- 6.09.2013 00:00
PROBLEM ÇÖZMEK ÜZERİNE.
Her informasyon işleme sisteminin bir “bilgi temeli” vardır, dışardan-çevreden-gelen informasyonlar bu bilgilerle değerlendirilerek işlenirler demiştik. Bizim “problem çözme süreci” olarak adlandırdığımız bu değerlendirme-işleme-sürecinin sonunda ortaya çıkan sonuçlar ise problemin çözümünü temsil ederler. Yapay zekâda “bilgi temelini” problem çözen sistemin içine insan monte ederken, insan beyni kendi bilgi temelini kendisi yaratarak-öğrenerek gelişiyor-oluşuyor. Bu yüzden, yapay zekâda problem çözme yeteneği ancak daha önceden bilgi temelinde kayıt altında bulunan bilgilerle sınırlı kalırken, insan beyni, yaşamı devam ettirme mücadelesi içinde çevreden gelen “yeni ve önemli” informasyonları işleyerek ürettiği yeni bilgilerle bilgi temelini kendisi zenginleştiriyor. Ama o, bununla da yetinmeyerek, bu bilgileri kullanarak oluşturduğu yeni nöronal programlarla yeni kimliklere sahip olarak kendini de yeniden üretmiş oluyor.
Açıkça anlaşılacağı gibi, burada kilit unsur çevreden gelen “yeni ve önemli”informasyonlar, bu informasyonların alınışı, bunların değerlendirilerek işlenilmesi ve sonra da, bunlardan yeni bilgiler üretilirken genişletilen bilgi temeliyle birlikte daha fazla problem çözme yeteneğine sahip yeni programların geliştirilmesi oluyor.Daha başka bir deyişle, yapay zekâyla insan beyni arasındaki en önemli-temel farklılık, bunların çevreden gelen informasyonları bir süzgeçten geçirerek değerlendirme yeteneğinde ortaya çıkıyor. İnsan beyninin gelen informasyonları “yeni ve önemli” olarak değerlendirebilme yeteneğine karşılık, yapay sistemlerin böyle bir yeteneği bulunmuyor. Yapay bir sistem neyin “yeni” olduğunu ayırdedebilse bile, onun elinde hiçbir zaman neyin “önemli” olduğuna dair bir kıstas bulunmuyor. Çünkü, sürekli değişen bir kriter olan “ÖNEMLİLİK” kriterinin belirleyicisi yaşamı devam ettirme mücadelesinde ayakta kalabilmektir. Yapay sistemlerin ise böyle bir sorunu yoktur! Bu kadar basit!..Çevreden “yeni ve önemli” informasyonların gelmesi organizma-beyin- için bir yandan çözülmesi gereken yeni bir problemin ortaya çıktığına işaret ederken, diğer yandan da bu ona-organizmaya, beyine-yeni bilgiler üreterek problemi çözmek-yeni programlar yapmak için motivasyon kaynağı olur. Halbuki, yapay bir zekâ için-bir komputer, ya da bir robot için-ne böyle bir problem ortaya çıkar, ne de bu problemin çözülmesi için bir motivasyon kaynağı oluşur”!.
