„Alevi sorunu“nun tarihsel-felsefi kökenleri.. (5)

  • 14.07.2013 00:00

 BATILILAŞMAK SÜRECİ BİR TARİHSEL DEVRİM SÜRECİDİR

“Batılılaşma” olayını Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimleri açısından ele alırsak; “batılılaşmak”, Osmanlının çevreyle etkileşme, yaşamı devam ettirme mücadelesinde, istenilen sonuçları elde edebilmek için informasyonu işlemede kullandığı mevcut toplumsal bilgi sistemini yeniden düzenlemesidir. Yani, o antika Devletin-o antika yapının kendini ölümsüz kılabilmek için çevreye-çağa uyum çabasıdır. Kendi varlığını-nefsini- başka türlü üretemeyeceğini anlayan Devletin, yaşam kavgasında, kendini kurtarma operasyonudur. Daha başka bir deyişle de, Batı medeniyetiyle Osmanlı arasındaki etkileşme sürecinde, Osmanlı’nın batılı yaşam tarzıyla birlikte, Batı medeniyetine ilişkin kurum ve kuralları “benimsemesidir”. Bu “benimseme”, Osmanlının, üzerine giydiği İslamcı elbiseyi çıkararak, bunun yerine “batıcılık”  adı verilen yeni bir elbiseyi giymesi şeklinde olur!  Bütün bunlar  ne demek, konuyu açalım:

Önce şu gerçeğin altını bir kere daha çizelim: Osmanlı ve Türkiye tarihinde batılılaşma olayı bir tarihsel devrim olayıdır. Bu devrimin en üst tepe noktası ise Cumhuriyetin kuruluşudur.  Osmanlı devleti kurulurken neden İslâm Medeniyeti’ne sarıldıysa, neden bütün  kurum ve kurallarıyla, yaşam tarzıyla İslâm Medeniyeti’ni benimsemek zorunda kaldıysa, bu kez de, gene aynı nedenlerden dolayı  Devlet bir tür kabuk değiştirmekte, sırtındaki İslâmcı kabuğu çıkararak, onun yerine batıcılık kabuğunu geçirmeye çalışmaktadır. Peki nedir bu, bir tür toplumsal DNA değişimi olayı mıdır? Bunun bir tür toplumsal mimarlık-mühendislik harikası olduğu ortada, ama olayın özü nedir?

Batı’da Türklerin ilkel, barbar oldukları, tarih boyunca hiçbir bilimsel buluşa-yeniliğe imza atmadıkları söylenerek Türkler küçük görülür! Hatta bu görüş, aşağılık duygusu, bizim “aydınlarımız” içinde de yaygındır. Ama sadece şu  “batılılaşma” olayı bile, dünya tarihinde başka eşi bulunmayan,  Türklerin, bir  sosyal mimarlık-mühendislik harikası olarak,  Bilişsel Tarih ve Toplum Bilimlerine yaptığı en büyük  katkıdır!.  

Türklerin neden ve nasıl Müslüman olduklarını daha önce bütün ayrıntılarıyla inceledik.[1] Burada da gene aynı tarihsel devrim diyalektiği söz konusudur. Barbarlığın orta aşamasında göçebe-çoban bir kavim Türkler. Toplumsal sistemi birarada tutan ilişkilerse henüz daha Kan ilişkileri. Medeniyet ise farklı bir yaşam biçimidir. Onun bilgisi de, bu farklı  yaşam tarzına ilişkin kurum ve kuralların toplamından oluşuyor.  Yerleşik, sınıflı bir toplumu, çıkarları farklı bireylerden oluşan bir toplumu artık Kan Anayasasıyla birarada tutamazdınız; çıkarları farklılaşmış insanların  birarada yaşayabilmeleri için yeni tipten kurum ve kuralların oluşması gerekiyordu, medeniyet budur; adına devlet düzeni dediğimiz düzendir bu . Ve bu düzen, tamamen, tarımsal faaliyette bulunan yerleşik-sınıflı bir toplumun üretim ilişkilerinin üst yapıda yansımasıyla ortaya çıkar. Maddi gerçeklik insanların bilincini-bilgisini oluşturur. Bu da yeni yaşam tarzının bilgisi-bilinci olarak çeşitli biçimlerde ifade edilir.  

Peki Türkler ne yapıyor? Önce bu dini (İslamı) “benimsiyorlar” (aynen batılılaşma olayında olduğu gibi)! Gerisi  gene daha sonra geliyor! Şöyle gelişiyor süreç :

Az önce dedik ki; din, medeni yaşam tarzının üst yapısıdır-bilgisidir-toplumsal DNA’ların  üretim ilişkileriyle birlikte yeniden oluşmasıdır. Bunun temelinde de kendini yeniden üretme olayı vardır. Türkler ise o dönemde yerleşik bir toplum değil,   sınıflaşma henüz daha o kadar belirgin bir halde değil! Peki buna rağmen bu  “benimseme” işi nasıl mı oluyor? Yerleşik-sınıflı bir toplumun DNA-bilgi sistemini alıp, kendi toplumsal DNA’larını bir tarafa atarak bunların yerine yeni DNA’ları mı koyuyor Türkler? Bu kadar basit-mekanik bir mühendislik işi midir toplumsal değişim? İşte meselenin can alıcı noktası burasıdır! 

Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi üretim süreci içinde oluşan yeni bir bilginin-bilgi temelinin- toplumsal bilgi haline gelmesi olayı değildir!  Türkler İslamiyeti kabul ederken mevcut toplumsal DNA’larını, yani Kan bilgi sistemlerini bir yana atmıyorlar, bunlar gene yerinde duruyor. Onlar (Türkler) bu temeli değiştirmeden, onun içine adım adım yeni bilgi sistemine ilişkin unsurları da monte ederek, İslam’dan aldıklarıyla-öğrendikleriyle kendi  bilgi sistemlerinin içinde  bir tür sentez yapıyorlar. İslamiyetin kabulünün bir tarihsel devrim olduğunu söylememizin altında yatan  budur! Devrim, mevcut üretim ilişkileri sisteminin içinde üretici güçlerin gelişmesi sonucunda, yeni üretim ilişkileriyle yeni bir toplumun doğuşu, aşağıdan yukarıya doğru  toplumun kendini yeniden üretmesi olayıdır. Burada işin özü üretimdir, üretirken kendini de üretme olayıdır devrim. Tarihsel devrim ise yukardan aşağıya doğru yaşanılan bambaşka bir sürece işaret eder.  

Dikkat ederseniz, bu ilk “kabul”  aşamasında Türk İslamı tamamen Tasavvuf’a dayanan bir İslamdır. Yani resmi İslamla, bir devlet düzeninin toplumsal DNA-bilgi sistemiyle falan hiçbir alâkası yoktur bunun. Alıyorlar İslâmı, kendi Kan bilgi sistemlerinin içine monte ediyorlar Türkler! Esas toplumsal DNA’ları değişmiyor yani, Kan anayasası duruyor yerinde, İslâm bunun içine monte ediliyor. Ortaya çıkan sonuca da Tasavvuf deniyor.. Bu nasıl bir devrimdir şimdi?. Klasik anlamda, yeni bir üretim ilişkisi temelinde yeni bir bilgi sistemi-toplum falan yoktur ortada![2]  Ama, yukardan aşağıya doğru da olsa, yeni bilgilere sahip olarak bir yenilenme, kendini yeniden üretme söz konusudur. Normal koşullarda, yeni insan tipleri, yeni bir üretim biçimiyle birlikte yeni üretim ilişkileri içinde ortaya çıkarken, yukardan aşağıya yenilenme sürecinde, gelişme ve kendini yeniden üretme mekanizması mevcut çerçevenin içinde öğrenme süreciyle birlikte çalışmaya başlıyor. Önce etkileşme içinde  öğreniyorsun, sonra da sahip olduğun bu bilgilere göre toplumsal yaşamı düzenliyorsun.

İslam ile etkileşme içinde İslama ilişkin informasyonları alıp bunları kendi bilgi sistemleriyle değerlendirerek  bir sentez üretiyor Türkler dedik. Bu sentez nedir? Bu sentez  onların kendileri değil midir aslında? Elbette! Çünkü, etkileşme sonunda ortaya çıkan “Türkler” artık başlangıçtaki Türkler değildir. Türkler, etkileşerek öğreniyorlar, öğrendikleri bu bilgilere göre  de kendilerini yeniden üretmeye başlıyorlar. Bu şekilde değişiyorlar.  Nasıl mı?

Tekrar Osmanlı’ya, Osmanlı Türklerine dönüyoruz: İlk aşamada Osmanlı Türklerinin her biri birer Tasavvuf ehli. O ilk “ülkücü gaziler-ilbler”, dervişler nedir, o Ahi Evran’lar, Hacı Bektaş’lar nedir,  Osmanlı’yı, Hristiyan’ından Şaman’ına kadar  binbir çeşit insanı peşine takarak bir devlet olmaya doğru götüren o dönem Türk  kimliğinin temelinde yatan dünya görüşü nedir? Osmanlı’da bütün o insanları kendine doğru çeken gücün kaynağı nedir? Tek kelimeyle Tasavvuftur. Türk-İslam sentezi denilen olayın özü budur. Türkler’i ve Osmanlı’yı bir tarihsel devrim gücü yapan bilgi temeli budur.

Sonra ne oluyor? Osmanlı fetihlere başlıyor. Ve kısa bir zamanda hallaç pamuğu gibi atıyor Anadolu’yu! Yeni topraklar, yeni halklar, insanlar derken, artık  bir devlet haline gelmek gerekiyor. Başka çare kalmıyor çünkü. Yoksa nasıl yönetilecekti bu kadar çeşit insanı.  Ama onun, yeni sınıflı topluma, yaşam tarzına-toplum düzenine ilişkin bir bilgisi yoktu ki! Kan bilgisi artı Tasavvuf’la kurabileceği, en fazla genişletilmiş bir aşiretti,  bir “Bozkır Devletiydi”! İşte Osmanlı  tam bu aşamada resmi-sünni İslâm’la tanışıyor (“yaşamı devam ettirme sanatı” derler buna!) ve bütün kurum ve kurallarıyla, yaşam tarzıyla bir sınıflı toplum düzeni-bilgi sistemi- olan sünni-İslâmı alıyor, “benimsiyor”! 

Peki ne oluyor “benimseyince”? Ne demek bu “benimseme”? Fetihçi toplum gidiyor da onun yerine üreten, üretime dayanan yeni bir toplum mu geliyor hemen? Hayır! Ama medeniyet-medeni bilgi sistemi-, üretim esasına dayanan bir toplumun yaşam tarzı değil miydi? Medeni kurum ve kurallar, devlet örgütü, son tahlilde sınıflı-üreten bir toplum düzenini ifade eden şeyler değil miydi?. Osmanlı ise devlet kurmadan önce de fetihçiydi, kurduğu devlet de gene fetihçi! Osmanlı, kuruluş öncesinde İslâm’dan aldığı bilgileri kendi Kan-bilgi sistemine monte ettiği zaman ortaya çıkan bilgi sistemine Tasavvuf deniyordu.  Şimdi, devlet haline gelirken de Tasavvuf gidiyor, onun yerini resmi İslâm alıyor! Osmanlı’yı Osmanlı yapan sürecin diyalektiği budur!  Dikkat edilirse bu süreç içinde  toplumsal DNA’larda esasa ilişkin bir değişme yoktur! Sadece, mevcut toplumsal DNA yapısıyla oynanmaktadır o kadar! Yani; yaşamı devam ettirme kavgasında ne gerekiyorsa o yapılıyor-onlar öğreniliyor ve sonra da öğrenilen bu yeni bilgiler  mevcut bilgi sisteminin içine eskilerinin üzerine yerleştiriliyor. Eski sinapsların yanına yeni sinapslar ilave ediliyor.  Türkler, kelimenin tam anlamıyla, bir toplumsal mimarlık-mühendislik örneği vererek, kendi toplumsal DNA-bilgi sistemlerine mevcut duruma ilişkin yeni bilgiler monte ediyorlar ve bu bilgilerle de çevreden gelen informasyonları işleyerek yaşamlarını devam ettiriyorlar.

 

Tarihsel devrim gerçekliğini biraz daha açalım:

Önce şu soruyu soralım! Neden üretiyor insanlar? İşin özünde yaşamı devam ettirme mücadelesi yok mu?  Yeni bir üretim ilişkisine geçişin özünde de yeni bilgilerin bulunuşu, bunlara dayanılarak yeni bir üretim sürecinin örgütlenmesi yatmıyor mu? Devrim söz konusu olunca bu, aşağıdan yukarıya yeni bir toplumsal DNA-bilgi sisteminin oluşmasıyla, toplumsal sistemin nitelik değiştirmesiyle gerçekleşiyor; tarihsel devrimde ise, mevcut toplumsal DNA’lar değişmediği halde (yani toplum özünde bir nitelik değişimine uğramadığı halde),   mevcut toplumsal bilgilerin-DNA’ların- içine yeni bilgiler monte edildiği için, bu bilgilere dayanarak insanlar-toplum- çevreden gelen madde-enerjiyi-informasyonu daha iyi, daha ileri düzeyde işleyebiliyorlar. İşte bunun içindir ki, tarihsel devrim de bu anlamda ileri bir adımdır, bir devrimdir.

Bu süreç -Türklerin tarihsel devrim süreci- burda bitmiyor, Osmanlı’nın devlet haline gelmesiyle bitmiyor. Daha sonra, gene yukardan aşağıya doğru “batılılaşma” sürecine başlıyor Türkler. Ve öyle oluyor ki,  tarihsel bir devrimle başlayan varoluş -tarih sahnesine çıkış- süreci, zamanla, üretici güçlerin gelişmesi sonucunda, yeni bir toplumsal DNA-bilgi sisteminin oluşmasına kadar gelişiyor. Bugüne, günümüz Türkiye’sine gelişimizin   diyalektiği bundan başka birşey değildir.

Tekrar Osmanlı’ya dönersek; bu kadar açıklamadan sonra, şimdi artık Osmanlı’yı “batılılaşma” sürecine sokan  “iç dinamiğin” nasıl bir dinamik olduğunu, “devleti kurtarma” duygusunun kökenlerinin nerelere dayandığını biliyoruz:

Tek cümleyle özetlersek; Osmanlı insanı, halâ eski aşiret anlayışıyla belirlenen dünya görüşüne göre,  Devlet varsa vardır. Bu nedenle, “Devleti kurtarmak”, “yaşatmak” aslında  onun kendi varoluş çabasıdır. Çünkü onun için “Devlet” aşirettir.  O, henüz daha bir birey haline gelmediği  için,  ancak aşireti –bu, daha sonra Devleti oluyor- varsa vardır! 

Peki, bu varoluş anlayışı, bu Devlet anlayışı sadece yönetici sınıfa özgü birşey midir? “Yönetilenler” için durum farklı mıdır? Hayır değildir!  Çobansız “sürü”, ya da sürüsüz çoban olur mu? “Devlet baba”sız “varolmak” mümkün müdür? Çünkü, aynı aşiret mantığı  “Yönetilenler” için de geçerlidir halâ!  “Kurda kuşa yem olmamak için”, “Allah Devletimize zeval vermesin” diye düşünür “Yönetilenler” de! “Yönetilenler”, yeri geldiği zaman, bu Devlete  isyan da ederler, ona karşı da çıkarlar,  ama bu karşı çıkış sistemin kendi içindeki bir tepkidir. Devletin varlığı değildir burada sorgulanan! Zaten, onun yerine başka birşey getirmek gibi bir talepleri falan da yoktur![3] Sistemin içinde bir sivil toplum bilinci-bilgisi oluşmamıştır ki (ya da eksiktir). “Şeriat düzeni”, “din devleti kurmak” falan, bunlar marjinal taleplerdir.  Halkın tepkisi, İltizam sistemiyle birlikte hayatın yaşanmaz hale gelmesinedir. “Devlet babanın” çocuklarını-sürüyü ihmal etmesinedir. Yoksa Devlet ister batılılaşsın, isterse ne yaparsa yapsın, onlar için sorun bu değildir! Önemli olan Devletin orda (“başlarında”) durmasıdır! Çünkü, öyle de olsa, böyle de olsa özünde birşey değişmeyecektir! Nasıl olsa herşey onların-Yönetilenlerin dışında, yukarda olup bitmektedir.  Batılılaşma süreci, içerdeki İltizam sisteminin uygulamalarıyla paralel geliştiği içindir ki, halk bu iki oluşumu birarada görür ve  tepkisi bunadır. Ama Osmanlı kafası bu gerçeği göremez. Hem göremez, hem de görse de işine gelmediği için anlayamaz! Ona göre devletin varolabilmesi için zorunludur yapılanlar. İltizam düzeniymiş, halkın mültezimlerin insafına bırakılmasıymış, bunları anlamaz o. Var mıdır bunun başka bir çaresi? Yok!  “Batılılaşmak” tek çaredir. “Tamam, o işe de başladık işte, sıkın biraz dişinizi”! Osmanlı böyle görür olayı! Halk içinse,  mültezim zulmüyle batılılaşma bir ve aynı şeydir. Yoksa öyle, Şeriat düzeni getirmekmiş vb. bunlar halkın aklının ucundan bile geçmez! Bu türden lâflar eden üç beş “kendini bilmez”i halk olarak değerlendirmek ve sonra da, bu “Şeriat düzenini getirmek isteyenlere” karşı “kurtarıcı” olarak ortaya çıkmak Osmanlı’ya has bir devleti vatandaştan kurtarma stratejisidir!. “Osmanlı’da oyun çoktur” lâfı boşuna çıkmamıştır! Halk, içine itildiği çıkmazdan kurtulabilmek için koruyucu  bir kalkan olarak dine sarılmaktadır, o kadar..

Osmanlı Devlet sınıfı, “Batılılaşmak” çabasıyla birlikte kendi içinde ikiye bölünür. Bir kanat, mevcut durumu muhafaza etmeyi savunurken, diğer kanat da, toplumu ve Devleti yeni bilgiye göre, yukardan aşağıya doğru yeniden kurma, inşa etme çabasına girişmiştir. Bütün o Tanzimat döneminde yaşanılan olayların, Genç Osmanlılar’dan Jön Türkler’e ve İttihat Terakki’cilere kadar,  bütün o “batıcı” asker-sivil Devlet Sınıfı unsurlarının  hepsinin yapmaya çalıştıkları şeyin özü budur. Padişah ise, ortadaki denge unsurudur. Hem, var olanı temsil eder, hem de, “Devleti kurtarmaya çalışan” “batıcı” bürokratlarına göz kulak olur. Denge, bazan bir tarafın, bazan da diğer tarafın lehine dönse de, işin özü budur.

Osmanlı toplum mimarlarına göre, yeni bilgiyle (“Batı kültürü”) toplumu yeniden inşa etmek demek, eski bilgiye göre varolan kurumların (yapı) yerine yenilerini oluşturmak demektir. Eski yapı, eski bilginin maddeleşmiş şeklidir. Yeni bilginin maddi bir gerçeklik haline gelmesi için, bu bilgiye göre yeni bir yapının oluşması gerekecektir. Peki bu nasıl olacaktır? Bilgi denilen şey, öyle herhangi bir maddi gerçekliğe tekabül etmeden  varolan, hazır bir elbise gibi alınıp üstüne geçiriliverecek bir şey midir? Her maddi gerçeklik belirli bir bilginin kristalize olmuş şeklidir. Yani, madde ve bilgi biribirlerinden ayrı olarak düşünülemezler. Bilgi maddeyle gerçekleşir, madde de belirli bir bilgiyi temsil eder. Bu nedenle, Batı düşüncesi ve Batı sistemi bir ve aynı gerçekliğe denk düşerler. Kentten çıkma Batı toplumlarının toplumsal DNA larıdır Batı bilgi sistemi. Bir insanın yapısını nasıl ki onun DNA’ları belirliyorsa, Batı toplumlarının bilgisi de onların toplumsal yapılarını belirleyen toplumsal DNA’larıdır.  Bu bilgiyi onun maddi gerçekliğinden soyutlayarak alıp, tamamen ayrı bir maddi gerçekliği bununla yeniden yaratmak-şekillendirmek, yani toplum mühendisliği yaparak toplumsal DNA’ ları değiştirmek mümkün müdür? Hayır, bu mümkün değildir! Yani, bu anlamda bir toplum mimarlığı-mühendisliği mümkün değildir! Peki o zaman, nedir Osmanlı’nın bütün o “batılılaşma” çabalarının özü? Nedir Osmanlı toplum mimarlığını-mühendisliğini  “eşi bulunmaz” hale getiren?

Biraz sonra daha açık bir şekilde göreceğimiz  gibi,Osmanlı ve daha sonra da Cumhuriyet dönemi batıcıları mümkün olmayanı yapmaya çalışarak, onu kendilerine rağmen mümkün hale getirmişlerdir! Osmanlı’nın Batılılaşma çabası, denize düşen Osmanlı’nın yılana sarılmasıdır! Ama bu, herşeye rağmen, bu kez yaşamı devam ettirmenin üretim faaliyetini zorunlu kılan  bir biçimi olduğu için  sonuç vermiştir! Osmanlı başka türlü kendi inkârını yaratamazdı!

Olayın, Osmanlının “Batılılaşma” sürecinin iki boyutu vardır: Birincisi açık: “Batılılaşmaya” çalışırken Osmanlı’nın niyeti, kapitalistleşmek, bir sivil toplum oluşturmak, yeni bir üretim ilişkileri sistemini kurmak falan değildir! Yapısal olarak kendi varlığı, Devlet anlayışı buna engeldir herşeyden önce. Onun niyeti, aynı yapıyı muhafaza ederek, aynen İslâmı benimserken yaptığı gibi, üstüne yeni bir elbise giyme yoluyla “batılılaşmaktır”. Daha önce toplumsal DNA’larına monte ettiği  artık eskimiş, işe yaramayan bilgileri çıkarıp, bunların yerine yenilerini, onun hayatta kalmasına daha fazla yararı dokunacak olanları monte etmektir! Yani gövde aynı kalacak, ama giydiği elbise değişecek! Bu arada da, giydiği elbiseye-bilgiye göre yaşamaya çalışacak! Kapitalistmiş gibi davranacak , donanacak! Osmanlı’nın son dönemlerinde, eskiyi temsil eden güçlerle, özellikle de Ulema kesimiyle, “yeniyi” temsil edenler arasındaki çatışmanın kaynağı  tamamen bu, toplumsal DNA’lara monte edilmiş “bilgilerin değiştirilmesi” olayıdır. Yani esas (toplumsal DNA’lar) değişmiyor (değişemezdi de zaten; çünkü bu ancak yeni bir üretim biçimiyle birlikte değişebilirdi).   Devlet gene aynı devletti, yapı gene aynı yapı olarak duruyordu. Yönetenler ve Yönetilenler gene aynı konumlarını muhafaza ediyorlardı, ancak biçim -aktörlerin üzerlerindeki elbiseler- değişiyordu! Bu ise, eski biçimi temsil edenlerin gitmesi, onların yerini yenilerinin alması anlamına geliyordu. “Eskiyi” temsil eden güçlerle “yeniler” arasındaki çatışmanın kaynağı da tam  bu noktada başlıyordu. Bunun en tipik örneği, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılarak, onun yerine yeni bilgiyle örgütlenmiş yeni bir ordunun kurulmasıdır. Bunun devlet için bir zorunluluk olduğunu anladığı an gözünü kırpmaz Osmanlı ve bir anda binlerce Yeniçeriyi kılıçtan geçiriverir!  Osmanlının kafasında bir yerlerde halâ, orduyu modernleştirerek  eski gaza dolu günlere geri dönmek de vardır aslında!..

Bu süreç içinde “yeniyle” “eski” arasındaki çatışmanın en yoğun olduğu alan, hiç şüphesiz  dinsel alandır. Osmanlı sisteminde Ulema, dört başlı Devlet Sınıfından biri olan İlmiye’nin  bel kemiğini oluşturuyordu. Osmanlı sistemi, her ne kadar Şeriat’la yönetilen bir sistem değilse de, gene de İslam, sistemin önemli bir referans unsuruydu. En azından, kararlar Şeriat kılıfına uydurularak alınırdı. Bu anlamda İslam, Osmanlı’nın aşiret-Devlet anlayışına entegre edilmiş esasa ilişkin bir unsurduBatılılaşmaya karşı en büyük tepki Ulema’dan geldi.  Çünkü Ulema, eski durumunu kaybetmekten korkuyordu.“batılılaşıldığı” zaman, kimse onlardan artık fetva istemeyecekti. Bu ise, Ulema’nın Devlet Sınıfı içindeki yönetici fonksiyonunun fiilen tarihe karışması anlamına geliyordu. Ulema Osmanlı’ya güvenmiyordu. Çünkü, Osmanlı için esas olan Devletti. “Ulema”, “İslam” vs. bunlar Devlet varsa vardı. Devletin varlığının tehlikede olduğunu gören Osmanlı, nasıl ki gözünü kırpmadan Yeniçerileri kılıçtan geçirivermişse, aynı şekilde, Ulema’yı da, hatta İslam’ı da bir tarafa atabilirdi! Devletin ruhundaki o “Derin Devlet” anlayışının ne anlama geldiğini, bu anlayışla nelere kadir olunacağını   çok iyi biliyordu Ulema! Böylece, geleneğe uyarak, o da Devlete karşı isyan edenler tarafına geçti!  Ve yönetilenlerin Devlete karşı zaten öteden beri var olan, ve daha çok tarikatlar içindeki örgütlenmelerde ifadesini bulan  aşağıdan yukarıya tepkisiyle ilişki kurarak, “din elden gidiyor” yaygarasına başladı. Daha önce, bir Şeyh Bedreddin’in katli için fetva veren, devletin kuruluşundan beri Osmanlı’ya karşı savaşan tasavvuf erlerinin baskı altında tutulmasında, bütün yapılan işlerin kitaba uydurularak yapılmasında baş rolü oynayan Ulema, şimdi, işinin bittiğini anlayınca, “dinin elden gittiğinin”de farkına varıyordu! 

Öyle bir sonuç ortaya çıktı  ki, sanki bir yanda toplumu daha “ileriye” götürmek isteyenler, “ilericiler” vardı da, diğer yanda da, buna karşı direnen, “gerici” bir  halk tepkisi söz konusuydu!  Yani halk “gerici”, batıcı “asker sivil aydınlar” “ilerici”! Böyle bir durum çıktı ortaya! İşte Osmanlı’dan bu yana gelen, ve halâ bugün bile toplumumuzda önemli ölçüde yansımasını bulan bu  “ilerici” “gerici” çatışmalarının esası budur.

 

DEVAM EDECEK...

" PEKİ BEKTAŞİLER-ALEVİLER NERESİNDE BU TABLONUN...

Daha önce şöyle demiştik: “Geleneğe” göre, “Devlet” neredeyse onlar-Bektaşiler-Aleviler de  onun karşısında olmalıydılar!........"

 



[1] Bkz. 5. Çalışma, www.aktolga.de

[2]Bu anlamda, ta o Serbest Fırka deneyinden başlayıpta ucu Menderes’e ve bugün de Erdoğan’a kadar uzanan burjuva devrimi süreci, Anadolu’nun ve Türklerin ilk sosyal devrim mücadelesine işaret eder. Şimdiye kadar sadece tarihsel devrimle yetinen Türkler ilk kez bir sosyal devrim denemesinde bulunuyorlar. İşte birçoklarımızın anlayamadığı diyalektik budur. Anadolu’da ilk kez üretim ilişkilerinin değişimine bağlı olarak bir devrim-yeni bir toplumsal DNA sistemi ortaya çıkıyor..Kendilerini “devrimci” olarak görenlerin bu süreçte “karşı tarafta” yer almaları ise gerçekten trajik bir durumdur!..

[3] Ya Şeyh Bedreddin mi diyorsunuz? Neydi Şeyh Bedreddin’in Osmanlı’nın yerine önerdiği düzen? Osmanlı’dan daha ileri bir düzen mi öneriyordu Şeyh Bedreddin? Hayır! Eskiye, ilkel komünal topluma dönüşü öneriyordu o da. Ama toplum zaten ordan buralara gelmişti. Tekrar geriye gidiş bir çözüm değildi ki!..

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums