- 17.10.2014 00:00
NEREYE GELDİK, NEREDE DURUYORUZ, “KÖŞEYE Mİ SIKIŞTIK”, DAHA İLERİYE NASIL GİDECEĞİZ?..
İÇİNDEKİLER
ORTA DERECEDE GELİŞMİŞ BİR ÜLKE OLARAK KALMA TEHLİKESİNİN OBJEKTİF TEMELLERİ..4
„KÜRESEL DEMOKRATİK DEVRİM“, „GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER“ VE TÜRKİYE. 6
PEKİ, BUNDAN SONRA NASIL YOL ALACAĞIZ, NEREDE BULUNUYORUZ VE DAHA İLERİYE DOĞRU NASIL GİDECEĞİZ..9
EĞİTİM-ÖĞRENMEK, ÖĞRETMEK NEDİR, BİLGİ ÜRETİMİ FAALİYETİ NEDİR, BU İŞİN ÖN KOŞULLARI NELERDİR?..10
ÖNÜMÜZDE YIĞILI OLAN VE ÇÖZÜM BEKLEYEN DİĞER SORUNLAR..12
PEKİ O ZAMAN NE YAPMALIYIZ?.18
„KÜRESEL DEMOKRATİK DEVRİM“, „GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER“ VE TÜRKİYE
Bugün, „gelişmekte olan“, ya da „azgelişmiş“ dediğimiz ülkeler, yakın geçmişin sömürge-yarı sömürge ülkeleridir. Bunlar, şu ya da bu şekilde „bağımsızlıklarını“ elde ettikten sonra, bu sefer de, Soğuk Savaş dengelerinden yararlanarak iktidarı elinde tutan “ulus devlet yaratıcısı”, bu anlamda „ulusalcı“ bürokratik elit bir tabakanın-devlet sınıfının- yönetimi altına giren, üretici güçlerin gelişmesinin adeta dondurulduğu, kısır bir döngünün içinde debelenip duran ülkelerdir. Öyle ki, halâ „ulusal bağımsızlığı temsil ettiğini“ iddia eden bu devlet sınıfı, artık ülkede ki üretici güçlerin gelişmesini engelleyen başlıca unsur haline gelmiştir. „Ulus-devlet“, kapitalist-burjuva devlet demek olduğu halde, „ulusal bağımsızlıkçı“ bu devlet sınıfı, ülkede kendisinden bağımsız bir burjuva sınıfının gelişmesini bile engellemektedir. Devletçilik, devlet mülkiyeti, bu mülkiyete tasarruf yetkisine sahip bürokratlarla-devlet sınıfıyla özdeşleştiği için, bunlar kendilerini sıkı „devletçiler“ olarak ilân etmişler, ülkede oluşturdukları devlet tekelciliğiyle özel sektörün, bireysel kapitalistlerin yolunu tıkar hale gelmişlerdir.
TÜRKİYE’DE BUGÜN GELİNEN NOKTAYI GÖREBİLMEK İÇİN ÖNCE BİRAZ BURAYA NASIL GELDİK ONU ÖZETLEYELİM..
Gelişmekte olan ülkelere dair bütün bu söylenilenlerin en güzel örneği Türkiye idi![1] Türkiye’deki „devlet sınıfı“da „ulusal bağımsızlıkçılığı“, ulus devlet savunuculuğunu kimseye bırakmazdı! „Devletçilik“ onların „ulusalcılığının“ vazgeçilmez unsuru idi! Öyle ki, bunlar, iktidarı ellerinde tutabilmek uğruna, „Marksist“ oldukları için „devletçi“ olan „solcularla“ ve faşist-ırkçı oldukları için devleti yücelten sağcılarla da kolkola girmişler, gelişmek, ilerlemek-zenginleşmek isteyen halkın, Anadolu kapitalizminin güçlerinin karşısında bir duvar örmüşlerdi. Bütün o „ulusalcı“, ya da „kızıl elmacı“ söylemlerin ardında yatan gerçek bu idi! Üretim araçlarının ve toprakların yarıdan çoğunun devlete ait olduğu bir ülkede, Osmanlı’nın devlet olma geleneğini de arkasına alan böyle bir ittifakı küçümsememek gerekiyordu. Eski konumlarını kaybetmiş olsalar da bunlar tepeden inmeciydiler, halâ, “bir gece ansızın gelebiliriz” hayaliyle yaşıyorlardı!. Bunlar için „halk“ „cahil“, güdülmesi gereken bir sürüden-Reaya- başka birşey değildi. Herşeyin en iyisini, doğrusunu onlar bilirdi! Çünkü onlar „vatan, millet kurtarıcı“ soydan idiler!..
Seksen yıldır bu devlet sınıfına karşı demokrasi mücadelesi veren halkın, Anadolu kapitalizminin güçlerinin mücadelesi hep inişli çıkışlı olmuştur. Demokrasi cephesi, ne zaman biraz güçlense, hemen ardından bir darbeyle karşılaşmış, iktidarı „devletin asıl sahiplerine“ terketmek zorunda kalmıştır. Hep, iki adım ileri bir adım geri giderek ilerlemek zorunda kalınmıştır. Anadolu kapitalizminin güçleri daha önce birkaç sefer iktidara gelmiş olsalar da hiçbir zaman devlete sahip olamamışlardır. Çünkü „devlet kutsaldır” ve “devletin asıl sahiplerine aittir”! Öyle bir „kapitalist ülke“ düşününüz ki, ülkenin burjuvazisi bir türlü devletin sahibi olamıyordu!
Türkiye bu idi işte! Burjuvaziye rağmen yoktan bir “ulus” yaratan “kahramanlar” ülkesi idi Türkiye!..Bu durum, bu çarpıklık daha yeni yeni değişmeye başlıyor. Ama görüyorsunuz, karşı taraf da-devletin tarafı da-henüz daha pes etmiş değil!. “Yeni Türkiye” falan deyip duruyoruz ama, şunu unutmayalım “yeni Türkiye” henüz daha kurulmuş değil!..O yönde ilerlemeye çalışıyoruz o kadar!..
Ya „ilericiler“, „solcular“ „demokrasi kahramanları“? Bu arada onların ne yaptıklarını mı merak ediyorsunuz? Onlar da bu oyuna-bu günaha ortak olmuşlardır. Ondan sonra da „bu halk bizi niye desteklemiyor“, neden Türkiye’de sol güçlenemiyor diye yakınırlar!. Niye desteklesin ki halk sizi, siz „devletsiniz“, devlet sınıfının müttefiklerisiniz; hem de, Osmanlı’dan bu yana o halka kan kusturmuş olan o „devlet sınıfının“ müttefikleri!
İnsanlar önlerindeki sorunlarla ilgilenirler, akşam eve götürecekleri ekmeğin kavgasıdır onların kavgası. Ve onlar bu kavgada kim nerede duruyor sadece ona bakarlar. İki tane referans noktası vardır onların kafalarında. Birisi “devlet sınıfı”nın durduğu noktadır, öteki de kendilerinin. Sen ne dersen de, eğer öbür tarafın bulunduğu yerde duruyorsan, ağzınla kuş tutsan bir işe yaramaz. Osmanlı’dan bu yana böyledir bu. Halkın kafasındaki pusula hiç şaşmaz! “Türkiye halkı, Türkiye seçmeni hep sağ’ı desteklermiş”! “Devlet sınıfının” “solcu” olduğu bir ülkede buna hiç şaşmamak lâzım!”
İşte tam bu noktada küreselleşme devrimi, Avrupa Birliği’yle bütünleşme süreci giriyor araya; ve “ulusalcılığını” “batıcılığının” ayrılmaz bir parçası olarak gören Türkiye devlet sınıfını suçüstü yakalıyor! Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecine karşı çıkmak zorunda kalmaları onların yüzündeki “çağdaşlık” “ilericilik” “batıcılık” maskesini birden indiriveriyor! “Kral çıplak kalıyor”!
Ama bu sürece hazırlıksız yakalanan sadece onlar mı idi! Daha düne kadar koruyucu dinci kabuklarının içinde devlete karşı ayakta kalabilme mücadelesi veren Anadolu kapitalistleri de şaşırıyorlardı bu işe! Ama onlar çabuk toparlandılar! Gökte aradıkları ilâhi yardımı birden yerde, Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecinde bulunca kısa zamanda toparlandılar! Eski “dinci” Anadolu burjuvalarını birden bire küreselleşmeci yapan, “dinci” motiflerle yerel düzeyde burjuva demokratik devrim mücadelesi veren “Anadolu Kaplanlarını” küresel dış dinamikle birleştiren diyalektik budur işte! Başta Türkiye olmak üzere, gelişmekte olan bütün ülkeleri kasıp kavuran devrimci dalganın esası budur. Bugün bir değil iki kere devrimcidir bu ülkelerin burjuvaları! Birincisi, kendi ülkelerinde gerçekleşen demokratik devrimde taşıdıkları öncü rolden dolayı. İkincisi de küresel devrime katkılarından dolayı.
Kapitalistler elbette ki kendileri için demokrasi isteyerek ayağa kalkıyorlardı. Yani, özel olarak halkı, işçileri düşündükleri, onlara acıdıkları için, ya da ideolojik nedenlerden dolayı değil! Ama işte tam bu noktada, onların çıkarlarıyla halkın-işçilerin çıkarları da kesişiyordu zaten, ve demokrasi mücadelesi bütün halkın mücadelesi haline geliyordu. Üretici güçlerin gelişmesini engelleyen devletçi işletme sisteminin yerine serbest rekabetçi bir işletme sisteminin geçmesi sadece kapitalistlerin işine yaramıyordu, bundan çalışanlar da yararlanıyorlardı. Kapitalist, azami kâr peşinde koştuğu için, özgürce üretim yaparak daha da zenginleşmek için istiyordu demokrasiyi; devletçi sistemin önüne çıkardığı engellere bu yüzden karşı çıkıyordu. Ama bütün bunları gerçekleştirebilmesi için, işgücünü özgürce satabilen işçilere de ihtiyacı vardı onun. İşte kapitalist bunun için köylüyü işçi yaparak özgürleştiriyordu. Evet özgürleştiriyordu! „Bu da bağımlılığın başka bir biçimi“ olsa bile gene de özgürleştiriyordu! Çünkü, üretici güçler ancak böyle gelişebilirdi. İşçiler burjuvalara bağımlı hale gelmesinler diye köylülüğü mü savunacaktık yani! „İlericilik“ bu mudur! Devlete bağlı kamu iktisadi teşebbüslerinde, bir kişinin yapacağı iş için torpille işe alınan beş kişinin çalıştığı bir düzeni savunmak mı idi „ilericilik“! „Hangi sistem altında gelişiyordu üretici güçler“, belirleyici olan bu idi. İlerici, devrimci, demokrat olmanın ölçüsü bu soruya verilecek cevapla bağlantılı idi.
Evet, dün, sermaye yetersizliğine çare olarak bulunan „kamu iktisadi teşebbüslerini“ desteklemek belki ilericilikti, ama bugün ilericiliğin ölçüsü devlet tekelciliğine karşı özelleştirmeleri desteklemekti!
Dün, yabancı sermayeye karşı çıkmak ilericilikti belki. Çünkü, kapitalizmin tekelci aşamasında-emperyalizm aşamasında sermaye ihracı sömürgeciliğin ayrılmaz parçasıydı. Sömürge ve yarı sömürge halklar bu „yabancı sermayeye“ karşı mücadele içinde geliştirmişlerdi kurtuluş savaşlarını. Bugün ise tam tersine, „yerli-milli sermaye“ diye ulusal duvarların arkasına gizlenerek tekel kuran ve kendi halkını kendisine mecbur bırakan „ulusal-sermayeyi“ savunmaktı gericilik! Bütün bu söylenilenleri şöyle özetlemişiz seneler önce:
“Ey, küresel bir dünya sisteminin doğmakta olduğunu göremeyen eski ilericiler, kapitalizm bir dünya sistemi haline geldi artık! Sermaye küreselleşti. Sermayenin ulus’u kalmadı! Ulusalcı nutuklarla sizi uyutanlar, sizin „ulusal-sermaye“ dedikleriniz, küresel rekabet mücadelesine girmek istemeyen, ulusal duvarların arkasına gizlenerek kendi tekel konumlarını muhafaza etmek isteyen yerli bezirgânlardır. Bugün, içinde yaşadığımız küreselleşme sürecinde, „kim ki bir taş üstüne bir taş koyuyor, niyeti, menşei, „ulusal kökeni“ ne olursa olsun hoş geldi sefa geldi“ ülkemize demeyi öğrenmeden artık ne devrimci olunabilir, ne de çağdaş. Çünkü, kendi ülkende üstüste konulan o taşlardır ki, hem yerel, hem de küresel düzeyde, üretici güçlerin gelişmesini ifade eden onlardır. Kapitalizmin kendini inkârı sürecinin köşe taşlarıdır onlar! Bu diyalektiği anlayamıyorsanız hiç olmazsa susun!..”
ANCAK, BU SÜREÇ GELDİ ŞİMDİ BİR NOKTAYA DAYANDI, MEVCUT DİNAMİK ARTIK ONU DAHA İLERİYE DOĞRU GÖTÜRMEYE YETMİYOR..
Küreselleşme sürecinin dış dinamiği olan küresel sermayenin gelişmekte olan ülkelere doğru giderken ön koşul olarak demokratikleşmeyi ileri sürmesinin („şunları, şunları yapar sistemi daha şeffaf, daha demokratik hale getirirseniz gelir ülkenizde yatırım yaparım” deyişinin) gelişmekte olan ülkelerin iç dinamiğiyle de birleşince bunun son yıllara damgasını vuran bir küresel demokratik devrim rüzgarına neden olduğunu söylemiştik. Öyle ki, küresel sermayenin, bu, „kim daha çok demokratikleşirse oraya daha çok gelirim“ deyişi, çoğu zaman, gelişmekte olan ülkeler açısından adeta bir yarışa bile dönüşüyordu!!. Bütün o Doğu Avrupa ülkelerini getirin gözünüzün önüne, bunların AB’ye katılmak için nasıl bir yarış içine girdiklerini düşünün!.Bunun da ötesinde, şu son on iki yılda Türkiye’de yaşanılan “demokratikleşme çabalarını” düşünün, o “barış süreci” bile aslında itici gücünü bu dinamikten almıyor muydu!..Yoksa siz, bütün bunlar öyle birden bire bir ilham geldi de öyle mi gerçekleşti sanıyorsunuz! Yüz yıllara damgasını vuran o taş duvarlar nasıl yıkılıverdi acaba! Osmanlı artığı o devlet sınıfı, „Tanrının yer yüzündeki temsilcisi“ olarak kabul edilen o Devlet anlayışı nasıl sarsıldı birden bire![2]Daha, neyi başardığının bile tam olarak farkında olmayan o Anadolu burjuvazisi, nasıl oldu da öyle bütün bu işleri başardı dersiniz!.Peki sonuç?
Tamam, demokratikleşiyorduk, demokratikleştikçe de gerçekten daha çok küresel sermaye geliyordu ülkeye, daha çok yatırım yapılıyor, ülke gelişiyordu, bunlar doğru idi. Ama bütün bunlar madalyonun sadece bir yanında yaşanılan gelişmelerdi. Madalyonun öteki yanında ise, aynı sürecin, yani demokratikleşme sürecinin geniş halk kitlelerinin yaşamında meydana getirdiği değişiklikler yazıyordu. Çünkü, daha çok demokratikleşme demek, aynı zamanda, kitlelerin kimlik oluşturma sürecinde daha geniş haklara sahip olmaları da demekti. Bu ise, onların daha fazla ekonomik ve demokratik hak talebinde bulunmalarıyla karşılık buluyordu. Ne kadar ilginç değil mi. Sermaye, “demokratikleşin, yoksa gelmem” diyor. Bu, mevcut statükoya-devlet sınıfına- karşı mücadelede iç dinamikler olarak senin de işine geldiği için (bu rüzgarı da arkana alarak) sen de bu yönde adımlar atmaya başlıyorsun; ama, o kadar ilginç ki, süreç, aynı zamanda, beraberinde insanların ekonomik ve demokratik haklarını genişletme sonucunu da getirdiği için, kendi zıttını da üretmeye başlıyor ve aynı küresel sermaye bir süre sonra “maliyetler yükseldi” diyerekten o “maliyetlerin daha düşük olduğu” ülkeler doğru gitme planları yapmaya başlıyor!..Yani, sermaye, başlangıçta neden senin ülkene doğru yöneldiyse, şimdi de gene aynı nedenlerle daha bakir, daha gözü açılmamış, bu yüzden de maliyetlerinin daha düşük olduğu yerlere doğru-örneğin Afrika’ya doğru- dümen kırmaya başlıyor!..
PEKİ, BUNDAN SONRA NASIL YOL ALACAĞIZ, NEREDE BULUNUYORUZ VE DAHA İLERİYE DOĞRU NASIL GİDECEĞİZ..
Bu sürecin, hangi aşamada, nereye doğru yol alacağını daha önce ayrıntılı olarak ele almaya çalıştığımız için işin o tarafını bir yana bırakıyoruz. Bu çalışmanın kapsamı içinde şu anki konumuz, bugün itibariyle, Türkiye’nin süreç içinde geldiği yerle ilgili; tabi, buna bağlı olarak bir de, bundan sonra daha ileriye doğru nasıl gidileceğiyle ilgileniyoruz. Bu açıdan, buraya kadar yapılan açıklamalar aslında bir tür hatırlatma niteliğinde. Bunları yapmak zorundaydık, çünkü, süreç içinde şu an nerede bulunduğumuzu kavramadan, “orta derecede gelişmiş bir ülke”olarak bundan sonra “daha ileriye doğru nasıl gideceğimizi” belirlemenin de mümkün olamayacağı kanısındayım..
İsterseniz önce bir durum tesbiti yapalım ve “NEREDE BULUNUYORUZ”, sorusunu cevaplarken içinde bulunduğumuz bu noktanın neden süreç içinde bir dönüm noktası-bir yol ayrımı-olduğunun altını çizmeye çalışalım:
Küreselleşme sürecinin müthiş bir hızla geliştiği bugünün rekabete açık dünyasında dünya pazarlarında yer tutabilmenin, büyümenin, gelişmenin yolu artık herşeyden önce daha fazla üreterek ürettiklerini satabilmekten geçiyor demiştik. Açık, bu bir gerçek!. Peki, bunu nasıl yapacaksınız? O da açık gibi görünüyor: Daha iyi kalitede malları, daha ucuza üreterek! Ama hepsi bu kadar mı?
Hayır tabi! Eğer bu kadarla kalırsanız, bu, sistem içindeki konumunuza bağlı olarak size bir süre için yeterli olabilir. Yani, mevcut potansiyellere dayanarak (şimdiye kadar üretilmiş olan bilgilere, tekniğe dayanarak) maliyetlerin düşük olmasından yararlanıp bir süre bu çizgide kalarak ilerleyebilirsiniz. Ama sonra öyle bir noktaya gelinir ki, bırakınız yeni ve niteliksel olarak daha iyi ürünleri üretebilmeyi bir yana, var olan şeyleri bile daha iyi kalitede ve daha ucuza üretebilmeniz için bir yanınızla mutlaka yeni bilgiler üretebilme faaliyetinin içinde olmanız gerekli hale gelir. Çünkü, bilgi toplumuna giden yolda, hızlanan bilgi üretimi sürecine paralel olarak, her geçen gün, üretilen yeni bilgilerin yarattığı yeni teknikler sayesinde, yeni, daha iyi kalitede ve daha ucuza ürünlerin piyasaya sürülebilir hale geldiği, bilgi eşittir sermaye denkleminin her geçen gün sürece biraz daha fazla damgasını vurduğu bir yola girildi.
Bu açıdan baktığımız zaman, Berlin Duvarı yıkılarak küreselleşme süreci hız kazandıktan sonra sermayenin Türkiye gibi, işgücünün ve diğer bazı maliyet faktörlerinin daha elverişli olduğu ülkelere doğru akınının bugün artık biraz duraksama, yön değiştirme aşamasına girdiğini görürüz. Tamam, sermaye hala maliyetlerin daha ucuz olduğu yerlere gitme eğiliminde, yani bu genel eğilim değişmedi, ama, örneğin bir Türkiye ile kıyaslandığı zaman, bu açıdan bakınca, dünyada bugün halâ daha elverişli görünen bir sürü ülke var. Yani, Türkiye gibi bugün artık “orta derecede gelişmiş ülke” olarak adlandırılan ülkelerin küresel sermayeyi kendilerine çekecek pek fazla potansiyeli kalmadı artık ellerinde. Evet, maliyetler örneğin Avrupa ülkelerine kıyasla hala daha düşük falan ama, aradaki makasın süratle kapanmaya başladığı da apaçık ortada. Peki ne yapacağız? Bundan 15-20 yıl önce gelişmiş ülkelerin ağlaştıkları gibi oturupta yalvaracakmıyız sermayeye, “aman gelin, bize gelin” falan diye!! Bırakınız başka ülkelerde doğup gelişen sermayeyi bir yana, bizim kendi ülkemizde palazlanan sermaye bile artık daha çok Asya’ya Afrika’ya gitmeye, oralardaki daha elverişli ülkelere yatırım yapmaya başladı. Bu nedenle, önümüzde iki seçenek varmış gibi görünüyor. Ya, “orta derecede gelişmiş bir ülke” olarak kaderimize küsüp, bu kadarına da şükür diyerek durduğumuz yerde durmaya devam edeceğiz, ya da, bilgi üretimi sürecine daha fazla ağırlık vererek bundan sonra gücümüzü, büyüme, gelişme potansiyelimizi bu sonsuz kaynaktan alıp yolumuza devam edeceğiz. Peki bu iş nasıl olacak?
Tamam, bilgi üretimine daha çok ağırlık vermek gerekiyor, bunun için de, sık sık tekrarlandığı gibi, “eğitime ayrılan kaynakları daha da arttırmamız şart” falan da, hepsi bu kadar mı, bu iş o kadar kolay mı; yani, eğitim ve bilgi üretimi denilen olay Türkiye gibi tarihsel gelişme süreci saptırılmış bir ülkede kısa vadede öyle “eğitime daha fazla kaynak aktararak” falan çözülebilecek basit bir olay mıdır?
EĞİTİM-ÖĞRENMEK, ÖĞRETMEK NEDİR, BİLGİ ÜRETİMİ FAALİYETİ NEDİR, BU İŞİN ÖN KOŞULLARI NELERDİR?..
Hayır! Bakın öğrenme olayını daha önce nasıl tanımlamışız[3]:
„Öğrenmek bilgi üretimi sürecidir; hammadde olarak dışardan alınan informasyonların sistemin içinde daha önceden sahip olunan bilgiyle işlenerek bilgi adı verilen yeni ürünlerin üretilmesi, sonra da, üretilen bu ürünlerin-bilgilerin eski bilgi hazinesinin üzerine ilâve edilerek muhafaza edilmesi olayıdır”!
Dikkat ederseniz, bilgi üretimi olayı da aynen bir fabrikada diğer ürünlerin üretiminde olduğu gibi iki aşamadan oluşuyor. Önce, dışardan-dış dünyadan-hammadde olarak belirli informasyonlar alınıyor, sonra da bunlar beyninde daha önceden sahip olunan bilgilerle işlenip değerlendirerek ürün haline getiriliyor..Yani, bilgi denilen şey bir nihai ürün oluyor. Öyle dışardan alıp hap gibi yutarak “sahip olunacak” bir şey değil bilgi (dışardan alınan şeylere informasyon dendiğini unutmayalım). Bu türden “öğrenmenin” adına ezber deniyor!..”Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur” hesabı, bu şekilde bütün o ansiklopedileri yutsanız da gene bilgi üretmiş olmuyorsunuz!!.
İşte bizde meselenin can alıcı noktası burasıdır. Bizim sahip olduğumuz eğitim sistemi pozitivist eğitim sistemidir ki, bu da, başkaları tarafından daha önceden üretilmiş olunan bilgileri hazır lokmalar gibi alıp yutmaya-yani ezbere- dayanır. Halbuki, bu şekilde “sahip olunan bilgilere” bilgi denmiyor; bunlar ancak bizim için informasyonlardır. Bilgi, dışardan alınan bu hammaddeleri işleyip değerlendirerek üretilen-üretilmesi gereken-o ürün oluyor. Bu işleme-değerlendirme olayına ise günlük yaşamda biz analitik düşünme deriz. Bu nedenle bilgi, öyle hiç düşünmeden alınıp sahip olunabilecek bir şey değildir!!. Yani öyle, “al, ezberle ve bilgi sahibi ol” diye birşey yoktur! İşin doğrusu, “al, onları daha önceden sahip olduğun bilgilerle değerlendir, yani bunların üzerinde düşün ve yeni bilgiler üret” olmalıdır.. Tabi, pozitivist felsefenin özünde analitik düşünme, düşünerek yeni bilgiler üretme diye birşeye yer olmadığı için, bütün bu söylenilenler pozitivist toplum mühendisleri açısından lüzumsuz şeylerdir!!.
Bakın bütün bunları daha önce nasıl ifade etmişiz:
“Bu çalışmayı ilk kaleme alırken “information processing-İnformation verarbeitung”, “Cognitiv Science” gibi kavramları İngilizce, ya da Almanca asıllarına uygun olarak kullanmıştım. Sonradan, internetten bunların Türkçelerini araştırdım ve ben de bunları üzerinde hiç düşünmeden Türkiye’de kullanıldığı gibi kullanmaya başladım. Gerçi daha o zaman bile bir tuhaflık olduğunu farkediyordum, ama, madem ki Türkiye’de bu kavramlar böyle yerleşmiş dokunmayayım demiştim. Hata etmişim! Şöyle ki: Türkiye’de İnformasyonla bilgi eş anlamda kullanılıyor. Kesinlikle yanlış. Ve bu yanlış basit, hani madem ki böyle kullanılıyor varsın kullanılsın denecek düzeyde değil! İnformation ve knowledge, ya da wissen tamamen ayrı kavramlardır. Şöyle bir örnekle açıklamaya çalışalım: Örneğin A ve B gibi iki insan arasındaki telefon görüşmesini, ya da karşılıklı konuşmayı ele alalım. A, B’ye bir şey söylediği zaman bu B için bir informasyondur bilgi değildir. B, bu informasyonu alır ve onu kendi içinde daha önceden sahip olduğu bilgiyle (Wissensbasis) işleyerek bir çıktı-cevap oluşturur. B’nin yaptığı bu işe “information processing”, yani informasyonu işleme süreci denir. Bilişim kelimesi ancak bu anlamda kullanılırsa, yani informationprocessing-informationverarbeitung anlamında kullanılırsa doğrudur. A için bilgi ancak B’den gelen informasyon işlenerek oluşturulan o ürün-cevaptır. Ama, A’nın bu çıktısı (cevap) B’ye ulaştığı zaman bu B için hemen bir bilgi olmaz, A’dan gelen bir informasyon olur. Ve B’de bu informasyonu kendi içinde sahip olduğu bilgiyle işleyerek, yani informationprocessing yaparak kendisi için bir bilgi haline getirir. A için bir bilgi olan, B için bir informasyondur. Ve tersi. Hiçbir zaman bilgi işleme süreci diye birşey olamaz! İşlenen daima informasyondur. “Bilişim”, informasyonu işleme sürecidir-informationprocessing”[4].
Öyle bir eğitim sistemimiz var ki bizim, adeta bir torna makinası gibi, tam bir robot-“yeni tipten devşirme insan”-yetiştirme mekanizması! Ve biz daha, bilgi nedir, informasyon nedir, bilgi üretimi mekanizması olarak öğrenmek nedir gibi kavramları bile doğru kullanamıyoruz. Çünkü, bu işi başından organize edenler öyle istemişler. Demişler ki, “batılı ülkeler nasıl olsa bu olayı-bilgi üretme olayını-çözmüşler ve yeni bilgiler üretip duruyorlar. Bu noktadan sonra bize düşen artık bunları alarak o bilgilere sahip olmaktır”!!. Tabi, bu durumda, eğitim sisteminizi de bu anlayışa göre kurmuşsunuz!. Bu nedenle, önce bu işleyişin değişmesi lazım. Yoksa, aynı ezberci-pozitivist “eğitim” mekanizma devam ettiği sürece, siz istediğiniz kadar “bütçeden eğitime ayrılan payı” arttırın! Daha çok ezberci insan yetiştirmiş olursunuz o kadar!!..
Bakın, öğrenme olayını tanımlarken “dışardan alınan informasyonların daha önceden sahip olunan bilgilerle-bilgi temeliyle-işlenmesinden, değerlendirmesinden bahsediyoruz. Peki, nedir o “daha önceden sahip olunan bilgiler”, yani “bilgi temeli”?
Günlük yaşamda “bilgi” deyip geçiveriyoruz, ama olay o kadar basit değil aslında. Çünkü, iki çeşit bilgi vardır. Birincisi, doğduğumuz andan itibaren annemizden babamızdan, en yakın çevremizden bilinç dışı bir öğrenme süreciyle öğrenerek sahip olmaya başladığımız yaşam bilgilerimizdir. Biz bunlara pratikte kültür adını veririz. İkincisi ise, daha sonra bu temel üzerine “bilinçli bir çabayla” öğrenerek ilave ettiğimiiz bilişsel bilgiler. Bu iki bilgi türü birbirinden ayrılamaz. Bunlar bir binanın temeli ve onun üzerine inşa edilen üst katlarına benzer. Peki siz ne yapmışsınız? “Batılılaşma” adı altında bu ülkede şu son iki yüz yıldır yaşanılanlara bir bakın, nedir bütün bunların anlamı? Sen tutuyorsun, insanların o ana kadar sahip oldukları bilgi temellerini, “bunların hepsi çağ dışıdır” diyerekten kaldırıp atarak, adeta bir robotun hafızasındaki eski programı-software’i çıkararak ona yeni bir program-software yükler gibi insanların kafalarına başka bir bilgi temelini sokmaya çalışıyorsun!. Bunun adı da “çağdaşlaşma”, “yeni insan yetiştirme” işlemi oluyor!!. İşte, Türkiye’deki “eğitim sistemi” budur!. Bu nedenle, bizim önce bu pozitivist kültür ihtilali olayını, halâ dönmekte olan o çarkı devre dışı bırakabilmemiz gerekiyor. Peki bunu nasıl yapacağız? Sil baştan, bu sefer de şu son iki yüz yılda yapılanları toptan inkar edip “eskiye dönerek onu restore etmeye çalışarak mı”? Hayır, bu da değil. Yaşanılan yaşanılmıştır bir kere, isteseniz de bunu inkar edemezsiniz. Bu nedenle, elde olana sahip çıkarak, onu kendimize ait olanla birleştirip yeni bir sentez üretebilmektir bizim yapmamız gereken.[5] Yoksa, öyle yüzeysel tedbirlerle “İslami nesiller yetiştirerek” falan bir yere varamak mümkün değildir!!. Daha önceki “Kemalist nesiller yetiştireceğizi” tersine çevirerek aynı mekanizmayı başka türlü inşa etmiş olursunuz o kadar!! Hem sonra bakın bazıları da “paralelci” “altın nesiller” yetiştirmişler bu arada!!.O kadar çok biyolojik robot var ki bu ülkede, yeter artık, robotlar bilgi üretemez!!..
Bu konuyu burada neden bu kadar geniş olarak ele aldığımız anlaşılıyor her halde. Demek istiyorum ki, evet bu işin-yani gelişmenin, ilerlemenin-yolu yeni bilgiler üretebilmekten geçiyor. Ama görüyorsunuz bu da, özellikle Türkiye gibi tarihsel gelişme yolu saptırılmış bir ülkede kolay değil, öyle, “eğitime ayrılan tahsisatı” arttırarak falan kısa zamanda hallediliverecek bir sorun değil, daha çok orta ve uzun vadeli olarak çözümlenecek-mutlaka çözülmesi gereken-bir sorun...
Peki o zaman ne yapacağız?
ÖNÜMÜZDE YIĞILI OLAN VE ÇÖZÜM BEKLEYEN DİĞER SORUNLAR..
„Cari açık“ sorunumuz, „tarım sorunumuz“, iklim değişikliğine bağlı olarak ortaya çıkan „su ve kuraklık“ sorunumuz, ihracat, üretim falan derken, sanayi üretimimizin toplam üretim faaliyeti içinde geride kalmasına bağlı sorunlar..ve de, bütün bunlarla içiçe olan diğer sorunlarımız: Demokratikleşme sorunumuz, yeni anayasa yapma sorunumuz, Kürt ve Alevi sorunlarımız, şu an itibariyle bir buçuk milyonu bulan mülteci sorunumuz..Nasıl çözeceğiz bütün bu sorunlarımızı?
[1]Ama sadece Türkiye değil! Alın bir Suriye’yi, Arap ülkelerini, Afrika ülkelerini, ya da Asya’daki birçok diğer ülkeyi, bunların çoğunu genel olarak aynı “gelişmekte olan ülkeler” kategorisi içinde ele alabiliriz. Türkiye bunların belki de en ilerisi. Hemen hemen hepsi de, kendine özgü, kendini “ulusalcı”, ulus ya-ratıcısı olarak nitelendiren, ama öte yandan, ülkede kendilerinden bağımsız bir burjuva sınıfının geliş-mesinin de önündeki en büyük engel olan bir devlet sınıfının yönetimindeki ülkelerdir bunlar.
[2] „Sarsıldı“ diyorum, çünkü henüz daha tam olarak yıkılmadı!!..
[3] “Öğrenmek Nedir, Neden Öğreniyoruz, Nasıl Öğreniyoruz”, http://www.aktolga.de/t6.pdf
[4] http://www.aktolga.de/intro_turk.html
[5] Alın işte size “sentez”. Bakın,bu topraklar o kadar da çorak değilmiş!: http://www.aktolga.de/t4.pdf
Yorum Yap