- 6.01.2015 00:00
-20.YÜZYIL’ DAN 21.YÜZYIL’A KÜRESEL PARADİGMA DEĞİŞİMİ VE “STRATEJİK ZİHNİYET”İN EVRİMİ-
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ:NEYİ TARTIŞIYORUZ, İŞİN ÖZÜ NEDİR?. 2
“STRATEJİ” NEDİR, TARİHSEL OLARAK SAHİP OLUNAN BİR “STRATEJİK ZİHNİYET”İN ANLAMI NEDİR?. 9
ALLAH OSMANLI’YA, “YÜRÜ YA KULUM” DİYORdu!.21
OSMANLI’NIN TARİHSEL DEVRİM GÜCÜ KİMLERDEN OLUŞUYORDU.. 23
İSTANBUL’UN FETHİ VE OSMANLI-BİZANS ETKİLEŞMESİ..26
BU SİSTEM NASIL BİR SİSTEMDİR, “STRATEJİK ZİHNİYETİMİZİN” EVRİMİNE DEVAM!.29
YAPI VE VAROLUŞ İNSTANZI-KİMLİK..33
“STRATEJİK ZİHNİYETİMİZİN” EVRİMİ AÇISINDAN “BATILILAŞMA” SÜRECİ!.35
“STRATEJİK ZİHNİYETİMİZİN” EVRİMİ VE CUMHURİYET..36
TEKRAR DAVUTOĞLU, KÜRESEL DİNAMİKLER VE “STRATEJİK DERİNLİĞİMİZ”!.37
DIŞ DİNAMİK-İÇ DİNAMİK MESELESİ, “STRATEJİK DERİNLİĞİMİZ”-”STRATEJİK ZİHNİYETİMİZ!..44
“STRATEJİK DERİNLİĞİMİZİN” DERİNLİĞİ!..46
PEKİ O ZAMAN NE YAPMAK LAZIM?..48
ÖNSÖZ
Bir süredir Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” adlı kitabıyla boğuşuyorum! Elimdeki okuduğum kitabı bir görseniz, neredeyse altını çizmedik, kenarına not düşmedik sayfası kalmadı!
Sonunda bu çalışma çıktı ortaya..Ama öyle görünüyor ki, sadece bir kitap eleştirisi olmadı bu, onun çok ötesine geçtiğimizi sanıyorum! Konu o kadar geniş ve kapsamlı ki, çalışma boyunca Türkiye toplumunun tarihsel gelişme süreciyle ilgili daha önce yaptığım bütün diğer çalışmaların neredeyse bir özetini yapmak zorunda kaldım!. Çünkü, “stratejik derinlik” kavramını ele alırken tarihsel olarak belirli bir coğrafyaya yayılan maddi varoluş diyalektiğimizin derinliklerine inmek, “stratejik zihniyetimizin” oluşumunu ve evrimini ele alırken de dünkü ve bugünkü maddi varoluş diyalektiğimizle dünyayı kavrayışımız arasındaki ilişkiyi-farkı ortaya koyabilmek gerekiyordu..
Bu çalışmaya ilişkin bir diğer nokta da şu: Denebilir ki, Kitap -“Stratejik Derinlik”- aşağı yukarı AK Parti iktidarıyla yaşıt; yani kitapta yer alan görüşler yeni değil. Peki neden daha önce değil de ancak şimdi eleştiri konusu yapıyorsun bunları?
Hemen şunu söyleyeyim; bu, bir gazete ya da dergi için yapılan, ısmarlama, herhangibir kitap eleştirisi çalışması değil! Ya da ne bileyim, bir akademik çalışma falan da değil!. Hani, Davutoğlu şimdi Başbakan oldu ya, bu nedenle, kitap da yeniden gündeme geldi, “ben de artık birşeyler yazayım” diyerek de oturmadım çalışmanın başına!..
Herşeyden önce, çalışma süresince Davutoğlu’ndan çok şeyler öğrendiğimi itiraf etmeliyim!..Çünkü, Davutoğlu’nun kitabı-“Stratejik Derinlik”-öyle rasgele bir kitap olmadığı gibi, Davutoğlu’nun kendisi de zaten tesadüfen Erdoğan tarafından başbakan atanan birisi değil!. Bir kere, 20.Yüzyıl’ın uluslararası ilişkiler sistemini-bu zeminde gelişen politikayı-denge politikalarını-falan çok iyi biliyor o!. Ayrıca çok iyi de bir akademisyen..
Bunun dışında şunu da söylemem gerekir ki, eğer bu kitapta yazılanlar- söylenilenler geride kalan yüzyılın gerçekleri ışığında-20.Yüzyıl paradigmasının geçerli olduğu koşullarda-söyleniyor-yazılıyor olsalardı eminim ki bunlar o zaman çok daha etkili olabilir, belki bu durumda Davutoğlu da “emperyalizme karşı milli mücadele“ anlayışı içinde el üstünde tutulan bir lider konumuna gelebilirdi!..Ne var ki, olaya bugün bulunduğumuz noktadan (21.Yüzyıl gerçekleri açısından) bakınca malesef onu ancak AK Parti’nin evrimi sürecine ilk on yılın sonundan itibaren adım adım damgasını vurmaya başlayan yarı hayalci-nostaljik, yarı ideolojik bir duruşun temsilcisi olarak görebiliyoruz!..
AK Parti ve Türkiye açısından o ilk on yıl, küreselleşme dinamiklerinin de itmesiyle tamamen doğal bir şekilde, “eskinin” içinden “yeninin” çıkmaya başladığı bir süreçti. Ben, bunun, Türkiye toplumunun tarihsel gelişim diyalektiğine uygun birşekilde “tereyağından kıl çeker gibi” sessizce gelişen bir burjuva devrimi süreci olduğunu söyleyerek, onu daha ilk günlerden itibaren destekledim.
Ancak tabi toplum sözkonusu olduğu zaman doğum olayı öyle hemen bir anda olup biten birşey olmuyor!. İnişli çıkışlı bir süreç bu. Alın bir Fransız Devrimini; Almanya’da, hatta İngiltere’de burjuva devrimlerinin gelişme sürecini, bunlara bir bakın!..Yüzyıllara yayılmış süreçler bunlar. Yani öyle iktidarın burjuvazi tarafından alınmasıyla falan bitmiyor iş!. Bazan geri dönüşler de oluyor!. “Devrim” ve “karşı devrim” süreçleri uzun yıllar içiçe bir gelişme izliyorlar. Sonucu da, herzaman (bizim “devrim” deyince bundan anladığımız şekilde!!.) “bir sınıfın diğerini yok etmesi” olayı falan belirlemiyor!!. Devrim, çoğu yerde, (burjuvazinin feodalleri-bazen satın alıp sistemin içine entegre etmesi esasına dayanan) bir tür “uzlaşmayla” neticeleniyor!..Bizde tabi, Batı’daki gibi öyle karşı tarafta duran bir feodal sınıf falan yok, onun yerini alan (şimdilerde iktidarı elinden alınmış) bir Devlet sınıfı var; bu nedenle, bakalım bizde nasıl sonuçlanacak bu süreç!!.Sayın Erdoğan’ın, “danışmanlarının” tavsiyelerine uyarak (“paralellere” karşı “ittifak” arayışı içinde) şu son zamanlarda 1938’e kadar olan sürece sahip çıkmasına falan bakarsanız, işin nereye varacağı bizde de henüz daha belli değil!.
Dünyanın her yerinde, özellikle devrimin yükselme dönemlerinde, bazan kendine-kendi nefsine karşı olan aşırı güven duygusu ideolojik sapmalara neden olabiliyor. Bu durumda amacın, önündeki üzümü yemek olduğu unutularak, “illa da illa” bağcıyı dövme duygusu öne çıkıyor!! Ya da, yaşanılan dönemin paradigmasına uygun bir şekilde ideoloji ihracı süreci gündeme gelebiliyor!..Bütün bunları Batı’daki örneklerde daha önce hep gördük!..
Şu son zamanlarda AK Parti’nin rotasında da buna benzer gel-gitlerin oluşmaya başladığını görüyoruz!. Ben bunu, daha ilk işaretleri oluşmaya başladığı andan itibaren farkederek olayın daha o zamanlar altını çizmeye çalıştım!. Bunun “ideolojik bir virüs” olduğunu söyleyerek, kendine karşı olan aşırı güven duygusunun, eğer önü alınmazsa, bilişsel kimliğin yerine göz dikebileceğini anlatmaya çalıştım hep! Ama tabi “güç” meselesi bu, öyle söylemeyle falan olmuyor! Süreç, yükselmeye başlayan bir sınıfın-Anadolu burjuvazisinin-kendi nefsiyle-egosuyla-gelişme diyalektiğine bağlı olarak ortaya çıktığı için, öyle kolay kolay bunun önüne durulamıyor (çünkü, toplumsal düzeyde bir tür ergenlik dönemi rahatsızlıkları bunlar!). Sonunda, iş bugün öyle bir noktaya geldi ki, bu süreç, “tencere yuvarlanır kapağını bulur” misali, Davutoğlu’nun akademik bir çalışma olarak ürettiği teorik çerçeveye sahip çıkarak cup diye onun içine oturmaya başladı!.
Bu değişimi en açık bir şekilde Erdoğan’ın gelişiminde görebilirsiniz. Neredeyse, adım adım başlangıçtaki Erdoğan gitti, onun yerine (bir takım kerameti kendinden menkul danışmanların ve köşe yazarlarının da yönlendirmesiyle) Davutoğlu’nun ideolojik çerçevesini çizdiği duruşu hayata geçirmeye çalışan başka bir Erdoğan geldi!..
Bunu, gene her zaman kullandığımız o doğum metaforuyla şöyle açıklamaya çalışalım: Tam o kabuklar kırılıpta civcivin doğumu gerçekleşirken (devrimci dalganın gücü ideolojik takıntılar nedeniyle eşiği aşmaya yetmediği için, ve de tabi, süreç bilinçdışı bir şekilde geliştiği için) olay birden yörüngesinden sapmaya, eskinin içinde kalarak onu “restore etmeye” yöneldi!. Daha önce, “yeni” ile “eski” arasına niteliksel bir çizgi çekilmeye çalışılırken, bir de baktık olay, “nasıl olsa artık bizim elimizde” denilerek, varolan eski yapıya- Devlete- sahip çıkmaya, “stratejik derinliğimizle” allayıp pullayarak, “stratejik bir zihniyetle” onu “restore” etmeye- çağa uygun hale getirmeye yöneldi!. Son iki yüz yılda yaşanılan süreç eleştirilirken, bunun topyekün bir yok sayma anlamına gelemeyeceği, buradaki “inkarın” diyalektik anlamda bir inkar olması gerektiği anlaşılamadı..”Yeni Türkiye’nin”, ancak, eskiden beri varolan sistemin içindeki birbiriyle çelişkili iki kültürel yapının çatışması sonucunda ortaya çıkabilecek bir sentez olacağı gerçeği yeterince anlaşılamadı. Farklılıkların bir zenginlik olduğu, Türkiye toplumunun Doğu-Batı etkileşmesinin bir sentezi olarak kendini yeniden üretmekte olduğu gerçeği, bir anda, “eskiyi restore etmeye”, böylece yüz yıl önce bırakılan yerden sil baştan yeniden başlamaya dönüştü!.
Evet, devrim bir yol ayırımına geliyordu. Bir yanda, içinde bulunulan küresel dünyanın yeni paradigması, buna uygun bir gelişme diyalektiği, diğer yanda ise, 20.yüzyılın “yükselen” bir kapitalist ülkesinin önüne çıkan yol-ve fırsatlar anlayışı!.. Sistemin bütün yapısal sorunlarını, “cari açık” sorununu, “enerji sorununu” falan da birlikte düşünürseniz, Davutoğlu’nun kitabında sunduğu çerçeve-“atalarımızdan bize miras kalan” “stratejik derinliğimiz” anlayışı- Anadolu burjuvalarına çok çekici geliyordu! Öyle ya, bir yanda, bilgi üretimine dayanan, ama doğru dürüst bir eğitim sistemimiz olmadığı için daha nasıl olacağı bile pek bilinmeyen bir süreç vardı, öte yanda ise, Davutoğlu’nun deyimiyle “jeopolitik”-“jeokültürel”-“jeoekonomik” olanaklar falan derken burnumuzun dibindeki Ortadoğu hazineleri!..E, “buralar zaten bize ait değil miydi zamanında”!?..”Osmanlıyı bölerek bizim elimizden zorla alınmamışmıydı buralar”!?..”Madem ki şimdi şartlar değişmeye başlamıştı, o zaman niye tekrar bu mirasa-buralardaki doğal kaynaklara falan da- sahip çıkmayacaktık ki”!!.İşte yavaş yavaş bu mantık öne çıkmaya başladı! Ne diyelim, haydi hayırlısı!..
Çok ilginç bir durum! Aslında, AK Parti’nin o ilk on yılında katedilen mesafeyle Türkiye gerçekten de Davutoğlu’nun bahsettiği “stratejik derinliğimizi” 21.Yüzyıl yöntemleriyle yeniden keşfetme-ve de fethetme- yönünde çok önemli mesafeler katederek ilerliyordu!. Yeni tipten bir “stratejik zihniyetle” -21.Yüzyıl paradigmasına uygun bir vizyonla-etrafına adeta ışık saçan bir Türkiye çıkmıştı ortaya!. Türkiye, Ortadoğu’dan Kafkaslara, ve daha ötelere kadar gelişmekte olan bütün ülkelere bir “model ülke” olarak gösterilmeye başlanıyordu. Bunun da ötesinde, sıradan insanlar olaya bu gözle bakmaya başlamışlardı. Yani, hayatın gerçekleri ve 21.Yüzyıl’ın dinamikleri zaten Türkiye’yi alıp bir yere koyma yönünde gelişiyordu.
İşte, ideolojik virüs tam bu noktada girmeye başladı devreye!.Öyle ki, o andan itibaren artık olanları-yapılanları hep kendi nefsine maletmeye, “vay anasına ben ne imişim” demeye başlıyorsun; ve de buna bağlı olarak hapı yutuyorsun tabi!..Bizim başımıza gelenler de buna benziyor galiba!..Ama, karamsar olmaya gerek yok..hele şu yazıyı sonuna kadar bir okuyun bakalım, siz de aynı kanıda olacak mısınız!..
GİRİŞ:NEYİ TARTIŞIYORUZ, İŞİN ÖZÜ NEDİR?
Bu konuda daha önce yazdığım bir makaleye[1] şöyle başlamışız:
".. 2014 yılı, birinci dünya savaşının yüzüncü yıldönümü. Bugün Ortadoğu'da yaşamakta olduğumuz bütün sorunlar bu savaşın neticeleri. Bu savaşın sonucunda hepsi de Osmanlı toprağı olan ve belli bir uyum içinde bir arada bulunan kavimlerden birer ulus devlet yaratılarak bölge paramparça edildi. Her bir parça bir Avrupalı büyük devletin nüfuz alanı olarak paylaşıldı..”[2]
Gene aynı makalede Davutoğlu’ndan yaptığımız alıntı ise şöyle devam ediyordu: ''Bundan bir kaç sene önceydi, Yüce Meclisimize bizim politikalarımız dolayısıyla bir gensoru verilmişti ya da bir bütçe görüşmesiydi. Anamuhalefet partisi milletvekillerinden, ismini zikretmeyeyim, birisi kalktı ve benim Kudüs'le ilgili bir ifadem üzerine 'Niçin Kudüs'le bu kadar ilgileniyoruz, neden Araplarla, İsraillerin arasına giriyoruz, neden Kudüs'ü bu kadar öne çıkarıyorsunuz, risk alıyorsunuz?' dedi. Hala hatırımdadır. Şimdi ona verdiğim cevabı bir kez daha burada zikrediyorum. Kudüs'ün son özgürlük dönemi bizim dönemimizdir. Kudüs bize Hazreti Ömer'in emanetidir. Kudüs bize Yavuz Sultan Selim'in, Kanuni Sultan Süleyman'ın emanetidir. Kudüs bize son Osmanlı askerinin emanetidir. Herkes unutsa Kudüs bizim davamızdır, bizim davamız olmaya ebediyen devam edecektir. Kimse bir Türk'e dönüp de 'Kudüs senin davan değildir' diyemez..''
Davutoğlu kitabında, Kudüs’ün yanına Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya ve Kafkaslar’a kadar olan Osmanlı’nın hinterlandı-arka bahçesi- diğer bölgeleri de katarak Kudüs için söylediklerini bütün bu alanlar için de tekrarlıyor. Yani, demek istiyor ki, bu bölgeler, bu bölgelerde yaşayan halklar hep bize ata yadigarıdır. Buralar için biz bir dış faktör-dış dinamik unsuru değiliz (bu nokta çok önemli, bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz). Bütün bu coğrafyada belirli bir tarihi hep birlikte yaşadık. Varoluşumuzun “stratejik derinliğini” birlikte oluşturduk. Bizi birarada tutan “stratejik zihniyetimiz” de bu zemin üzerinde ortaya çıktı..
Sonra, Birinci Dünya Savaşıyla birlikte bu “birliğimiz” dış güçler-batılı emperyalist ülkeler-tarafından parçalandı. Arkadan gelen İkinci Dünya Savaşı ve onu takip eden Soğuk Savaş dönemi boyunca da belirli bir statüko içinde kalarak bize biçilen yerde yaşamı devam ettirme mücadelesi vermek zorunda kaldık. Ama şimdi durum değişmiştir. Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasının yerini alan çok kutuplu yeni bir dünya bize tekrar eski “stratejik derinliğimizi” hatırlatıyor. Ruhumuzun derinliklerinde hiç kaybolmadan yaşayan “stratejik zihniyetimiz”, etrafındaki kabukları parçalayarak bize yeni ufuklar açmaya başlıyor!..
Olay bu! Davutoğlu’nun kitabında işlediği dünya görüşü bu!.. Aslında herşey çok açık sanıyorum!.Aynı bakış açısını sayın Erdoğan da dile getiriyor her fırsatta..
Peki sonuç ne?Tamam, Birinci Dünya Savaşı Osmanlı gerçeğini ortadan kaldırdı. Onun yerine bizde batılı normlara uygun bir Osmanlı Cumhuriyeti kurulurken, öteki parçalarda da tarih sahnesine gene buna benzer oluşumlar ortaya çıktı-çıkarıldı. Bütün bunlar açık, hepsi objektif, yaşanılmış birer vakıa bunların!.Bu durumda, aradan yüz yıl geçtikten sonra neyi tartışıyoruz biz şimdi? “Strateji”, belirli bir hedefe ulaşmak için gerekli olan yol ve yöntemlere işaret ediyorsa eğer (ki öyledir), ulaşmak istediğimiz o hedef nedir bizim şimdi?
Yüz yıldan fazla bir süre dünyadan kopuk bir şekilde yaşamak zorunda kalmışsın sen, kendi kabuklarının içinde yaşanılan zorunlu bir kış uykusu süreci bu. Bu arada köprülerin altından çok sular akmış tabi, dünya çok değişmiş. 20.yüzyılın “uluslararası sistemi”nin yanı sıra “küreselleşme” adı altında ulusal sınırların ötesine taşan başka bir dünya daha doğmaya başlamış. Ama sen, uykudan uyanır uyanmaz, daha uyku sersemliğini bile üzerinden atmadan hemen gene o eski kadim kimliğine-bununla birlikte oluşan ve ruhunun derinliklerinde yatan “stratejik zihniyetine”- sarılarak 20.yüzyıl kalıntısı bir ulus devlet anlayışıyla kaldığın yerden itibaren tekrar eski yola devam etmeye çalışıyorsun!. Bu arada, mal bulmuş Mağribi gibi sarıldığın o antika kimlik anlayışlarının artık o eski dünyanın içinde kaldığının farkında bile değilsin! Yeni bir dünyada ilerleyebilmek için 21.yüzyıl paradigmasına uygun yeni stratejik derinliklere-stratejik zihniyetlere ihtiyaç olduğunu anlayamıyorsun henüz. Seni 20.yüzyıl statükosunun içine hapseden parçalamaya çalıştığın o kabukların gözle görülemeyen yanlarının kendi bilincine kadar uzandığını göremiyorsun!. Bu yüzden de birisi çıkıpta sana “stratejik derinliğimizin derinliğinden” bahsedince, 21.yüzyılın bu yeni yollarında yürüyebilmek için yeni bir stratejik zihniyete ihtiyaç olduğunu söyleyince, 20.yüzyıla özgü “güç formüllerinin” artık yetersiz olduğunu ortaya koyunca bunlar sana pek fazla birşey ifade etmiyor!.. Neden mi?
Evet, bugün biz öyle hemen bir kalemde, “bütün bunlar objektif gerçeklikler, olmuş bitmiş şeyler” deyip çıkıyoruz işin içinden, ama, çoğumuz için durum bu kadar basit ve açık değil!. Yani, son yüz yılda yaşanılanlar henüz daha çoğumuzun kafasında muhasebesi yapılarak bir yana konulmuş tarihsel gerçekler durumunda değil!. İşlenmemiş, hatta hiç dokunulmamış, hesabı görülmemiş travmatik olaylar bunlar!.
Bütün o “batılılaşma” süreci boyunca yaşanılanları bir düşünün!. O ittihatçıları, daha sonra da Kemalist cumhuriyet dönemini.. Bütün bu süreç boyunca bastırılan o duyguları, yok sayılan o kültürel kimlikleri düşünün!. Kafalarının bir tarafında halâ, savaşı kaybederek parçalanmış bir imparatorluğun mirasçıları oldukları “gerçeğini” muhafaza eden insanları getirin gözünüzün önüne..Bunlara bir de, bütün bu ruhsal durumların bugün yükselen bir sınıf olan Anadolu burjuvalarının ruh haline uygun geldikleri için güncellendiğini, aktüel hale getirildiğini ilave edin!..O zaman bir Davutoğlu’nun neyi temsil ettiğini, “restorasyon” derken ne demek istediğini, bir Abdülhamid’den , ya da Necip Fazıl’dan bahsederken ses tonunun neden değiştiğini, ruhunun derinliklerinden gelen bu duygusal tepkinin nedenlerini daha iyi anlayacaksınız. Bir yanıyla aslında toplumsal bir travma bu. Ama diğer yanıyla da, bu halkın çoğunluğunun tarihin derinliklerinde kaybolan kimliğini yeniden keşfe yönelik (reaksiyonla birlikte ortaya çıkan) bir tür kendi kendine toplumsal psikoterapi olayı!.Unutmayın, şimdiye kadar ikinci sınıf insan muamelesi görmüş bu insanlar şimdi daha yeni soruyorlar-sorabiliyorlar- kendilerine, “ne oldu, nasıl oldu da başımıza bunlar geldi bizim” diye! Tarihle-yaşanılanlarla, bunların sonuçlarıyla daha yeni yeni hesaplaşmaya, silkinip toparlanmaya, kendine gelmeye çalışıyor bu insanlar!
Davutoğlu’nun çözüm önerisi ortada: Tek çözüm yolunun “restorasyon” olduğunu söylüyor o. Bundan böyle bütün politikaların hedefinin kaybolan o şanlı geçmişimizi bir şekilde bize iade edecek bir "Restorasyona” yönelik olması gerektiğini söylüyor. Hiç kaybolmayan o “stratejik zihniyetimizin” bize gösterdiği yolda ilerleyerek “stratejik derinliğimize” uygun ata yadigarı bir zemini yeniden ihya edebileceğimizi-etmemiz gerektiğini- o kadim ruhu bugünün gerçekliğinde bir “Yeni Türkiye” anlayışıyla birleştirerek maddi bir zemine kavuşturmamız gerektiğini söylüyor![3].
İşte tam bu noktada ben de diyorum ki, tamam, bugünkü durumun nedeni gerçekten de o “paylaşım savaşı” ve daha sonra da onu takip eden dönemin yarattığı statükodur!.. Evet doğru, tarihsel evrim süreci saptırılmış bir toplumuz biz..yani, bir toplum mühendisliği anlayışıyla akan suyun yatağı değiştirilmiş bu topraklarda, burası açık!.Bu nedenle, suyun akışının tekrar kendi-eski yatağına döndürülmesi anlamında toplumsal bir restorasyon sürecine ihtiyacımız var, bu noktada Davutoğlu'yla aynı görüşteyiz; ama o kadar!..Bu noktadan sonra yollarımız ayrılıyor! Çünkü, bana göre yeniden doğuş eskinin restore edilmiş şekli değildir!! Evet, yeni, eskiye sahip çıkarak onu “inkar” ederken onun içinden çıkar gelir; bu anlamda da onun kendi kendini üretmesinin sonucu olur, bu doğru. Ama, bu haliyle o, hiçbir şekilde, eskinin restore edilerek “modernleştirilmiş” şekli olmaz; onun diyalektik anlamda inkârı-devamı olur. Bunu, toprağa düşen bir tohumun hikâyesiyle kıyaslarsak eğer; “eski”, toprağa düşen o tohumsa, “yeni” de o tohumun diyalektik anlamda inkârı-devamı olan bitkinin, gene diyalektik anlamda inkârı-devamı olan meyvadır-ya da yeni tohumdur[4]..Yoksa, bir zamanlar toplum mühendisi İttihatçıların yaptıkları gibi, eski “devleti kurtarmak için” onu allayıp pullayıp “restore ederek” “Yeni Türkiye” falan yaratılamaz!!
Irmağın akışını tekrar eski yatağına kavuşturduğunuz andan itibaren daha ileriye doğru gelişme, ilerleme paradigması eğer içinde yaşanılan yüzyılın- 21.yüzyılın- dinamikleriyle yoğrularak yaratılamazsa o zaman bu yol bizi kaçınılmaz olarak tekrar 20.yüzyıl'ın “uluslararası sisteminin” içine hapseder! Çünkü, bir ülkenin aktüel “stratejik zihniyetini” belirleyen sadece onun geçmişte yer aldığı kadim ilişkiler, ya da “uluslararası sistem “ içinde oluşan “zaman ve mekan derinliği” anlayışı olamaz. İçinde yaşanılan maddi koşulların değişimiyle birlikte ortaya çıkan yeni paradigmalar yeni “stratejik derinliklerin”- “stratejik zihniyetlerin” oluşumuna da neden olurlar. Bu açıdan, bugün halâ geçmişe ilişkin o hayali-sanal zeminde durarak, olayları ve süreçleri geriye doğru hareket ettirerek çözemezsiniz artık problemi!. 20.yüzyıl'ın güçler dengesiyle oluşan statükoyu (bugün artık "yükselen bir güç" olsanız da) gene bir 20. yüzyıl gücü olarak eski durumu ihya edecek şekilde-geriye yönelik bir şekilde- çözemezsiniz!.
Çünkü artık başka bir dünya var ortada!..
Eskiden, sadece ulus devletler gerçeğinin-bunların arasındaki ilişki ve çelişkilerin-belirlediği bir dünya vardı ortada. Kapitalizmin Gelişmesinin Eşit Oranda Olmaması Kanununa uygun olarak güçlenen ulus devletlerin dünya pazarlarında daha çok pay kapmak için varolan statükoyu temsil edenlerle savaştıkları bir dünya vardı; ama şimdi artık işler değişti, yok artık şimdi böyle bir dünya!. Eskiden paylaşım savaşları sermaye+ulus devlet gücüyle yürütülüyordu. Şimdi ise bu itttifak yok artık ortada!.Sermaye, ulus devlet kabuğunu kırarak, tıpkı kendi ördüğü kozasından çıkıp giden o kelebek gibi dünyanın dört bir yanına uçup gitmeye başladı!.Ulus devletler arasındaki çatışmalar sizi aldatmasın sakın!. Bunlar, eski dünyanın güçleri olarak, kendi varoluş koşullarını kurtarmak- iyileştirmek için didişip duruyorlar o kadar; ama artık treni kaçırdı hepsi de!..Bugünün paylaşım mücadelesi-buna artık dünya pazarlarında daha fazla yer kapma mücadelesi diyelim- ulus devlet gücünü arkana alarak girişilecek savaşlarla yapılmıyor! Daha iyi kalitede malı daha ucuza üreterek-rekabetle yapılıyor!. Bunun için de arkanda güçlü bir devlet aygıtına, onun topuna tüfeğine ihtiyaç yok!. Bilgi üretmeye, ürettiğin bu bilgileri üretim faaliyetinde kullanabilmeye ihtiyaç var!..Bu nedenle, gücünüzü eski dünya zemininde verilecek "anti emperyalizmle" karışık bir hegemonya-nüfuz mücadelesine harcamayın!!. Tamam, “emperyalistlerin yarattığı sonuçlara karşı” duyulan tepki haklı bir tepkidir, bunu dile getirmek de bizim görevimiz olmalıdır, bu doğru, ama o kadar..Ancak, bugün sadece bu türden tepki ve reaksiyonlarla problemi çözebileceğimizi, kaybolan o “şanlı geçmişi” sadece bu türden 20.yüzyıl rüyaları görerek geri getirebileceğimizi düşünürsek yanılırız!.
Şimdi artık “stratejik zihniyetimizi” 21.yüzyıl paradigmasına göre yeniden üretebilmemiz, bütün gücümüzü üretici güçleri geliştirmeye vermemiz gerekiyor; “stratejik derinliğimize” dayalı ilişkilerimizi bu türden bir zeminde başka bir düzeyde geliştirmeye çalışmamız gerekiyor!.İşte size “stratejik derinliğimizin derinliği”! Hele bu yola bir yoğunlaşın, bakın o zaman göreceksiniz, eski dünyayı ayakta tutan o statüko kabukları nasıl parçalanıyorlar, toplarla tüfeklerle parçalamaya gücünüzün yetmeyeceği o kabuklar nasıl parçalanıyorlar!.
Soruyorum ben şimdi, var mı bu alanda önünüzde bir engel bugün, hadi cevap verin; siz daha iyi kalitede malları daha ucuza üretiyorsunuz da buna rağmen pazar payınızı geliştirmenize engel mi oluyorlar!! İşte mesele burada!..Hangi emperyalizm engelliyor sizi bugün üretici güçlerinizi geliştirme konusunda?. Yok böyle birşey değil mi! O halde nedir derdiniz!! “Tarihsel ve coğrafi derinliğimiz”, “stratejik zihniyetimiz” falan diyerek atalarımızın fetihçi geleneğine özenip öyle fazla bir toprağa-ya da nüfuz alanına- sahip olmak birşey ifade etmiyor ki bugün artık! Hani o, “bir çakıl taşı için bile kanımız canımız feda olsun” dönemi vardı ya, o dönem çoktan sona erdi!!.Bilgiye sahipsen, onu üretim faaliyetinde kullanabiliyorsan bütün dünya senindir bu yeni süreçte. 21.Yüzyıl’ın paradigması budur artık!. Alın işte size “hedef”se hedef, ve bu hedefe ulaşmak için gerekli olan “stratejik zihniyet”!
O ulus devlet sınırlarının önemi, bu sınırları genişletmeye yönelik o eski “stratejik zihniyet” anlayışları falan hep egemenlik sorununun ekonomik temelini oluşturan “ulusal pazar” soruyla ilişkiliydi..bitti artık bu dönem!..”Ulusal pazar” falan diye birşey kalmadı ortada!! Bakın Ülker’e, İngiliz devini nasıl satın aldı (!) Bakın Koç’a, dünyanın dört bir yanında-en son olarak da Tayland’da-fabrika kuruyor! Birkaç gün önce de “Borusan’ın” Amerika’da yapacağı yeni yatırıma ilişkin haber yer alıyordu gazetelerde! Bunlar sadece küçük örnekler! Artık sermayenin millisi-yabancısı diye birşey kalmadı! 21.Yüzyıl’da “stratejik zihniyet” böyle bir zemin üzerinde oluşuyor artık, “fetih savaşları” da böyle yapılıyor!! Hangi top ve tüfekle, hangi orduyla fethedebilirdiniz bir Ülker’in, bir Koç’un, Borusan’ın elde ettiği o mevzileri- o mülkleri!?..
Gelelim “stratejik derinliğimize”..Birinci Dünya Savaşı öncesi Orta Doğu’nun - ya da Balkanlar’ın - Osmanlı mülkü olmasını 21.yüzyıl kafasıyla bugün artık nasıl yorumlayacağımıza? Buraları, elimizden zorla alınmış (tekrar geri alınması gereken) VATAN TOPRAĞI olarak mı göreceğiz halâ? Davutoğlu’nun yeniden diriltmek istediği o eski “stratejik zihniyet” anlayışımızla "buralara Yavuz Sultan Selim Han’ın, Kanuni Sultan Süleyman’ın bize bıraktıkları miras" gözüyle mi bakacağız! Bu mudur, bu mu olmalıdır şimdi bizim yeni Türkiye anlayışımız?
Osmanlı buraları fetih yoluyla ele geçirmişti..O zamanların “fetih” anlayışıyla somutlaşan “stratejik zihniyetinin” altında antika tarihin akışını düzenleyen tarihsel devrim diyalektiği yatıyordu. İlkel komünal toplum içgüdüsüyle hareket eden atalarımızın sınıflı toplum gerçeğini temsil eden medeniyetlere karşı düzenledikleri fetih savaşlarının altında tarihsel devrim diyalektiği yatıyordu. Ama artık bu dönem çoktan sona erdi!! Şimdi, 21.yüzyıl’ın göbeğinde, bambaşka bir paradigma içinde yaşarken hala fetih yoluyla ele geçirilmiş olan o eski topraklar üzerinde “miras hakkı” iddia etmek ne anlama gelmektedir?
Bakın, siz istediğiniz kadar aksini iddia edin, istediğiniz kadar “stratejik zihniyetimize” uygun bir "anti emperyalist mücadele" anlayışı ortaya koymaya çalışın, "Osmanlı mirasına" sahip çıkmaktan bahsedin, bütün bunların tek bir anlamı vardır bugün! Evirsekte çevirsekte, sonunda bu işin ucu "yükselen" yeni bir ulus devlet gücü olarak (“jeokültürel” zemini falan bahane edip) Osmanlı’nın hinterlandı bu “jeopolitik”- “jeoekonomik” alanlara yeniden hakim olmaya, “ata mirası” falan diyerekten buralardaki doğal zenginliklere, petrole-doğal gaza sahip çıkma çabasına varır!..Yani, azıcık biti kanlanan bir ülkenin Kapitalizmin Gelişmesinin Eşit Oranda Olmaması Kanununa göre, eski hesapları karıştırarak durduğu zemini genişletme-ya da eskiden sahip olduğu alanlara yeniden sahip çıkma- çabasına varır!..İşte tam bu noktada ben diyorum ki, bu duruş doğru değildir, buradan bir yere varamazsınız!. Bu duruş sizi "Dimyad’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olmaya " götürür!.
Nitekim de öyle oluyor! 21.Yüzyıl’ın ortasında, “stratejik derinliğimiz” falan diyerek antika bir “stratejik zihniyet” anlayışıyla yola çıkıp kendini halâ eski Osmanlı mülkünün mirascısı olarak görmeye çalıştığın sürece-yani, bu ülkelerde kendini bir dış dinamik unsuru olarak değilde onların iç dinamiğine dahil bir unsur olarak görmeye çalıştığın sürece- buralarda gelişen burjuva demokratik devrim mücadelelerine de zarar vermiş olursun. Bu nokta çok önemli!..Mısır’da ve Suriye’de özünde doğru yerde durmamıza rağmen yapılan hataların nedeni budur..”Tarihten gelen gücümüz, stratejik zihniyetimiz” bize yeter diyerek yola çıktığımız an iş bitiyor zaten, kaybetmeye mahkum ediyoruz kendimizi!. Çünkü, “stratejik derinlik” de “stratejik zihniyet” de her dönemde o dönemin koşullarına göre yeniden üretilmek zorundadır. Sen tutupta antika bir kimlikle-hatta 20.yüzyıla özgü bir kimlikle- 21.yüzyıl hedeflerine ulaşmaya çalışırsan sadece kendi kendini aldatmış olursun!. Eğer ulaşmak istediğin hedefe giden yollar değişmişse, sen istediğin kadar sübjektif iradi çabalarla kendine strateji izafe et, ne fayda!..
Devami: http://www.aktolga.de/z2.pdf
[1] http://www.aktolga.de/a57.pdf
[2] http://www.yenisafak.com/yazarlar/YasinAktay/nerde-islam-dunyasi-nerde-siyonizme-karsi-direnis-hatti/56843
[3] http://www.aktolga.de/a57.pdf
[4] Eski “solcu” kafayla-diyalektik anlayışıyla-bu örneği bir yere koymanız mümkün değildir! “Yeni tohumla eski tohum arasında ne fark var ki, bunların ikisi de aynı DNA yapısına sahiptirler, bu yüzden de bu bir nitelik değişimi olayı değildir” der çıkarsınız işin içinden!!..Halbuki evrim süreci ve olayı hiçte bu kadar basit değildir!.Bu konuda daha geniş açıklamalar için: http://www.aktolga.de
Yorum Yap