İşte bütün o pozitivist “biliminsanlarının”-pozitivist eğitim sistemi planlayıcılarının (bizdeki Kemalistlerin de) anlayamadıkları gerçek budur! Pozitivist “eğitimcilere” göre, aynen bir computere veri yükler gibi dolduracaksın çocukların kafalarına (ezbercilikten bahsediyoruz) ansiklopedik “bilgileri”, tamam işte olay-öğrenme olayı- budur! Dikkat ederseniz, informasyonla bilgiyi bir ve aynı şey olarak görmeyle başlıyor sorun! Çocukların beynine ne kadar çok informasyon tıkılırsa onlara o kadar çok şey “öğretildiği” sanılıyor!.Yani, bu türden bir öğrenme olayı daha işin başından sakat! Aslında burada söz konusu olan öğrenme değil zorla “öğretme”! Çünkü öğrenmek: “dışardan”-“çevreden”- gelen informasyonları (dikkat edin, “bilgileri” demiyorum!) sahip olduğumuz bilgilerle işleyerek yeni bilgiler üretmek, sonra da, üretilen bu bilgileri muhafaza ederek, bunları daha sonraki informasyon işleme süreçlerinde kullanmak demektir. Pozitivistler için ise, informasyonla bilgi bir ve aynı şey olduğundan, onlar için dışardan hammadde olarak gelen informasyonları sahip olduğun bilgilerle değerlendirerek işlemek falan söz konusu değildir!. Bir “bilgi” bir kere üretilmişse artık onu alıp hap gibi yutmak yeterlidir! Bu durumda “anlamak” da gerçek anlamını kaybediyor!. Halbuki, başkaları tarafından üretilmiş bir bilgi bile olsa, dışardan gelen şey otomatikman anlaşılabilecek birşey değildir; o an için o sadece bir informasyondur-yani hammaddedir. O, ancak daha önceden sahip olduğun bilgilerle değerlendirilip işlenilerek, bunlarla bağlantı içinde yerine konularak senin için de bir bilgi haline gelir. Yoksa, ezberlenmiş-özümsenmemiş bir “bilgi” ancak bir informasyon olarak kalır-unutana kadar!..
İşin bir de tarihsellik yanı var..
Ama, sadece bu kadar da değil, insan ve toplum söz konusu oluncaişin içine bir de tarihsellik giriyor. Toplum adını verdiğimiz sistemler her dönemde belirli bir üretim biçimi üzerine kurulan (belirli üretim ilişkilerince şekillenen), bütün bu süreçlerin evrimine bağlı olarak da tarihsel olarak gelişen canlı sistemlerdir. Her toplum, kendi tarihsel evrimi süreci içinde, içinde bulunduğu aşamanın özelliklerine göre, yaşamı devam ettirme mücadelesi tarafından koşullanan belirli yaşam bilgilerini-kültür deriz biz bunlara-geliştirir ve çevreyle ilişkilerinde bu bilgileri kullanarak varlığını sürdürür. Bu nedenle, yüzyıllar içinde süzülerek gelen ve bilinç dışı olarak kayıt altına alındıktan sonra nesilden nesile aktarılarak varlığını sürdüren bu bilgileri, basit bir şekilde, bir kompüter programıyla-software-kıyaslayamayız. Bir kompüterin programını başka bir programla değiştirerek onun işleyiş biçimini değiştirebilirsiniz, ama bir toplumun bilgi temelini-kültürünü-aynı şekilde değiştirerek ona başka bir kültürü monte edemezsiniz!.
Ama pozitivistler aynı görüşte değiller bu konuda! Onlar, “neden olmasın” diyorlar. Eğer toplumsal gelişme sürecinin daha ileri basamaklarında bulunan toplumları inceleyerek bunların gelişme yasalarını bulabilirsek, o zaman, bu bilgiler aracılığıyla, gelişme sürecinin daha alt basamaklarında bulunan toplumları (onların da aynı uzun ve zahmetli yollardan geçerek kendi kendilerine aynı aşamalara gelmelerini beklemeden) yukardan müdahale ederek kısa yoldan aynı seviyelere getirebiliriz[1]. İşte, “toplum mühendisliği” de denilen bütün o pozitivist “devrim anlayışlarının” özü budur. Dikkat edilirse, burada söz konusu olan, sadece, başka toplumların deneyimlerinden yararlanmak değildir, buralardan elde edilecek bilgiler aracılığıyla, tıpkı bir kompüterin bilgi temelini değiştirir gibi toplumun tarihsel olarak oluşmuş olan bilgi temelini (“devrimci bir müdahaleyle”) değiştirerek ona yeni bir kimlik kazandırmaktır!
Herşey bir yana, bakın böyle birşey maddi olarak neden mümkün değildir:
İnsan beyni informasyonları sinaps adı verilen belirli nöronal yapılar aracılığıyla kayıt altında tutabiliyor. Yeni informasyonlar ise, ancak varolan sinapsların üzerine yeni ekler-ilave sinapslar- oluşturarak mümkün oluyor. Yani, siz isteseniz de, öyle hiç yoktan bir anda “tamamen yeni” sinapslar oluşturamazsınız! “Yeni” (yeni bir sinaps), daima, eskiden beri varolanla bağlantısı içinde, onun üzerine inşa edilerek meydana geliyor. Öyle, çıkar eski sinapsları, koy onların yerine yenilerini diye birşey mümkün değildir![2] İşte bütün mesele burada! Pozitivizm ve onun felsefi temelleri burada çuvallıyor!. İnsanı bir makine-kompüter[3] olarak gören zihniyet burada iflas ediyor. Bütün o, beynini dışardan ithal ettiği ansiklopedik bilgilerle dolduran pozitivist toplum mühendisi “devrimcileri” içinde yaşadıkları topluma yabancılaştıran, düşüncelerinin toplumda maddi bir karşılığı olmadığı için onları birer turist haline dönüştüren diyalektiğin özü budur..
Olayı daha iyi kavrayabilmek için-pozitivizmin neden bir toplumsal mühendislik olayı olduğunu, onun neden toplumsal düzeyde gerici bir sistem kontrol mekanizması yaratmaya çalıştığını daha iyi kavrayabilmek için- önce bu iş-yani sistem kontrol olayı-doğada nasıl oluyor onu bir görelim:
Sistem kontrol mekanizması nasıl çalışır:
Hangi türden bir termostat olursa olsun (organizmada biyolojik süreçleri kontrol altında tutan termostatlar da gene aynı şekilde çalışırlar) amaç açıktır: Amaç, “girdiyi” (yani çevreden gelen etkileri-alınan informasyonları) kontrol ederek istenilmeyen sonuçların-“çıktıların”- meydana gelmesini engellemektir (ya da tabi, gene “girdiyi” kontrol altında tutarak istenilen sonuçları elde edebilmektir..). Bunun için de, ya negatif feedback yapılarak (negatif olarak geriyi-“girdiyi”- besleyerek, örneğin, eğer bir araba kullanıyorsak gazı keserek, ya da, fren yapıp, direksiyonu sağa sola kırarak) istenilmeyen sonuçlar-çıktılar- engellenir, ya da, pozitif feedback yapılarak (geri-“girdi”-pozitif olarak beslenerek, gaz vererek vb.) istenilen sonuçlar elde edilmeye çalışılır..
Açıkça görüldüğü gibi, bütün bu işlemlerin-sistem kontrol mekanizmalarının- çalışma prensibi, daima, sebebi kontrol altında tutarak sonucu-dolayısıyla da varolan statükoyu-gidişi kontrol altında tutabilmekten ibarettir. Örneğin, eğer bir klima cihazı odanın ısısını yirmi derecede tutacak şekilde ayarlanmışsa, bunun anlamı, ısı yirmi derecenin üstüne çıkınca bu “istenilmeyen bir sonuç” olacağı için (ısının tekrar yirmi dereceye inerek statükonun korunması amacıyla) sistemin soğuk hava üretmesine ihtiyaç olacaktır. Ya da tabi tersi; dışarda hava soğuksa evin içi de soğuyacağından, bunu tesbit eden ısı ölçer hemen aleti çalıştırır ve o da ısı üreterek oda ısısının aynı kalmasını, dolayısıyla da statükonun korunmasını sağlar...
Şimdi, eğer yukardaki şekilde ısısını yirmi derecede tutmak istediğiniz ev-ya da odanın yerine, değişim süreci engellenmek istenen bir toplumu koyarsanız bu durumda, statükonun hep aynı kalmasını isteyen instanz da, statükoyu, yani, belirli bir andaki toplumsal dengeyi temsil eden egemen sınıf olacaktır! Bu durumda, statükoyu değiştirici rol oynayan etkenler (yukardaki örnekte ısı) ise, iç ve dış dinamiklerin faaliyetleridir. İç dinamiklerden kasıt açıktır: Bunlar sistemin üretici güçleridir. Üretici güçler geliştikçe insanlar arasındaki ilişkileri belirleyen eski üst yapı-yani statüko da zorlanmaya başlar. Yeni duruma uygun yeni ilişkilerin kurulması zorunlu hale gelince eskiyi temsil eden statükonun sarsıldığına şahit oluruz.. Örneğin, bir AK Parti çıkar ortaya ve “Devleti ele geçirmeye” çalışır! Burjuvazi, “madem ki egemen sınıf ben oluyorum artık, o halde ilişkilerde belirleyici olan da ben olmalıyım” diyerek kolları sıvar! Eski statükoyu devirerek onun yerine kendi iktidarını temel alan yeni bir düzen-ilişkiler sistemini-statükoyu kurmaya çalışır. Bu durumda, bizim “siyaset”, ya da “sınıf mücadelesi” dediğimiz şey de, üretici güçlerin gelişmesini temsil edenlerle, bunu engellemeye çalışanlar (o an varolan eski statükoyu temsil edenler) arasındaki mücadele halini alır. Türkiye söz konusu olduğu zaman, üretici güçler geliştikçe (yani kapitalizm geliştikçe) eski dengeyi-statükoyu temsil eden “asker-sivil zinde güçlerle”-“Kemalistler”le iktidarın yeni sahipleri (Anadolu burjuvaları) arasındaki mücadelenin özü de bundan başka birşey değildir. Yaşadığımız sürece damgasını vuran sınıf mücadelelerinin esası bu kadar basittir. Bütün o, sırtını Devlet sınıfına-Kemalizme dayayan “kapitalizm düşmanı” yeni tipten solcu jöntürk ideolojilerinin çıkış noktası ve hayat kaynağı budur! İstenilmeyen sonucu-Anadolu burjuvalarının yönetiminde yeni, kapitalist bir Türkiye’yi-engelleyebilmek için, Kemalizmle Marksizm karışığı bir sola zemin hazırlayan Devlet sınıfı bugün bile halâ kaybettiği eski statükodan vazgeçmiş sayılamaz!. Mücadelenin her aşamasında, geri çekilme sürecinin her basamağına uygun biçimlerde yeni sistem kontrol araçları-yeni maskelerle donatılmış, yeni devşirme askerler- üreterek halâ umudunu kaybetmeden birşeyler yapmaya çalışmaktadır!
Bu mücadelenin ve toplumsal sistemin kontrolü mekanizmasının tarihsel köklerine gelince..
Çevre faktörünün değişmesine bağlıolarak (Amerika’nın ve ateşli silahların keşfi, bunun Avrupa ve Osmanlıdünyasına olan etkileri, yeni ticaret yollarının bulunuşu ve buna benzer daha birçok etken..). 16.yy’ın ortalarından itibaren Osmanlı’nın bütün yaptığı, yaşamı devam ettirme mücadelesinde değişen buçevreye uyum sağlayabilme çabasından ibarettir. Ta o Kanuni döneminden itibaren, merkezi yapısını ayakta tutabilmek için Celali’lere karşı verdiği mücadeleden, II.Mahmut’un yeniçerileri ve Eşraf-Ayan adı verilen Müslüman mahalli liderleri yok etmesine kadar bütün yapılanların özü, bu çevreye uyum çabasıdır. Ama sonunda iş öyle bir yere gelip dayanır ki, elde olanı koruyarak çevreye uyum sağlayabilmenin (ya da, çevreye uyum sağlayarak elde olanı koruyabilmenin) yolunun sistemi yeniden organize etmekten geçtiğini anlar Osmanlı!. Özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya gibi ülkelerle olan ilişkilerini denetim altına alabilmek için önce kendi davranışlarını (çıktı) kontrol altında tutması gerektiğini, bunun yolunun da istenilen çıktıların üretilmesini sağlayacak yeni girdilere sahip olmaktan geçtiğini farkeder. İşte, bütün o, Batı’ya elçiler, öğrenciler falan göndererek “Batı’nın sırrını öğrenme” ve sonrada, “onlar gibi olabilmek için” bu “işe uygun kadrolar yetiştirme” (bu “alıcıların”-kadroların elde ettikleri bilgilere göre sistemi etkileyerek ona yeni bir bilgi temeli kazandırma) çabalarının altında yatan mekanizma budur. Bütün o Jöntürkleri (ve daha sonra da onların takipçilerini) ortaya çıkaran sürecin mantığı budur. Yani, öyle bir üstün irade ortaya çıkıyor da, herşeyi o planlayarak toplum mühendisleri falan yetiştirmeye çalışmıyor! Yaşamı devam ettirme mücadelesi içinde sistem kendi varlığını koruyabilmek için el yordamıyla kendine çıkış yolu ararken işin yolu buralara varıyor. Sistem, kendi varlığını devam ettirmenin yolunun pozitivist toplum mühendisleri yetiştirerek onların önerilerini uygulamaktan geçtiğine inanıyor!
Neden peki pozitivizm? Neden başka birşey değil de pozitivizm?
Çok basit! İşin en kestirme, görünen en kolay yolu buydu da ondan! Hani o, “geri kalmışlığın” nedenlerini bulmak, Batı’yı keşfetmek için Batı’ya gönderilen ajanlar (Jöntürklerin çoğu bu amaçla, Batı’ya gönderilen Osmanlı’nın elit tabaka çocuklarıydı) vardı ya, bunlar Paris’e, Londra’ya falan gidipte sokaklarda şık kıyafetli insanları, piyano çalan bayanları vb. görünce “tamam” diyorlardı “bulduk bu işin sırrını” ; ancak onlar gibi olmaya çalışarak bu işi başarabiliriz”!!. Batılılar gibi giyinmek, piyano çalmak, yabancı dil bilmek falan yani![4] Hele bu ara bir de “modern toplum bilimi” olarak lanse edilen “pozitivist sosyolojiyle” tanışma fırsatını da bulmuşlarsa, “tamam bu iş bitti” havasına giriyorlardı[5]!. Öyle, Batı toplumlarının tarihsel gelişme süreciymiş, onlar birkaç yüz yıldır devam eden belirli bir sürecin sonunda o günkü seviyelerine ulaşmışlar.. bunlar önemli değildi pozitivist anlayışa göre!. “O an’ın içinde varolan gerçeklikten” yola çıkmak yetiyordu pozitivizm için!. Eğer, “bütün bilimler içinde en gelişmiş bilim olan sosyoloji bilimine” (bu ifade Comte’un) vakıfsanız (yani, Batı toplumlarının o anın içindeki işleyiş yasalarını biliyorsanız) sahip olacağınız bu bilgileri kullanarak kendi toplumlarınızı da aynı şekilde dizayn edebilirdiniz! İşte size Osmanlı aydınlarının ve Devlet Sınıfı elitlerinin arayıpta bulamadıkları “devrimci” çözüm! Devleti-varolan sistemi kurtarmanın çarelerini arayan Osmanlı elitlerini pozitivizme sarılmaya götüren neden budur işte.
Dikkat ederseniz burada belirleyici iki unsur var. Birincisi, pozitivizmin sadece o anın içinde varolanla ilgilenmesi. İkincisi de, toplumsal mühendislik faaliyeti yoluyla “hastayı” iyileştirmenin-onu” kurtarmanın” mümkün olduğunu söylemesi. Yani öyle, toplumsal değişim için süreç içinde ortaya çıkan belirli bir sivil toplumu falan gerekli görmüyordu pozitivist felsefe!. Kökeni, niteliği ne olursa olsun, belirli bir anın içinde “değişim taraftarı” olan bir kadronun varlığı yetiyordu ona!. Eğer bu insanlar-kültür ihtilalcisi bu öncü kadro- bütün diğer silahlar içinde en güçlü silah olan “bilimi” de ellerine almışlarsa, o zaman bunların yapamayacakları hiçbirşey kalmıyordu geride!. (Kemalizmin “hayatta en hakiki mürşid ilimdir” sloganını bir de bu açıdan ele alın isterseniz!Ya da, M.Kemal’in o meşhur deyişine bir de bu açıdan bakın: “Neden halkın seviyesine inecekmişim ki” diyor M.Kemal, “önemli olan bilimin önderliğinde onları benim bulunduğum seviyeye çıkarmaktır; ben bu seviyeye ulaşana kadar az mı emek sarfettim”!.İnsan bu sözleri işittikten sonra daha iyi anlıyor o “göbeğini kaşıyan adam”, ya da, “cahil halkla okumuş bir insan nasıl olur da aynı oy hakkına sahip olurlar” sözlerinin ne anlama geldiğini!..”Pozitivizm, özünde, statükoyu korumak amacıyla, Devletçi elitlerin dinin yerine “bilimi” koyarak yaptıkları bir toplum mühendisliği faaliyetidir” sözü boşuna edilmiş bir laf değildir!..
Peki, eğer ortada değişimi gerçekleştirecek bir sivil toplum falan yoksa ve amaç sadece varolan sistemi “kurtarmaksa”, kim isterdi bunu en çok, “Devletin sahibi” olan o elitler değil mi! Olay bu kadar basittir!
Tencere yuvarlanıyor kapağını buluyordu! Yani, alan memnundu satan memnundu! Satan da (yani Batı’lı ülkeler de) memnundu, çünkü kültür ihtilali anlamına gelecek bu türden bir “değişim”, herşeyden önce, Batı kültürünü benimsemiş yerli bir kadronun da yetişmesi anlamına gelecekti. Yani öyle Hindistan’da falan olduğu gibi dışardan ithal edilen sömürgeci kadrolara gerek kalmayacaktı! Hani derler ya, “Osmanlı hiçbir zaman sömürge olmamıştır” diye! Osmanlı, “batıcı-devrimci” denilen yeni tipten yerli devşirme sömürge kadrolarının yönetiminde-kendi ordusunun işgali altında- yeni bir sürece giriyordu..
Osmanlı’nın “devrimci” elitlerinin pozitivizmi keşfiyle Batı’lı emperyalist ülkelerin kültür ihracının biribirine paralel olarak gelişmesi ne kadar ilginç değil mi![6] “Batılı ülkeler” denilen ülkeler Osmanlı’ya göre toplumsal gelişme basamağının daha üst seviyelerinde olan kapitalist ülkelerdi. E, bu ülkelerde yetişen bilimadamları bu gelişmenin hangi toplumsal yasalara göre gerçekleştiğini de bulup çıkarmışlardı ortaya. O halde, Osmanlı aydınlarına düşen, tıpkı doğa bilimlerinde olduğu gibi bu bilgilere sahip çıkarak-bunları kullanarak, yapılacak toplum mühendisliği faaliyetiyle içinde yaşadıkları toplumu da değiştirmek, “muasır medeniyet seviyesine çıkarmak” oluyordu! Hem sonra, ne demekti, “hayatta en hakiki mürşit ilim değil mi idi”! Peki ne yapacaktın bunun için? Önce, içinde yaşadığın o “geri kalmış toplumun” bilgi temelini-yani kültürünü-değiştirecektin!. Çünkü, başka türlü “istenilen sonuçları” üreten bir sistem haline getiremezdin onu!. “Geri kalmışlık” bir sonuç idiyse eğer, bunun nedeni sistemin sahip olduğu İslam kültürüne dayalı o geleneksel bilgi temeli olmalıydı!. Bunu söküp atıpta bunun yerine Batı kültürüne dayalı yeni bir bilgi temelini oturtabildinmiydi ya bütün mesele kendiliğinden hallolacaktı! Bu durumda bütün yapılacak iş, yukardan aşağıya doğru Devlete bağlı-Devletçi bir kapitalizm yaratarak “sistemi Batılılaştırıp modernleştirerek-çağdaşlaştırmaktan” ibaretti! İşte son iki yüz yıldır (daha öncesini bir yana bırakıyorum) yaşadığımız işkencenin mantığı budur. Peki nedendi, bütün bu olup bitenlerin nedeni ne oluyordu? Tek bir nedeni vardı: Varolan sistemi muhafaza edebilmek (biliyorsunuz, buna “Devleti kurtarmak” da deniyordu!). İşte ol hikâye bundan ibarettir!.
Pozitivizmin, toplumsal düzeyde sistem kontrol mühendisliği olduğunu söylüyoruz. İsterseniz buna bir örnek daha verelim; “Provokasyon” nedir, kim yapar provokasyonu ve de nasıl yapar, hiç düşündünüz mü bunu?
Amaç açıktır, ya istenilmeyen bir sonucu engellemek için, ya da, istenilen bir sonucu ortaya çıkarmak için yapılır provokasyon! Bunun için yapılması gereken de gene girdiyi kontrol ederek çıktıyı kontrol altına almak olacaktır. Bunu, daha başka bir şekilde, sebep-netice mekanizmasını harekete geçirmek olarak da ifade edebiliriz.
Peki ama biz dedik ki, toplum farklıdır. İnsan, ya da toplum söz konusu olduğu zaman sistem mühendisliği olayı bu kadar basite indirgenemez!. Evet, doğrudur bu, ama dikkat ederseniz burada kastedilen-yani toplum farklıdır derken anlatılmak istenen- uzun vadeli, esasa ilişkin sonuçlardır. Yani, toplum söz konusu olunca sistem kontrol mekanizması hiçbir işe yaramaz sonucu çıkmıyor buradan. Sistem mühendisliği yoluyla kısa, hatta orta vadeli olarak toplumları da kontrol altına almak mümkündür! Buna karşı yapılabilecek tek şey mekanizmayı açığa çıkarmaktır. Ama bunun için de tabi, belirli bir toplumsal gelişmişlik seviyesine ihtiyaç oluyor. Çünkü, provokasyon ancak duygusal reaksiyonlara-kimliklere hitab eder..Yani, “provokasyona gelmemenin” tek yolu olayları ve süreçleri rasyonel-bilişsel olarak değerlendirebilmektir.
İnsan-ve de toplum tabi- çevreyle etkileşim içinde bilinçdışı olarak gelişen duygusal bir alt kimliğe sahip olur. Ama o, aynı zamanda-bütün diğer hayvanlardan farklı olarak-tıpkı ata binmiş jokey örneğinde olduğu gibi, bu duygusal alt kimiğin üzerine oluşan bilişsel bir üst kimliğe de sahiptir. Bu anlamda, “her insan, kendi atına binmiş vaziyette yol alan bir jokeye benzer” demiştik. Belirli bir anda insanların-ve de tabi toplumların davranışları o an iplerin kimin elinde olacağına bağlıdır. Yani jokey mi atı yönetiyor, yoksa at kendi başına karar vererek mi yoluna devam ediyor; soru budur.Bu konuyu daha önce bütün ayrıntılarıyla ele aldığımız için şu an işin ayrıntılarına girmiyorum. Burada bilmemiz gereken şudur: Her durumda, önce bilinçdışı duygusal bir alt kimlik oluşur, daha sonra da, bunun üzerine, bunu kontrol altına alacak olan bir üst kimlik. Ama, insanların ve toplumların gelişme sürecinde bu alt kimlik üst kimlik ilişkisi her zaman aynı şekilde işlemez. Örneğin, ergenlik çağında olan bir insan-ya da toplum-henüz daha üst kimliğiyle duygusal alt kimliğini kontrol etmeyi yetişmiş bir insan kadar başaramaz. Çünkü, üst kimliğin gelişmesinde en önemli rolü oynayan önbeyin-prefrontalekortex-ancak ergenlikten sonra gelişmiş haline kavuşur. İşte bu nedenden dolayıdır ki, üst kimliğin bilinç dışı duygusal alt kimliği kontrol altında tutacak kadar gelişme olanağını bulamadığı sürecin bu ön aşamalarında, insanların-ve toplumların- davranışlarını, onların bilinçdışı duygusal alt kimliklerini provoke ederek yönetmek-kontrol altında tutmak mümkündür.Çok basit, gene aynı mekanizmadır işletilecek olan; ya, istenilen bir sonucu elde etmek için, ya da istenilmeyen sonuçları engellemek için (yani çıktıyı kontrol altında tutmak için) girdiyi kontrol altında tutarsınız olur biter!. Örneğin, eğer onun belirli bir tepkiyi vermesini istiyorsanız, onu bu tepkiye yöneltecek şekilde etkilersiniz![7]. Ya da tabi tersi. Burada belirleyici olan sistemin henüz daha kendi üst kimliğiyle davranışlarını kontrol altında tutabilecek kadar gelişmemiş olmasıdır. Bu durumda o, henüz daha kendi dizginlerini kendi ellerine alamadığı için aynı işi başkaları yapar!. At gene aynı attır, ama bu kez dizgileri başkalarının elindedir!. İşte provokasyon olayı bu kadar basittir.
DEVAM EDECEK
POZİTİVİZM HANGİ TARİHSEL DÖNEMİN ÜRÜNÜDÜR, NASIL VE NEDEN ORTAYA ÇIKMIŞTIR..
“Pozitivist sosyolojinin kurucu babasıAuguste Comte’dur. Comte, 1798 yılında, yani Fransız Devriminden dokuz sene sonra dünyaya gelir. Düşünceleri, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin şekillendirdiği bir dünyada olgunlaşır. Sosyolojisinin temelinde de sanayi toplumunun etkileri ve Fransız Devrimi sonrasısüreçte Fransa’nın içine düştüğü katastrofi ile mücadele çabasıyatar. Comte’un pozitivizmi böylesi bir ortamda istikrarın ve toplumun yeniden inşasının bilimidir”[8].
[1]Kim, hangi sivil toplum yapacak peki bu işi? Bu işi yapacak olan o toplum mühendisleri mevcut toplum içinde kimin, neyin temsilcisi olacaklar?
[2]Eğer, bilme, öğrenme ve kimlik oluşturma süreçlerinin nörobiyolojisini daha yakından ele almak istiyorsanız, bu siede yer alan 6. Çalışmayı okumanızı öneririm. www.aktolga.de 6.Çalışma
[3]Bakın dikkat ederseniz bilgisayar değil de hep kompüter kelimesini kullanıyorum! Çünkü, “bilgisayar” la kompüter aynışey değildir! Kompüter bilgi falan saymaz, gelen informasyonlarıdeğerlendirir-işler o. Ama bizim pozitivist bilimadamlarımız aradaki bu farkıgörmezlikten gelerek bilgisayar deyip çıkmışlardır işin içinden. Daha başka ne olabilirdi ki, bilgi ile informasyon arasındaki farkıayırdedemeyen skolastik kafa yapılarıyla buraya kadar gelinebiliyor işte!. Bilgi, dışardan gelen informasyonların değerlendirilip işlenmesiyle oluşturulan üründür. Ama, bir pozitivist için bütün bunlar hiçbir anlam ifade etmez! Onun için zaten okullarda bilgi yerine kafalarımıza hep informasyonları tıktılar ya! Ansiklopedik bilgileri ezberletmeyi öğrenmek diye yutturdular bizlere..
[4]İki yüz yıldan fazla bu türden hayallerle avundu Osmanlı..O “Lale Devri”ni falan düşünün, o Sadabat’larıfalan!!
[5]4 Şubat 1853’te August Comte’un Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığımektup ne kadar ilginç! (Dipnot s.77). Ayrıca, bu konuda, gene aynıdergide yayınlanan, Mutlu Dursun’un “Pozitivist Milliyetçilik ve Ahmet Rıza Bey” makalesini okumanızı daöneririm..
[6]Emperyalizmi bize hep “sermaye ihracı”olarak öğrettiler. Halbuki emperyalizm daha çok bir kültür-ideoloji ihracıdır da!.
[7]Ne dersiniz Paris’teki şu son üçKürt kadının öldürülmesi olayıda bu türden bir provokasyonun sonucu mudur acaba? Kim hangi sonuçları elde etmek istemiştir, ya da kimler hangi sonucun ortaya çıkmasını engellemek istemektedir? Ve de, ne dersiniz, Kürdüyle Türküyle Türkiye toplumunun ergenlik dönemi sona eriyor mu artık acaba!
[8]Mehmet Ertan, Dipnot Dergisi sayı3, 2010
Yorum Yap