Dikkat! bu, küreselleşme sürecine karşı bir ulus devlet saldırısıdır!. (4

  • 25.06.2013 00:00

PEKİ, GELİŞMİŞ KAPİTALİST ÜLKELER NE YAPACAK?..

Bu gelişme, bütün ülkeleri içine alıpta küresel bileşik kaplardaki suyun seviyesi eşitleninceye kadar bu şekilde devam edecektir. Bunun başka hiç yolu yoktur! İleri gelişmiş kapitalist ülkelerin ulus-devlet yöneticileri ne yaparlarsa yapsınlar artık „ekonomik durgunluğa“, „işsizliğe çare“ bulmaları mümkün değildir. Küresel bileşik kaplarda akan suyun yönünü tersine çevirmeleri mümkün değildir.Peki o zaman „ne olacak bu gelişmiş ülkelerin hali“? (Tekrar, bu satırların 2005’te yazılmış olduğunu hatırlatıyorum!)

Gelişmiş ülkelerin yapabileceği, yapmaları gereken iki şey var. Birincisi, her zamankinden daha çok demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yapmak!  İkincisi de bütün vergi yasalarını, yatırım politikalarını vb. değiştirerek, bilim ve eğitime, araştırma ve geliştirmeye daha çok yatırım yapmak, daha çok robotun üretim sürecine sokulması yönünde çaba sarfetmek. Önce birinciyi görelim. 

Neden daha çok demokrasi ve insan hakları savunuculuğu? Çünkü, gelişmiş ülkelerin, küresel bileşik kaplarda sermayenin gelişmekte olan ülkelere doğru akışına karşı yapabilecekleri tek şey budur da ondan! Daha çok demokrasi ve insan hakları savunuculuğu yapmak  demek, gelişmekte olan ülkelerde insanların gözlerinin daha çok  açılması demektir! Bu ise, kaçınılmaz olarak onların ekonomik taleplerine de yansıyacak, ücretlerinin artmasına yol açacaktır!  Gelişmiş ülke yöneticileri, denize düşen yılana sarılır hesabı umutlarını  gelişmekte olan ülkelerdeki sınıf mücadelelerine bağlamışlardır! Buralarda sınıf mücadeleleri gelişecek, çalışanların ekonomik ve demokratik talepleri  artacak ki, buraların küresel sermaye için eski çekiciliği kaybolsun, hatta mümkünse sermaye bu ortamdan  rahatsız olup tekrar eski anavatanlarına geri dönsün! „Aç tavuk rüyasında darı görürmüş“ diye ne güzel söylemiş atalarımız!

Bizim atasözlerimiz o kadar güzeldir ki-gerçekçidir ki-bazan, insan hayran oluyor! Örneğin,  tartıştığımız konuya ilişkin olarak, “evdeki hesabın çarşıya-pazara uymamasıyla”, “aç tavuk rüyasında darı görürmüşü” birlikte düşündüğünüz zaman ortaya şöyle ilginç bir tablo çıkıyor! Evet, gelişmiş ülkeler umudu gelişmekte olan ülkelerdeki sınıf mücadelelerine bağlamışlardı, bu yüzden de, birden demokrat kesilerek neredeyse bayrağı alıp kendileri öne düşeceklerdi, bu doğru; ama olmuyordu işte, bir yerlerde birşeyler eksik kalıyordu!. Gelişmekte olan ülkelerin işçi sınıfı ve halkı, bırakınız batılı ülkelerin istedikleri türden bir sınıf mücadelesine girişmeyi bir yana, tam tersine, onlar da fazla ses çıkarmadan buralardaki  gelişmeye, büyümeye sahip çıkıyorlardı. Çünkü, üretici güçler geliştikçe bundan kendilerinin de pay aldığını görmüşlerdi! İşte bu durum Batı’nın gelişmiş ülkelerini çıldırtmaya yetti! Ne yapsalar, ne etseler bir türlü bir çıkış yolu bulamıyorlar, sürekli kan kaybetmeye devam ediyorlardı. Daha düne kadar adam yerine koymadıkları bir Tayyip Erdoğan bile artık kendilerine kafa tutar hale gelmişti.

GENEL OLARAK KONTROL BİLİMİ VEYÖNETME MEKANİZMASI

İşte tam bu noktada imdada yetişen gene pozitivizm-toplum mühendisliği- oldu! Sistem kontrol biliminin bütün inceliklerini  masaya yatıran gelişmiş ülke servisleri oturup tek tek, gelişmekte olan ülkelerdeki huzursuzluk-kaos-çıkarmaya elverişli fay hatlarını tesbit etmeye başladılar. Hangi çatlak ne kadar müdahaleyle ne kadar geliştirilebilir bunların dökümünü-hesabını yaptılar. Öyle ya, eğer doğal yollardan bir sınıf mücadelesinin yolu açılamıyorsa, o zaman onlar da  yapay “sınıf mücadeleleri” yaratmanın yollarını bulmalıydılar!. Mekanizma çok basitti aslında, istenilen sonuçları elde edebilmek için GİRDİYİ kontrol ederek ÇIKTIYI kontrol atında tutmak!..

Hemen hayatın içinden bir örnek vererek bütün bunları   somutlaştırmaya çalışalım: Arabaya binerek yola çıkıyorsunuz. Amacınız, kazasız belasız hedefe ulaşmaktır. Bu nedenle, duruma göre, ya frene basıp direksiyonu kullanarak (yani, istenilmeyen sonuçlarıengellemek için negatif feedback yaparak), ya da gaz vererek-yol alıp hızlanarak (pozitif feedback yaparak) bir an önce hedefe ulaşmaya çalışırsınız. İşte, belirli bir amaca ulaşabilmek için, yol boyunca arabayıkullanırken yaptığınız bütün bu işleredir ki kontrol-yönetme diyoruz.

TÜRKİYE’DE SINIF MÜCADELELERİ VE YÖNETME-KONTROL BİLİMİ

Konu Türkiye’de sınıf mücadelelerini kontrol olunca olay tamamen değişiyor. Çünkü bizde tarihsel gelişim süreci Batı’dakinden çok farklı.  Bu nedenle, burada artık Batı toplumları için kullandığımız o  klasik  şemalar  hiçbir işe yaramıyor! İlkel komünal toplumdan köleci topluma, sonra feodal topluma, oradan da kapitalist topluma..Yok işte  böyle değil bizde! Böyle olmadığı için de bizdeki “batıcı aydınların” bütün ezberleri bozuluyor, içinde yaşadıkları topluma yabancılaştıkları için bir türlü onu kavrayamıyorlar.

 

Batı toplumlarının gelişme süreci içinde ortaya çıkan bilgileri-şablomu Osmanlı’ya ve Türkiye’ye uyguladığınız zaman ortaya çıkan tablo şudur:  “Batı gibi olmasa da Osmanlı da feodal bir toplumdur” diye başlanır ve  devam edilir: “Sonra bu toplumun içinde de Batı’da olduğu gibi kapitalizm gelişmeye başlar.  Genç Osmanlılar, Jön Türkler, Birinci-İkinci Meşrutiyet derken, burjuva devriminin zaferini simgeleyen Kemalist devrim gerçekleşir ve Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Yani, 1923’le birlikte burjuva devrimi süreci  en üst noktaya varır”...

Bu mantığa göre 1950 Demokrat Parti hareketi de “bir karşı devrim oluyor tabi”! Sonra, “27 Mayıs Devrimi”, derken “karşı devrimci Demirel” işbaşına geliyor! Ve 1971’ün 12 Mart’ı, “8-9 Mart Devrimci hareketinin” bir “karşı devrimle” bastırılışı! Sonra 12 Eylül, Özal derken geliyoruz günümüze. Bir yanda “karşı devrimci” AK Parti, diğer yanda da ulusalcı-devrimci cephe! Mantık bu! En solcusundan en sağdakine kadar “Cumhuriyet aydınlarının” tarihimize, tarihsel gelişme sürecimize bakışını belirleyen mantık bu. Bir yanda, tarihsel olarak “ileriyi temsil eden” kerameti kendinden menkul bir ulusalcı-devrimci cephe var, diğer yanda da, tarihsel olarak “karşı devrimi”, “geriye doğru gitmeyi” temsil edenler!

Hal böyle olunca  tabi (bu mantığa göre), ülkede kapitalizmle birlikte gelişen “işçi sınıfı hareketinin”,  “solun” da, tarihsel olarak geriyi temsil edenlere karşı “ulusalcı-ilerici-Atatürkçü” cepheyle işbirliğine-ittifaka yönelmesi kaçınılmaz oluyor.  Amaç üretim araçlarının mülkiyetinin devlete ait olduğu bir düzeni gerçekleştirmek olunca, bu amaca giden yolda burjuvaziye-kapitalizmin gelişmesine karşı olan bir Devlet Sınıfıyla,  “düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığıyla    ittifak içinde olmak son derece normal hale geliyor. Ortada üretim araçlarının büyük çoğunluğuna sahip bir Devlet varken, eğer sen de zaten son tahlilde daha katı Devletçi bir düzenin peşindeysen, neden karşı çıkacaksın ki bu Devlete! “Sınıf düşmanın” burjuvaziye karşı burjuva düşmanı bu Devletle elele verirsin olur biter!

İşte, Türkiyede ortaya çıkan bütün “sol hareketlerin” daha doğmadan ölmesinin,  Devlet Sınıfının yedek gücü olan halktan kopuk Devletçi bir “sivil toplum” hareketi haline gelmesinin nedeni budur, bu anlayıştır.

Devlet Sınıfı açısından olay son derece basittir! Onun için, kendi diyalektik inkârına, yani burjuvaziye-Anadolu kapitalistlerine karşı mücadelede “istenilmeyen sonucu” (burjuvazinin devleti ele geçirmesini) engellemede kullandığı bulunmaz bir nimettir  “işçi hareketi” ve “sol”! Gelişen kapitalizmle birlikte ortaya çıkan burjuvazi-işçi sınıfı çelişkisini, “işçi sınıfını” kendi safına alıp destekleyerek, hatta yer yer onu ortak düşman olan burjuvaziye karşı kışkırtarak kullanmak  bulunmaz bir nimettir!

Tabi burada hemen akla şöyle bir soru  geliyor: Batı’da kapitalizmin gelişmesi sürecinde elimizde feodallerin işçi sınıfıyla işbirliği yaparak onu yörüngesinden saptırdıklarına, işçi sınıfı hareketini burjuva devrimine karşı kullandıklarına dair bir bilgi bulunmadığı halde, nasıl oluyor da bizde Devlet Sınıfı böyle bir cinliği akıl edebiliyor, ya da  bu tür bir “ittifakın” objektif şartlarını bizde nasıl ortaya çıkıyor? Ya da daha başka bir deyişle, işçi sınıfını-sol’u temsil ettiğini söyleyen akımlar nasıl oluyor da bizde Devletle-Devlet Sınıfıyla bu düzeyde bir işbirliğine girebiliyorlar! Bu nokta çok önemli.

İki neden çıkıyor karşımıza: Birincisi, iç dinamikle, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesi süreciyle ilgili. Yukardan aşağıya gelişen Devletçi Kapitalizm, Devlete bağlı işyerlerinde çalışan Devletçi-özelleştirmelere karşı, bu anlamda “burjuva düşmanı-solcu” bir işçi kitlesini de beraberinde getiriyor! Yani bir işçi sırf işçi olduğu için ilerici-devrimci falan olmuyor! Kendi varoluş koşulu gereği Devletçi olan bu kesim işçilerin gerici-Devletçi-“solcu” özelliği buradan kaynaklanıyor.

Ama sadece bu da değil, bir de dış etken var işin içinde,  20.yy’ın sosyalist devrim anlayışı var! Bizim gibi ülkeler için düşünülen ve uygulamaya konulan, “sırtını sosyalist sisteme dayayarak kapitalist olmayan bir yoldan sosyalizme ulaşma” anlayışı var. Bu tür bir devrim anlayışıyla Devletçi-solcu işçi hareketi arasında kurulan derin ideolojik bağlar Türkiye’de hala etkili(ydi!). Ortada sosyalist sistem falan kalmadı ama ülkede gelişen burjuva devrimci süreç eski Devletçi düzeni tehdit eder hale geldiği için, kendi varlığı da bu eski Devletçi düzenin devamına bağlı olan  Devletçi işçi hareketi Devlet Sınıfıyla olan ittifakın sağlam bir unsuru olma özelliğini halâ devam ettiriyor! İşçi hareketini temsil etme hakkı bu tür bir “solun” elinde olunca da tabi işçi sınıfı içinde geri kalan kesimin sesi duyulmaz oluyor. Yavuz hırsızın ev sahibini bastırması hesabı, işçi sınıfının da önce, kendisine rağmen onu temsil eden bu Devletçi solun etkisinden kurtulması gerekiyor.

İşte yapı bu, fay hatları da bunlar! Ama dikkat ederseniz, bütün bu yapının ve fay hatlarının altında yatan esasa ilişkin çok önemli tarihsel bir neden var hep: Bu ülkenin ikiyüz yıldır belirli bir kültür ihtilaline maruz kalmış olması!. Türkiye’de adeta iki Türkiye yaratan bir süreçin özü budur. Bir yanıyla İslam’a dayalı geleneksel kültür, kimliklerini bu zemin üzerinde oluşturarak varolan insanlar,  diğer yanda ise, “batılılaşma” süreciyle birlikte yukardan aşağıya doğru  yaratılan farklı bir kültürü temel alarak kendini ifade edebilen insanlar..

Bütün bunlar işin temeli. Ama Türkiye söz konusu olunca daha başka fay hatları da var tabi. Alevi-Sünni “çelişkisi” üzerinde oluşan mezhepsel fay hattı, Kürt-Türk etnik zeminini temel alan hat vb. Bütün bunlar,  Kontrol-Yönetme Bilimi açısından hesaba katılması gereken hassas noktalarıydı toplumun. Nitekim bugüne kadar bunların hepsi kullanıldı da! Üzerinde en  çok çalışılan ve kullanılan hat ise Kürt-Türk çatışması üzerine kurulu olan etnik hat oldu. İstenilmeyen sonuç Türkiye’nin gelişmesi, ilerlemesi olunca bunu engellemek için negatif feedback yaparak bütün bu mekanizmalardan yararlanıldı şimdiye kadar.

En son patlak veren Gezi Parkı olayları bunun en güzel-en son örneklerinden. Şimdiye kadar darbeler yoluyla sistemi kontrolleri altında tutan Kemalist elitler, son on yıldır gelişen sürecin sonunda  ipleri artık iyice ellerinden kaçırdıklarını görerek müthiş bir gerilim içine girmişlerdi. Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat Davaları falan derken eski sistemin elindeki bütün iktidar mekanizmalarının   birer birer elden çıktığını çaresizce izlemenin verdiği gerilim bir şekilde patlak verecekti. Buna en son Kürt sorununun çözümü yolunda atılan adımlar ve son on yılın kazanımlarını kayıt altına almaya yönelik yeni anayasa yapma çalışmalarında alınan yol da eklenince iş çığrından çıktı. Şimdiye kadar hep bir yolu bulunur diye düşünen elitler, “bu Erdoğan Kürtleri yanına alır da bir de yeni anayasa yaparsa, artık onu bir daha düşüremeyiz” diyerek fırsat kollamaya başladılar. Bu yolda en büyük destekçileri de Türk solu olacaktı tabi. Çünkü onlar da en önemli koltuk değneklerinin -Kürt hareketinin- elden çıkmak üzere olduğunu görüyorlar, çaresizce bu nasıl iştir diyerek bir türlü yerlerinde duramıyorlardı. Kandil’e gidiyorlar, Kürtlere akıl vermeye çalışıyorlar, ne yapsalar bir türlü olmuyordu. İş artık  bir tür varoluş sorunu haline geliyordu. Eskiden beri kimliklerini oluşturdukları zeminin hızla ayaklarının altından kaydığını gördüler onlar da. Bir fırsattı artık beklenen.

İç dinamiklere ilişkin  bu gelişmeler, dış dinamikteki gelişmelere paralel gidiyordu. Gelişmiş kapitalist ülkeler de tam bir çıkmaz sokağa girmişlerdi, ne yapsalar ne etseler bir türlü sermayeyi içerde -ulusal sınırlarının içinde- tutamıyorlardı. Bu nedenle, mümkün olan bütün yollara başvurarak buraları sermaye için artık çekici olmaktan çıkarmak gerekiyordu. “Bakın buralar artık eskisi gibi sakin değil, ne olacağı belli değil, siz  gene eski anavatanlarınıza dönün” diyebilmek için ortalığın karışması onların da işlerine geliyordu. Gelişmekte olan ülkelerdeki bu ikincil uyuşmazlık hatlarıyla gelişmiş ülke stratejlileri arasıda tam bir uyuşma olduğu açıktı!. Madem ki normal koşullarda gelişen sınıf mücadelesi saptırılamıyordu, madem ki halk da destekliyordu gelişmeyi, ilerleme sürecini, o zaman onlar da içerdeki diğer ikincil fay hatlarıyla oynar -ittifak içine girer- oralardan bir sonuç elde etmeye çalışırlardı..İşte, gelişmiş ülke yöneticilerinin ve basınının  daha patlak verir vermez Gezi Parkı olaylarının üzerine atlamalarının nedeni budur. Düşünebiliyor musunuz bir CNN sekiz saat canlı yayın yapıyor Taksim Meydanından! Bunun başka izahı yoktur. Bütün bunları sadece Amerika’daki Obama  veya Neo Con kanatlarıyla, bunlar arasındaki çelişkilerle falan açıklayamazsınız. Tamam bu önemlidir, ama öte yandan bir de bütün olarak Amerikan ulus devlet çıkarı vardır ortada. Aynı şey Avrupa için de geçerli. Nitekim dikkat ederseniz, ulus devletlerin varoluş koşulları söz konusu olduğu zaman bunlar hemen işbirliği içine giriveriyorlar!. Yani bu savaş aslında, 20.yy kalıntısı ulus devletler sistemiyle, 21.yy’ın yeni dünya düzenini yaratmaya çalışan-küresel demokratik devrim güçleri arasındaki bir savaştır. Eskinin-20.yy’ın ürünü olan güçler bir şekilde işbirliği içine girerken 21.yy’ın güçleri de kendi yollarında ilerlemeye çalışıyorlar. Burada önemli olan AK Parti-ve Erdoğan gibi “biz nasıl olsa ileriyi temsil ediyoruz” diyerek kendine fazla güvenip rehavete kapılmadan belki yavaş, ama emin adımlarla ilerlemektir. Kolay değil bu koskoca bir tarih-tarihsel olarak gelişmiş bulunan bir yapı var karşında. Öyle, Ergenekon, ya da balyoz gibi bir iki davayla, bir kaç yüz kişiyi içeri atmayla bitmiyor bu iş! Bir de onların kitle temelleri var!

Tabi, gelişmeyi, ilerlemeyi durdurabilmek, tekrar eski güzel günleri geri getirebilmek, bileşik kaplarda ters yönde akan suyu tekrar eski haline getirebilmek için ellerinden gelen herşeyi yapacak gelişmiş ülkeler, bütün bunlar normal, bunlara karşı hazırlıklı olmak gerekiyor. Ama şurası bir gerçek ki, artık ne yapsalar, ne etseler bu gidişin önüne geçemezler. Yani, küreselleşme süreci denilen süreç öyle kişilerin ya da ulus devletlerin iradesine bağlı olarak durdurulabilecek bir süreç değildir. Tarihsel toplumsal gelişme sürecinin yarattığı objektif bir süreçtir bu. Bu nedenle gelişmiş ülkeler el yordamıyla deneye deneye sonunda kendileri için tek çıkar yolun provokasyonlarla uğraşarak vakit kaybetmek değil, gidişi kavrayarak ona uygun adımlar atmak olduğunu göreceklerdir. Tek çıkar yol vardır artık onlar için, ellerindeki bütün imkanları zorlayarak bilime, eğitime yatırım yapmak hiç olmazsa bundan sonra 21.yy’ın ruhunu yakalayabilmek için çaba sarfetmek.

Peki neden eğitime, bilimsel araştırmalara daha çok ağırlık vermek, vergi yasalarını vb. değiştirerek üretim faaliyetinde daha çok robotun kullanılmasını teşvik etmek zorundadır gelişmiş ülkeler? Bugün artık, bileşik kaplarda suyun  akışını geriye çevirmenin mümkün olmadığı apaçık ortada duruyor. Yani gelişmiş ülke yöneticileri ne yapsalar, ne etseler üretim maliyetlerini gelişmekte olan ülkelerdeki düzeye indiremezler. Bu alanda onlarla rekabet edemezler. Rekabet mücadelesinde geride kalmamak için gelişmiş ülkelerin yapabileceği tek şey, üretim faaliyetinde daha çok robotun kullanılmasını teşvik etmek olmalıdır. Çünkü, ayda yüz elli dolara çalışan bir işçiyle ancak bir robot rekabet edebilir! Evet, üretim sürecine daha çok robotun girmesi de „işsizliğe“ çare olmayacak, hatta onu daha da arttıracaktır; ama bu durumda en azından işsizleri  doyuracak  daha fazla  gelir kaynağına sahip olacaktır devlet! Eğitime, bilimsel araştırmalara ağırlık vererek, bu alanlara daha çok yatırım yapmak  tek çıkış yoludur. Bugünü olmasa bile hiç olmazsa yarını kurtarmak için!

KÜRESELLEŞMENİN ÖTESİ

Küreselleşme sürecinin gelişme doğrultusunu azbuçuk görebiliyoruz artık. Küresel Bileşik kaplar Teorisi’ne göre,  suyun seviyesi bütün dünyada üç aşağı beş yukarı eşitlenene kadar  bu böyle devam edecektir. Çin, Hindistan, Türkiye, Brezilya  derken, daha sonra Afrika’yı da içine alarak küreselleşme süreci tamamlanacaktır. Peki sonra ne olacak? Yani artık yeni bir Çin, ya da Afrika kalmayınca ortada, o zaman ne olacak? Azami kâr yasası ortada durduğuna göre, bir malı daha iyi kalitede, daha ucuza üretebilmek için o zaman ne yapacak sermaye?  Rekabet mücadelesi o zaman nasıl gelişecek?

Bu işin iki yolu var! Birincisi şu:  18-19. yy’larda ulusal düzeyde gelişen serbest rekabetçi kapitalizm kendi içinde tekelleri yaratarak kendi zıttına dönüşmüş, ulus devletle bütünleşerek tekelci kapitalizm haline gelmişti. Bugünse gelişme ulusal düzeyde değil, küresel düzeyde oluyor, ama gene de  şu soru ortada:  serbest rekabet gene  bir tekelleşmeye yol açar da, dünya bu sefer de küresel tekellerin egemenliği altına girer mi? Bir de tabi, artık bunun mümkün olmadığını, yolun bundan sonra düz  olduğunu, serbest rekabetin yeni koşullarda da aynen devam edeceğini ve bu yolun kapitalizmi kendini inkâra götüreceğini düşünenler var. Önce birinci ihtimali ele alalım ve şu soruyu soralım kendimize. Bugün küreselleşme süreci, küresel serbest rekabet mücadelesi yeni tip küresel bir tekelleşmeye yol açabilir mi?

YENİ TİP TEKELLER, BİLGİ TEKELLERİ OLUŞABİLİR Mİ

“Eğer küreselleşme bir spor olsaydı, durmadan tekrarlanan bir yüz metre koşusu olurdu” diyor Friedman! Ve devam ediyor: “Soğuk Savaş’ın tanımlayıcı endişesi, dünya çapında sabit ve istikrarlı bir mücadelede çok iyi tanıdığınız bir düşman tarafından yok edilme korkusuydu; küreselleşmenin tanımlayıcı endişesi ise göremediğiniz, dokunamadığınız ve hissedemediği-niz bir düşmandan gelebilecek hızlı değişim karşısındaki korkudur- işinizin, topluluğunuzun ya da işyerinizin en küçük istikrar taşımayan, adı sanı konmamış ekonomik ve teknolijik kuvvetlerce her an değiştirilebileceği korkusu.. Soğuk Savaş zamanında, Beyaz Saray’ı Kremlin’e bağlayan özel telefon hattına uzanırdık- bölünmüş de olsak, en azından birilerinin, yani bu iki süper gücün idareyi elinde tuttuğuna ilişkin bir semboldü bu. Küreselleşme çağında internete uzanıyoruz- hepimizin birbirine bağlı olduğuna, ama idarenin kimsenin elinde olmadığına ilişkin bir sembole”.

Küresel serbest rekabetçi kapitalist dünya sisteminin “dağınık bir sistem“ olduğunu söylemiştik. Belirli bir merkezi-yöneticisi olmayan bu “multiagent sistemin”  “agent”leri   sadece devletler olmadığı için   bir tür Birleşmiş Milletler-devletler örgütü değildir bu! Devletleri, küresel faaliyet gösteren şirketleri,  “süper güçlenmiş bireyleri”, hatta sivil toplum örgütlerini de saymak gerekir bu arada.  Ama küreselleşme çağının esas aktörü-unsuru bireydir. Hem de “süper güçlenmiş birey”! Bu ne mi demektir? Bu, bilginin ve teknolojinin bu kadar demokratikleştiği bir ortamda, birgün, hiç ummadığınız bir yerden birinin  karşınıza yeni bir bilgiyle- buluşla çıkarak, çok kısa bir zamanda rekabet mücadelesinde  sizin o ana kadar elde ettiğiniz bütün başarıları  yok edebilecek bir güce erişebilmesi mümkündür demektir!  İntel’in eski patronu Andy Grove’un  küreselleşme çağı için, bu çağda “Yalnız Paranoyaklar Ayakta Kalır” demesinin anlamı budur! Yani, o an için pazar payı  en büyük şirket siz bile olsanız,  gene de kendinize fazla güvenmeyeceksiniz diyor Andy Grove! “Acaba birisi beni takip mi ediyor?”  diye durmadan arkasına bakarak yürüyen paranoyaklar gibi,  mecbursunuz bir gözü arkada yürümeye diyor!   Yani, etrafınızda  görünen bir rakip olmasa bile, sanki varmış gibi hareket etmeye,  kendi kendinizle rekabet etmeye mecbursunuz bu sistemde! Çünkü, hiç umulmadık bir köşeden her an bir rakip ortaya çıkabilir. Böyle bir süreçte ayakta kalabilmenin tek yolu herkesten daha çok araştırmaya geliştirmeye para ayırmak, bilgi üretimi sürecinde her zaman en önde koşmaktır. Ama bütün bunları  yapsan bile gene de yüzde yüz garantisi yoktur bu işin!

Eskiden bilgiyi çekmeceye attın mıydı iş bitiyordu. Çünkü üretici güçler daha bugünkü kadar gelişmemişti. Bilgi demokratikleşmemişti. Bilgiye ulaşabilenlerin sayısı sınırlıydı. Ve de en önemlisi,  ulusal sınırlar içinde,  ulus devlet gücünü kullanarak kontrol mekanizmasını çok iyi çalıştırabildiğin bir alanda olup bitiyordu bütün işler. Ulusal sınırların ötesindeki “dünya pazarları” denilen pazarlar ise  nüfuz bölgeleriydi. Buralarda da zaten bilginin değil ulus devletin sözü geçiyordu!

İçinde bulunduğumuz  küreselleşme çağında  kendine o kadar fazla güvenmeyeceksin! En iyisi bende, onu ben üretiyorum, çünkü en yeni bilgilere  sahip olan benim diyerek arkana bakmayı bıraktığın an da bitersin bu çağda!

Ama biz gene de bir an için “küresel tekellerin” oluşmaya başladığını düşünelim! Böyle bir gelişme herşeyden önce küresel serbest rekabetçi kapitalist işletme sisteminin kendini inkârı anlamına gelirdi.   Süreç geriye doğru işlemeye başlarken, önce buna karşı  ulusal düzeyde  reaksiyonlar oluşur, sonra da  yıkılan eski   duvarlar yeniden onarılmaya başlanırdı!   Böyle birşey mümkün müdür? “Tarih bir tekerrürden mi ibarettir” yoksa!! Ha, belki mekanik düşünen burjuva “science fiction” yazarları bu türden senaryolar yazabilirler, ama gerçek hayatta „aynı ırmakta iki kez yıkanamazsınız“! Bill Gates, Microsoft’ta „tek bir şey bildiklerini“ söylüyor; o da, „dört yıl içinde yaptıkları her ürünün piyasadan silineceği! Tek sorun, onu piyasadan silenin Mocrosoft mu, yoksa rakipleri mi olacağıdır! Eğer Microsoft olursa şirket zenginleşecektir. Eğer rakipleri olursa Microsoft’un başı derde girecektir.(T.Friedman)

Son bir çabayla, gene bir an için, o “science fiction” senaryolarına dönelim ve örneğin bütün cep telefonu şirketlerinin birleşerek tek bir dünya tekeli  oluşturduklarını düşünelim, öyle ki, yeni bir teknik  geliştirsen bile artık rakip firma kalmadığı için bu bir işe yaramıyor!  Böyle bir şey mümkün değildir ama, az önce de belirttiğimiz gibi, iş bu noktaya gelirse eğer, yani  film gerçekten geriye doğru sarılmaya başlarsa, bu durumda  hemen küresel reaksiyonlar oluşmaya başlar. Ve sonunda da şu ya da bu biçimde mutlaka yeni rakipler ortaya çıkar. Hiç kimse çıkmazsa,  küresel sivil toplum örgütleri karşı çıkar böyle bir gelişmeye. Hangi küresel sivil toplum örgütleri mi diyorsunuz? Siz gelecek için “küresel bilgi tekelleri” kehanetinde bulunursunuz da, ben, demokratikleşmenin bu kadar geliştiği-gelişmekte olduğu bir dünyada, gelecek, hem de yakın gelecek için güçlenmiş küresel sivil toplum örgütleri öngörüsünde bulunamaz mıyım! Belirleyici olan ne yeni „küresel tekellerin“ oluşması tehlikesidir, ne de başka bir şey, belirleyici olan bilginin ve bilgi üretimi sürecinin demokratikleşmesidir. Ancak bunu engelleyebilirseniz filmi geriye sarabilirsiniz! Haydi engelleyin interneti bakalım gücünüz yetiyorsa!

Ama hepsi bu kadar da değil! Serbest rekabetçi  kapitalist bir işletme sisteminin gereklerine göre varolan, örgütlenen bir şirketle, tekelci kapitalist bir şirket arasında yapısal olarak   çok büyük farklar vardır. Bu nedenle, bugün serbest rekabetçi işletme sistemine göre örgütlenmek zorunda olan küresel bir şirketin, yarın yapısal bir değişikliğe uğrayarak tekelci bir sistem haline gelebileceğini söylemek  çok zordur. Üretici güçlerin, bilgi üretimi sürecinin gelişmesini değil, tekel egemenliğini esas alan tekelci kapitalist bir şirket, yapısal olarak merkeziyetçi olmak zorundadır. Çünkü informasyon yukardan aşağıya doğru tek yönde akar böyle bir şirkette. Çevre, merkezin aldığı kararları uygulamakla yükümlüdür.  Serbest rekabetçi  işletme sistemiyle çalışan küresel bir şirket ise, tam tersine, mümkün olduğu kadar demokratik olmak, karar verme mekanizmasını tabana  yaymak zorundadır. İnformasyon, yukardan aşağıya olduğu kadar, aşağıdan yukarıya doğru da akabilmelidir böyle bir yapıda.  Çünkü, „günümüzün olağanüstü hızlı, olağanüstü karmaşık, olağanüstü geniş küreselleşme sisteminde, sorunların çoğunu çözmek için gerek duyulan informasyonun büyük bölümü şirketlerin merkezlerinde değil, daha dış kademelerindeki insanların elinde bulunuyor.. Tekelci bir örgütün „sorun çözme“ anlayışı-yöntemi ise „dikte etmekdir“. Demokratik bir ortamda olduğu gibi, etkileşerek  sentez oluşturmak değildir. „İstenilen sonuç“  dikte edilerek elde edilir. İnformasyonu istediği gibi işleyen-değerlendiren merkez, yapılması gereken işleri belirler ve çevre de ancak kendisine verilen bu emirleri yerine getirmiş olur. Müşteriyle olan ilişkilerde de aynı esasa uyulur.  Müşterinin hangi malı, hangi fiyata  alacağını  ona dikte eden  tekelci şirkettir.  Serbest rekabet ortamında gelişen küresel-demokratik bir şirkette ise, her düzeyde elde edilecek sonuçlar karşılıklı etkileşmelerle, sürece demokratik „katılım“la  gerçekleşir. Çevreden alınan informasyon şirket içinde her düzeyde işlenerek merkeze doğru gider, öyle ki, giderekten böyle bir merkezin varlığı bile tartışmalı hale gelir! Pratik olarak merkez, multiagent bir sistemde informasyon işleme sürecinin koordine olduğu bir „merkez“-instanz- haline gelir.

Buradan çıkan sonuç şu oluyor: Bugün artık sadece informasyona ulaşmanın, onu işlemenin ve bilgi sahibi olmanın demokratikleşmiş olması açısından değil,   küresel dağınık  bir siste-min  esas elementinin gelişmiş birey olması açısından da, tekelci-merkeziyetçi  bir örgüt-şirket yapısını  ayakta tutmak mümkün değildir. Küresel olarak örgütlü bir yapıda yerel sorunlar   ancak yerel düzeyde karar verme yetkisine sahip gelişmiş bireylerle çözülebilir.  Tekelci bir örgütlenmede ise  bireyin hiçbir önemi yoktur. Herşey merkezde başlar ve orada sona erer. Şirket hakkındaki bilgilerin şeffaf olduğu, en alttaki bir görevlinin bile bu bilgilere dayanarak kendi çapında karar mekanizmasına katıldığı bir yapıyla, bu bilgilerin bir sır gibi saklandığı tekelci bir yapı arasında uçurumlar kadar fark vardır. Bu yüzden, artık  istenilse de, bugünkü rekabetçi küreselleşme sürecini kendi zıttına dönüştürerek, katı merkeziyetçi küresel tekelci yapılar yaratmak mümkün değildir!

GERİYE TEK BİR YOL KALIYOR:BİLGİ TOPLUMU

O zaman geriye tek bir yol kalıyor! Küreselleşme sürecinin tamamlandığını, yani şu ya da bu şekilde yeryüzündeki bütün ülkelerin küresel bileşik kaplara bağlandığını, ve suyun-üretici güçlerin gelişme seviyesinin- bütün ülkelerde aşağı yukarı eşitlendiğini düşününüz. Ne olacak bu durumda, küresel rekabet mücadelesi ve buna bağlı olarak da üretici güçlerin gelişme süreci nasıl gelişecek bundan sonra?

Azami kâr yasası duruyor mu yerinde? Duruyor! Rekabet duruyor mu? Duruyor! O halde kim bir malı daha ucuza ve daha iyi kalitede üretebilirse gene o kazanacak! Doğru mu bu tesbit? Doğru! Peki, böyle bir durumda bir malı daha ucuza nasıl üreteceksin? Artık ücretlerin  düşük olduğu bir Çin yok! Afrika’nın keşfi de çoktan gerilerde kalmış! Ne yapacaksın? En başta söylediğimiz gibi „geriye bir tek yol kalıyor“! Bilgi ve teknoloji üretimine daha da hız kazandıracaksın! Çünkü bu durumda artık, kim daha ileri teknik-daha çok robot kullanır hale gelirse onun üretim maliyetleri daha da düşecektir!

Bir hata var mı bu mantıkta! Varsa hemen duralım! Ben göremiyorum! Devam ediyoruz:

İşte kapitalizmi inkâra götüren süreç budur. İşte „bilgi toplumuna“ giden yol budur.

Neden bilgi toplumu peki? Çünkü bu süreç, adım adım, bilginin sermayenin yerini alması sürecidir de ondan. Bilgi sermayenin yerini nasıl mı alacak? Bugün dünyada  üretim sürecinde en çok robot  kullanan  ülkenin Japonya olduğunu  söylemiştik. Daha sonra da   Almanya geliyordu.  Bu süreç giderekten bütün ülkelere yayılacak, bunun başka hiç yolu yok! Önümüzdeki beş-on yıl belki öyle astronomik oranlarda olmayacak bu artış, çünkü küresel bileşik kaplar henüz daha o eşitliği-dengeyi kurmakla meşgul bu arada. Sermayenin henüz daha gidecek yeri çok! Ama,  suyun seviyesi eşitlendikten sonra, bu hız astronomik ölçülere varacak. Ve giderekten, ilk planda kol işçiliği diye birşey kalmayacak artık. Proletaryanın yerini tamamen robotlar alacak! Sonra? Biliyorum hemen denecek ki, „evet kol işçiliği kalkacak ama, ya kafa-beyin işçiliği? O robotları programlayan kafa işçilerinin sayısı artacak bu sefer de. Ve kapitalizm sürüp gidecek“! Şurası kesin:  Gidebildiği yere kadar gidecek kapitalizm! Yani, artı değer elde etmek mümkün olduğu sürece kapitalizm ve kapitalistler yok olmayacaklar! Ama bu işin de bir sınırı var. Bir kere az önceki mantık, yani kol işçilerinin yerini robotlar alırken kafa-beyin işçilerinin sayısının artacağı ve kapitalizmin de bu şekilde ilelebet sürüp gideceği mantığı doğru değildir. Değildir çünkü, bilgi üretimi sürecinin ileri aşamalarında, insanların günlük ihtiyaçları gibi „basit şeylerin“ üretildiği alanlarda da kafa-beyin işçilerine hiç ihtiyaç kalmayacak artık! Robotlar sadece kol işçilerini değil, bugünkü kafa işçilerini de işsiz bırakacaklar! Program yapan robotlar bile üretilecek. Robotlar robotları kontrol edip yönetecek. Ve öyle olacak ki, insanların yeme, içme, giyim, barınma gibi temel ihtiyaçlarını artık tamamen robotlar üretir hale gelecekler. Peki o zaman insanlar ne  yapacaklar mı diyorsunuz? Bir kere sürecin bu aşamalarında artık öyle ulus-devletler vs. gibi ilkel oluşumlar tamamen ortadan kalkmış olacaklar! Bir tek dünya toplumu-insanlığı kalacak ortada. Birey mi dediniz? Birey, kapitalizmin, özel mülkiyetin  gelişimi süreci içinde gelişmesinin en yüksek aşamasına eriştikçe adım adım toplumsal varlığın içinde kendi varlığında yok olacak. Dünya vatandaşlığı onun en son bireysel varoluş biçimi olacak. Ondan sonra artık, tıpkı ilkel komünal toplum içinde bir insan birey olarak varolmadan nasıl varoluyorsa, modern komünal toplum insanı da o şekilde varolur hale gelecek. Yani, toplumsal varlığın içinde, kendi varlığını toplumsal varlıkla birlikte oluşturabilir hale gelecek. İlkel sınıfsız toplumdan sınıflı topluma geçilirken özel mülkiyetle birlikte ortaya çıkan birey, özel mülkiyet yok olurken toplumsal varlığın içinde gene yok olacak.

Artı değer mi, kapitalizm mi? Nedir onlar? İnsanlar geriye doğru baktıkları zaman böyle düşünecekler! İnsanların temel ihtiyaçlarının robotlar tarafından üretildiği bir toplumda ne artı değer olur, ne de kapitalizm. Kapitalizmin, bireyin, özel mülkiyetin  gelişerek yok olmasının, gelişerek kendini inkârının ürünüdür bilgi toplumu.

Bütün bunlar hayal mi diyorsunuz!

Bugün, insanlığın ürettiği mal ve hizmetlerin sadece dörtte birinden yararlanabiliyor insanlar. Geriye kalan dörtte üçü ise başta silahlanmaya ayrılan pay olmak üzere çarçur olup gidiyor. Bir an için sadece silahlanmanın önüne geçildiğini düşününüz, bugün bile ne aç kalır ortada ne açıkta olan! Varın siz bir de insanların temel ihtiyaçlarının robotlar tarafından üretildiği geleceğin bilgi toplumunu düşünün. Herkesin herşeyi olduğu için, benim senin kavgası bitecek bir kere. Sen-ben kavgası olmayınca da yalan, ikiyüzlülük olmayacak.

Peki ne yapacak insanlar bilgi toplumunda? Temel ihtiyaçlarını robotlar üreteceğine göre insanlar ne yapacaklar? Yan gelip yatacaklar mı! Ya da spor yapıp, hobileriyle mi uğraşacaklar!!

Şöyle düşünelim: İnsanlığın bilgi toplumuna erişmesi demek, elementlerini „dünya vatandaşı  insanlar“ın oluşturduğu bir dünya toplumunun-sisteminin oluşması demektir. Böyle bir dünya toplumunda „varolan“ tek gerçek  artık „birey“ değil bu toplumsal varlıktır. Peki bu küresel toplumsal varlık nasıl varolacak, yani nasıl kendini üretecek? Çünkü bugünkü anlayışımıza göre insanlar ve toplumlar yaşamı devam ettirme mücadelesi içinde kendi varlıklarını üretirler, varolurlar. Bilgi toplumunda ise, insanların varolmak için gerekli olan temel ihtiyaçlarını artık robotlar ürettiği için, bilgi toplumu ve insanlar  kendi biyolojik temel ihtiyaçlarını üretirken varolamazlar. Bu durumda, küresel bilgi toplumu-dünya insanlığı dış çevreyle, yani yerkürenin dışındaki evrenle ilişki-etkileşim içinde varolacaktır. Küresel bilgi toplumu yerküre kozasını delip kafasını dışarı çıkaran ve artık dış-çevreyle etkileşim-ilişki içinde varolan bir gerçekliktir. İnsanlar ne yapacaklar, ne ile meşgul olacaklar demiştik! Böyle bir toplumda her insan artık bir “biliminsanı” olacaktır! Bilim, bilimle uğraşmak bugün olduğu gibi sınırlı sayıdaki insanın  uğraşı-mesleği olmaktan çıkacak, normal insanların uğraşısı haline gelecektir. Yetmez mi bu kadarı!..

YAZININ 1. BÖLÜMÜ :  http://www.duzceyerelhaber.com/Munir-AKTOLGA/16522-Dikkat-bu-kuresellesme-surecine-karsi-bir-ulus-devlet-saldirisidir-1

YAZININ 2. BÖLÜMÜ:  http://www.duzceyerelhaber.com/Munir-AKTOLGA/16539-Dikkat-bu-kuresellesme-surecine-karsi-bir-ulus-devlet-saldirisidir-2

YAZININ 3. BÖLÜMÜ  http://www.duzceyerelhaber.com/Munir-AKTOLGA/16566-Dikkat-bu-kuresellesme-surecine-karsi-bir-ulus-devlet-saldirisidir-3

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums