaya çalışan, demokrasiyi savunan, o beğenmediğimiz Demirel 1ve burjuvazi vardı, öte yanda da devlet sınıfı ve onunla birlikte hareket eden "sağcılar", "solcular", "asker sivil aydın zümre"! Üstelik, o en çok karşı olduğumuzu söylediğimiz "Amerikan emperyalizmi de" bu tarafta, bu ittifakın içinde yer alıyordu...! Müthiş bir şeydi bu! Hiç bir kitaba sığmayan bir çelişki vardı önümüzde! "Sınıf mücadelesi veriyoruz", "bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi veriyoruz" derken, aslında devlet sınıfıyla kucak kucağa olan "solcular", ve de, "sola karşı mücadele ediyoruz" diyerek var olan, ama aslında gene bu devlet sınıfının uzantısı olan "sağcılar"! Bu arada da, birsürü genç insan ölüp gidiyordu hergün...! Sap gibi kala kalmıştık ortada! Öyle bir dipsiz kuyu ki, gırtlağına kadar girmişsin içine!

Nasıl bir Türkiye'ydi bu

Nasıl bir Türkiye'ydi bu böyle? Nasıl bir sistemdi bu? Neyin nesiydi bu "devlet"! Biz paraşütle mi inmiştik bu ülkeye yukardan! Neden tanımıyorduk hiç kendi tarihimizi, toplumumuzu? Elimizdeki teorik silahlar bu gerçeği açıklamaya yetmiyordu, o halde ne yapmak lazımdı? Nereden başlamalıydık? 

Karşımızdaki tablo şuydu: Osmanlı'dan devralınan devlet yapısı aynen duruyordu Türkiye'de. En büyük ekonomik güç oydu. Ekonominin ve toprakların büyük çoğunluğu ona aitti. Ve bu muazzam ekonomik gücü elinde tutan, onu yöneten bir "devlet sınıfı" vardı! Bizim savaş ilan ettiğimiz zavallı burjuvazi de, ya ona tutunarak ayakta kalabiliyor, ya da ona karşı savaşıyordu! Bırakınız "burjuva devleti" olmayı bir yana, bu devletin kendine bağlı burjuvaları bile vardı! Özellikle, 1960 darbesinden sonra akıllanan devlet ve devlet sınıfı, burjuvazinin içinden bir kesimi, devlet imkanlarıyla geliştirerek, kendisine bağımlı hale getirmişti. Yani bu devletin, sadece "sağcıları" ve "solcuları" değil, özel yetiştirilmiş bir "devletçi burjuvaları" bile vardı! Gel de çık işin içinden!

Ya işçiler - köylüler

İşçiler mi? İşçilerin çoğu zaten devlete ait fabrikalarda çalışıyordu, yani devlete bağlıydılar! Bir kişinin yapacağı işi, torpille işe alınan, bazen 10 kişiye yaptırıyorlardı, yani işçi sınıfının büyük çoğunluğunu satın almıştı devlet! Bu devletçi düzenin değişmesi onların işine gelirmiydi!

Ama bizler o zaman bütün bunları anlayamazdık ki! Çünkü, "solcu" olmak, zaten "devletçi" olmaktı özünde! Üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı değilmiydik biz? Bütün "sosyalist ülkelerde"de devlet mülkiyeti esas değilmiydi? Ne güzel işte! Bırakınız devletçiliğe karşı olmayı biryana, tam tersine, bu "solcu" anlayış yüzünden, "devlet sınıfını" bile kendimize, "sola" daha yakın görmüyormuyduk!

Köylüler? Onlar zaten devlete bağlıydılar! Tarım ürünlerinin alıcısı, taban fiyatlarının belirleyicisi hep devlet değilmiydi...!

Türkiye bir başkaydı

Açıklayın bakalım bütün bunları o sihirli formüllerle! Mümkün değil! Batıda, feodaller ve köylülerden oluşan feodal sistemin içinde gelişen kapitalist sistem, bizde, devlet sınıfı ve ona bağlı unsurlardan oluşan eski sistemin içinde gelişmeye çalışıyordu. Yani, bir yanda devlet sınıfı ve ona bağlı unsurlar, diğer yanda da, modern sivil toplum (kapitalist toplum) ve onun güçleri vardı. Bizde iki çeşit işçi, iki çeşit köylü, kısacası iki çeşit "Türk insanı" vardı! Çıkarları devlete bağlı olanlar ve sivil topluma bağlı olanlar. Her sınıfın, her toplumsal kesimin iki çeşidi vardı bizde! Yani Türkiye'de iki Türkiye vardı!

Tabi bu, siyasete de aynen yansıyordu. Öyle batıdaki gibi "sağ", "sol" partiler, bizde tek başına bir anlam ifade etmiyordu! "Sağcının" olduğu gibi, "solcunun" da devletçisi vardı bizde! Demokratın bile iki çeşidi vardı! "Devletçi demokrat" ve demokrat!

Siyasi partilerin, ve bu partilerden seçilipte Ankara'ya gelenlerin "temsilci" olma sıfatları buraya kadardı! Bundan sonrası, devlet malını nasıl paylaşacağız kavgasına dönüşüyordu! Ama işin ilginç tarafı, devletin de bu işe göz yummasıydı! Hatta bu kavgayı teşvik etmesiydi! Bu şekilde, yağmaya ortak ederek kendisine bağlamış oluyordu onları da! Halkın iradesini saptırmanın, satın almanın orijinal bir yoluydu bu! "Devlet malı deniz, yemeyen domuz!" Yemeye mecburdun! Ancak domuzlar, "devlet düşmanları" hayır diyebilirdi böyle bir yağmaya! İşte Türkiye'nin kahredici diyalektiği buydu! Çark böyle dönüyordu!

Ve düğüm çözülmeye başlıyor

Bu düğüm 1973 Mart'ında çözülmüştü kafamda. Sağı solu falan hepsi hikayeydi Türkiye'de! Türkiye'de sorun, "modern sivil toplumdan mı yanasın, yoksa, eski devletçi yapının, sistemin devamını mı istiyorsun" sorunuydu! Önce bunun çözülmesi gerekiyordu. Burjuvasıyla, modern işçi sınıfıyla, sivil toplumun bütün diğer güçleriyle birlikte, eski yapıya karşı birleşmek gerekiyordu. Ancak bu geçiş sağlandıktan, sivil toplum zeminine varıldıktan sonradır ki, herkes kendi yolunda gidebilirdi.

Kuyunun dibinden avazın çıktığı kadar bağırsan kim duyar! Zaten duymak isteyen de yoktu ki o zaman! Ama biz gene de, herşeyi göze alıp bağırdık! Cuntaya karşı, burjuva parlamenter sistemin yanında yer aldık. Aman Allahım, senmisin bunu yapan! Aforoz ettiler bizi! Hainliğimiz mi kalmadı, dönekliğimiz mi! Açtılar ağızlarını, yumdular gözlerini! Biz görevimizi yapmıştık. Mesaj gitmişti gideceği yerlere. Rasgele insanlar değildik. Bir ağırlığı vardı o zaman söyleyeceklerimizin. Ve ben inanıyorum ki, 12 Mart'ın yenilgiye uğratılmasında, bunun da mutlaka bir katkısı olmuştur!

Yolculuk başlıyor!

Bütün bunlar, bizim yaşadıklarımız, bir roman olurdu aslında! Ama benim hikaye anlatmaya vaktim yoktu hiç! Bu çelişki çözülmeliydi. Hem de, ucu nereye kadar giderse gitsin! Bütün o provokasyonları duymazdan gelerek çalışmaya başladım. Ama nasıl, cezaevinde günde 15 dakika havalandırmaya çıkma hakkımız varken, ben buna bile vakit bulamazdım. Şimdi düşünüyorum da, müthiş bir konsantrasyondu o. Sanki bir atom reaktörü çalışıyordu içimde!

Ve kitaplar, kitaplar... Rahmetli anacığımın kolları kopardı hapishaneye kitap taşımaktan. O Sahaflar Çarşısı'nı Selimiye'ye taşırken, bir gün bile olsun yoruldum demedi. 71'in parasıyla ellibin lira emekli ikramiyesini benim için kitaplara harcadı. Dünyanın her yerinden kitaplar getirtti bana. Bir tek o vardı yanımda, o anlıyordu beni. Ve o kahraman kadın, Selimiye'de, ikinci sefer doğurdu beni! Kahraman diyorum, çünkü, benim yüzümden en yakınındakiler bile onu terkederken, o, bir an bile duraklamadı. Mamak Cezaevi'nde, "senin oğlun fizik formüllerinden komünizm çıkarıyor" diyen askerler tarafından dövülürken bile ağlamadı, korktu derler diye!

Fiziği, doğa bilimlerini yeniden keşfetmiştim sanki. İslam tarihi, Türkiye tarihi derken, tasavvufla tanıştım... Gizlice içeriye sokulan Marksist klasikleri tekrar tekrar yeniden taradım...

Sorun çok derinlerdeydi

Ama yetmiyordu! İşin özünde bir sakatlık vardı. Mızrak çuvala sığmıyordu! Felsefi olarak gelip bir noktaya dayanıyordu iş. Ve burada tıkanıyordu! Şöyle özetleyelim: "Diyalektik Materyalizm'e" göre, "her şey, kendi zıttını yaratarak onunla birlikte var oluyordu". "Üretici güçler geliştikçe, sistemin içindeki karşıt kutup da gelişecek ve bu gelişmenin belirli bir noktasında, kendi karşıtını ve onun temsil ettiği mevcut sistemi yok ederek, daha ileri, yeni bir sistemi, sosyalist sistemi oluşturacaktı". Üstelik, "sadece toplumsal planda değil, doğada da böyle yürüyordu" işler! "Diyalektik Materyalizm" böyle söylüyordu. "Zıtların birliği ve mücadelesi", "biribirine dönüşümü" anlayışının temeli buydu. "Sistem" anlayışı da bu esasa dayanıyordu. Her biri, özünde mutlak-bizatihi-objektif bir gerçeklik olarak var olan iki zıt kutup (varlık) arasındaki birlik ve çelişkiydi herşeyin özü. Önceden var olan ve mevcut sistemi temsil eden kutup, daha sonra kendi zıttını yaratıyor, sonra da onun tarafından alt ediliyordu. İlerleme, gelişme, evrim, herşey böyle oluyordu. Kendisi de mevcut sistemin içindeki bir gerçeklik olan, yani varlığı mevcut üretim ilişkilerine bağlı olan karşıt kutup, sınıf, kendi varoluşunun nedeni olan sistem içindeki karşıtını (egemen sınıfı) yok ederek, yeni bir sistemi oluşturabiliyor, yani, karşıtını yok ettikten sonra da, o var olmaya devam edebiliyordu. Varoluşun temelinde mutlak, bizatihi var oluş anlayışı, kendinde şey anlayışı (materyalizm) bulunduğundan, bütün bunlar son derece doğaldı.

Ama öte yandan, feodalizmden kapitalizme geçilirken hiçte böyle olmamıştı işler. Orada, sistemin içindeki karşıt kutup olan serflerin, köylülerin ayaklanarak feodalleri ve feodal sistemi yok etmeleri şeklinde olmamıştı bu geçiş. Kent, site adı verilen yerleşim birimlerinde ortaya çıkan burjuvaların konumu bambaşkaydı. Feodalleri ve köylüleriyle, feodal sistem ayrı, burjuva ve işçileriyle, kapitalist sistem ayrıydı. İkincisi, bir sistem olarak birincinin bağrında doğup gelişiyordu. Burjuva devrimini gerçekleştiren güçler, burjuvalar ve işçiler feodal sistemin unsurları değildiler. Onlar, feodalizmin bağrında gelişin başka bir sisteme aittiler.

Süreci şematize ederek feodalleri (A), köylüleri de (B) olarak gösterirsek, (B)'nin (A)'yı yok edip, kendi sistemini kurmasıyla olmuyordu geçiş ve gelişme! Feodalizm, bir (AB) sistemi olarak, kendi içinde, burjuvazi ve işçi sınıfından oluşan (CD) sistemine gebe kalıyor ve geçiş, (AB)'nin yerini (CD)'nin alması şeklinde oluyordu. (A) ve (B), yada (C) ve (D), bunların hiçbirisi, varlığı kendinden menkul, "kendinde şey" olan "mutlak realiteler" değildiler. Varlıkları biribirine bağlı, izafi gerçekliklerdi. Örneğin, burjuvaziyi yok ederek kendisi hala var olmaya devam eden bir işçi sınıfı olamazdı!

Kısacası, ne dünyayı, ne de Türkiye'yi açıklamaya yetmiyordu elimizdeki ideolojik malzeme! Hele doğayı, doğal süreçleri açıklarken tamamen yetersiz kalıyordu. Bir kuvantum fiziğini kavramanız mümkün değildi bu kafa yapısıyla. Doğa bilimlerinin gelişimi bambaşka bir yol izliyordu. Ya ben de, birçoklarının yaptıkları gibi, hep minareyi kılıfında tutmaya devam edecektim, ya da, "ucu nereye giderse gitsin yola devam"! İkisinin arasında başka çözüm yoktu. "Devam", dedim!

Tünelin ucundaki ışık

"Sistem Teorisi", yada "Var Olmanın Genel İzafiyet Teorisi" bu ortamda gelişti, doğdu 1976-77'lerde. Tünelin ucundaki ışık görünmüştü. Ama, henüz o tüneldeydim ben daha! Bir süre daha minareyi kılıfına uydurmaya çalıştım! Beyin hücrelerim hep işçi sınıfını temel alan koordinat sistemine göre şekillenmişti! Bir türlü vazgeçemiyordum onu esas alarak düşünmekten! Herşey, aynen ana karnındaki çocuğun durumuna benziyordu! Çocuk, hem doğmak istiyor, artık mevcut çerçeve ona dar geliyordu, hem de bir türlü anneden vazgeçemiyordu...!

Sonra, cezaevinden çıkış, tekrar tutuklanma durumu ve yurtdışı... Gittim bir fabrikaya girdim ve basit bir işçi olarak çalışmaya başladım. Sekiz yıl sürdü bu. Onunla, işçi sınıfiyla bütünleşme burada gerçekleşti. Artık o benim için kafamdaki bir kurtarıcı, bir ideal değildi. Bizzat onun bir parçası olmuştum. Bu çok önemli. Orda gördüm somut olarak bir çok şeyi. Sınıf gerçekliğini, sistem gerçekliğini. İleri, gelişmiş kapitalist bir ülkede, işçi sınıfının yerine robotların üretim sürecine girişini, işsizliği, gelişmeye-ilerlemeye karşı işçilerin tepkilerini bizzat yaşadım. "Bilgi çağı" denilen şeyin ne olduğunu, elle tutulur bir realite olarak, kendi kızımın gelişiminde gördüm... Ama bütün bunlar, eğer hapishanedeki o birikimin üzerine olmasaydı, gene de zordu herşey.

Bu çalışmanın üç bileşeni var

Bu sürecin ve sonuç olarakta bu çalışmanın üç bileşeni var. Birincisi, sınıf kültürü. Yani burjuva ve işçi sınıfı kültürü. Kapitalist kültür. Ama sınıf kültürünü almak, özümsemek meselenin sadece bir yanı. Eğer diğer iki bileşen de olmasaydı, bu noktalara kadar gelemezdim, bu çalışma ortaya çıkmazdı gene.

İkincisi, doğa bilimleri, ve bilimsel kültür. Doğada nasıl oluyordu bu iş? Var olmak, değişmek, kendi kendini üretmek doğal süreçlerde nasıl gerçekleşiyordu? Eskiden, fizik öğrencisiyken elimin tersiyle ittiğim şeyleri, artık yutar gibi hatmediyordum! Ama, aynı çelişkiler orada da vardı. Benim sınıf mücadelesinden, siyasetten tanıdığım, aynı felsefi yaklaşımlar, bunlar arasındaki tartışmalar, aynen orada da vardı! Ve şunu gördüm ki, sınıflı toplumda "bilim" diye, öyle "tarafsız", "objektif", "mutlak" birşey yok! Nasıl olabilirdi ki zaten. Bilimadamları da insan değilmiydi, onların dünya görüşleri de toplumsal gerçekliğin içinde oluşmuyormuydu? Hiç farkında olmadan, ailemizden, çevremizden, okuldan aldığımız bilgiler, hayatın içinde oluşan o bakış açılarımız, o felsefi hareket noktalarımız, bütün bunların hepsi de, son tahlilde sınıfsal bir temele dayanmıyormuydu? Koordinat sisteminin merkezini bir yere oturtmak zorundaydın. İnsan toplumsal bir gerçeklikti... Toplum sınıflı toplum olunca da, ister istemez bu sınıfsal bir gerçeklik haline dönüşüyordu. Ve bilgiye, bilime sahip çıkan insan, kendi sınıfsal var oluş gerçekliğiyle bütünleştiriyordu onu.

Ama bitmedi! Sürecin bir üçüncü bileşeni daha var! Tasavvuf! Yani, İslam dinini rönesansa uğratan ilkel komünal toplum bilgini atalarımızın dünya görüşü. İslam kültürüyle yoğrulmuş atalarımızın, dinsel bir terminolojiyle de olsa, gerçekliği kavrayış, onu dile getiriş biçimleri. Eğer onunla tanışmasaydım, gene bir yere varamazdım. Binlerce yıllık Anadolu kültürü o aynı zamanda. Bir yanıyla, ilkel sınıfsız toplum bilimi, bilinci, diğer yanıyla da, bu bilincin Anadolu medeniyetleriyle ilişkilerinin sonucunda, onların etkilerini de içinde taşıyan kültürel bir mirası. O mirasın uçsuz bucaksız deryasına dalamasaydım, gene bir şey çıkmazdı ortaya. "Ol mailer ki, derya içredirler de deryayı bilmezler"in sırrını çözemezdim. Sadece balık tutmayı öğrenmiş olurdum, deryayı farkedemeden! "Bir ben vardır bende, benden içeri"nin anlamını kavrayamazdım. "Gönül bağının, gönül gözünün" sırrına eremezdim. Bu olmadan da, bir atomun içindeki "sanal foton alışverişi" açıklanamazdı! Bir "ihtimaldalgasının" sırrı çözülemezdi! Sıfır noktasının diyalektiğini kavrayamazdım onsuz! Sistem gerçekliğini kavrayamazdım. "Kendini bilen Rabbini bilir"in anlamını kavrayamazdım! 

İşte böyle! Ne Marksizm yanlıştı, ne de burjuva bilimi! Mesele bu değildi. Bunlar kapitalist kültürün ta kendisiydiler. Onu özümsemeden de daha ileriye gitmek mümkün değildi. Marksizm, işçi sınıfını temel alan koordinat sisteminden bakınca, onun boyutları, uzay-zamanı içinde, evrenin açıklanış biçimiydi. Burjuva bilimi de öyleydi. Koordinat sisteminin merkezini burjuvaziye kaydırdığın zaman, görünenlerden ibaretti. Ama bir Marks olmasaydı, yada burjuva kültürü olmasaydı, bir rönesans olmasaydı bugün bulunduğumuz noktada da olamazdık. Bunu da unutmayalım...

Sınıfsız toplum bilimi

Ama artık, bütün bunların yanı sıra, yani sınıflı toplum gerçekliğinin yanı sıra, bir başka gerçeklik daha doğuyordu hayatın içinde! Modern sınıfsız toplum! İlkel komünal toplumdan başlayan insanlık macerası, sınıflı toplumlar sürecini yaşadıktan sonra, artık çok daha üst düzeyde, bütün o sınıflılık mirasını da içinde barındırarak, modern sınıfsız toplumu yaratıyordu. Bütün yollar oraya çıkıyordu. Koordinat sisteminin merkezini oturtacak yeni bir realite daha doğuyordu hayatın içinde! İşte bu çalışmanın referans noktası da budur. Her toplumsal gerçeklik kendi bilimiyle beraber doğmuyormuydu!

Nereden başlamıştık, nerelere gitti işin ucu!

Gerçekten de öyle! Kimse bana "ışık uzayda nasıl yayılıyor" diye sormamıştı! Ben, hayatın benim önüme koyduğu sorunlardan yola çıkmıştım! Ama işin ucu taa ışığın uzayda nasıl yayıldığına kadar vardı! Taa karadeliğin içine kadar uzandı! Meğer, gravitasyonla kuvantum fiziği arasındaki bağlantıyı kuramadan olmuyormuş bu iş! Nereden bilecekti "fukara Ulaş" bunları! Taa atomun içine kadar girmek gerekeceğini nereden bilecekti bir Necmettin!

Aslını sorarsanız, oturup da tekrar okuduğum zaman, ben kendim bile şaşırıyorum! "Nasıl yazmışım ben bunları" diye, içime bir ürküntü basıyor! "Türkiye'de devrim yapacağız" diye yola çıkarak, yüzümüze gözümüze bulaştırdıktan sonra, hiç farkında olmadan, bilimde devrime mi varıyordu işin ucu yoksa!! Benim için farketmiyor! Önemli olan, nereye giderse gitsin, oraya kadar işi götürmek!

Eğer, "çift yarıklı ekranla yapılan deneyde", tek bir fotonun, iki delikten birden, aynı anda nasıl geçtiğini, daha başka türlü açıklayabiliyorsanız, yada varsa başka türlü açıklayabilen, oturur ben de ondan öğrenirim bunu! Ve derim ki, ben yanılmışım!

Eğer, dünyanın nasıl döndüğünü bana bilimsel olarak daha başka türlü açıklayabilecek biri varsa, söyleyecek hiçbir sözüm yok! "Ben rüya görmüşüm" derim!

Bir elektronun neden yörünge hareketi yaptığını, neden aynı anda kendi etrafında da döndüğünü, elektronla atom çekirdeği arasındaki ilişkilerin nasıl gerçekleştiğini, daha başka türlü açıklayabilen varsa, tamam derim ve ben de oturur ondan öğrenirim!

"Sizin bu ihtimaldalganız bir hayalet dalgasıdır" diyen Einstein'a, "hayır, ihtimaldalgası'nın gerçekliği şudur" diyebilecek bir fizikçi arıyorum! Daha da basitleştirelim işi. Işık uzayda nasıl yayılıyor, ampulden gözümüze kadar nasıl geliyor, bunu açıklayabilen bir bilimadamını ben bulamadım! Varsa, belki bu çalışma vesile olur da, ben de öğrenirim!

Eksi yük artı yükü çekermiş! Tamam, tabii ki çeker! Ama bir tek kişi varsa çıksın, o eksi yük, karşısındakinin artı olduğunu nereden biliyor da onu çekiyor sorusuna cevap verebilecek!

Arabada giderken, fren yapınca geriye doğru kaykılmanızı, "bu bir atalet direnişidir" lafının ötesinde açıklayabilecek bir bilimadamı arıyorum!

Eğer gravitasyon bir kuvvet değilse, nasıl oluyor da, "ivmelendirilmiş kütleler gravitasyonal enerji yayabiliyorlar"? Biri bunu bana anlatsın! Ama yok eğer gravitasyon bir kuvvetse de, o zaman Einstein'ın Genel İzafiyet Teorisi'nden ne anlıyoruz, onu da bilmek isterdim!

Galile'nin "düzgün doğrusal hareketinden" hiç bahsetmeyeceğim! Onu hepsi biliyor fizikçilerimizin! Öyle birşeyin olamayacağını biliyorlar! Biliyorlar da, Galile'ye saygılarından olacak, gene de ondan vazgeçemiyorlar!

Hem "bilgi çağı'na giriyoruz" diyeceksiniz, "bilgi işlem sürecinden" (information processing) bahsedeceksiniz, hem de evrim olayını açıklarken hala klasik Darwin'ci açıklamalarla yetine-ceksiniz, olamaz böyle şey!

Hem, "21.yy beyin üzerine araştırmaların, yeni buluşların yüzyılı olacaktır" diyeceksiniz, hem de "self bir illüzyondur" deyip çıkacaksınız işin içinden!

Hem, on yaşındaki çocukların bile elinde bir cep telefonuyla dolaştığı bir dünyada yaşayacaksınız, "bilgi çağından" bahsedeceksiniz, hem de, bir "yapay zeka"nın, "cognitive science"ın mekanik-materyalist dünya görüşünün sınırlarını aşarak daha da ileriye gitmesi için çaba sarfetmeyeceksiniz, olamaz bu!

Bu çalışma, bütün bu sorulara cevap arıyor. Ve ortaya çıkan bazı sonuçları da sizlerle paylaşmak istiyor...

Bu çalışmada en çok emeği geçen şüphesiz ki annem oldu. Ne zaman bitecek diye diye gözleri açık gitti kadıncağızın. Onun dışında, benim yüzümden yaşam çizgileri değişen kardeşlerimin, beni sonuna kadar hep dinleyen, anlamaya çalışan, sonsuz bir sabırla bana destek olan, en yakın çalışma arkadaşım karımın da hakkını inkar edemem. Bu çalışmada Necmeddinin, Ulaşın da büyük katkısı var. Daha başka Necmeddinler, Ulaşlar ölmesin diye beni hep teşvik ettiler, bir an olsun yalnız bırakmadılar...

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums