Dikkat! bu, küreselleşme sürecine karşı bir ulus devlet saldırısıdır!. (3)

  • 24.06.2013 00:00

 

„KÜRESEL DEMOKRATİK DEVRİM“,  „GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELER“   VE TÜRKİYE

Küreselleşme süreci nedir, bu süreç neden devrimci bir süreçtir? Eski dünya, herbirisi kendisi için var olan toplumlar arasındaki  ilişkiler zemini idi. Yani eski dünyada henüz daha, bilimsel anlamıyla dünya sistemi diyebileceğimiz bir sistem yoktu ortada[1]. İşte bu zeminin içinden,  bir dünya sistemi olarak tek bir dünya toplumu doğuyor şimdi. Küreselleşme süreci  bu doğumun gerçekleşme biçimidir. Her birisi kendisi için var olan ulus devletlerin-toplumların duvarlarının yıkılması, bu duvarların içine hapsolmuş bulunan  potansiyelin açığa çıkması olayıdır küreselleşme.  Tabi, bu dünya toplumu da gene kapitalist bir toplumdur. Ama bir kapitalist internasyonal  değildir bu, olmayacaktır da! Değildir, çünkü işin özünde ulusları dışlayan bir süreçtir bu; küresel serbest rekabetçi kapitalist işletme sistemiyle çalışan  „dağınık bir  sistemdir“. Sistem merkezini temsil eden bir yönetici yoktur. Her biri kendi içinde de bir sistem olan, sisteme integre birçok  parçalardan-alt sistemlerden oluşmaktadır. Bu „parçalar“ yerel-toplumlardır tabi. Ama artık bunlar eski anlamıyla ulus-devlet statüsünde değildirler. Aynı bütünün (dağınık sistemin)  biribirleriyle yarışarak-biribirini tamamlayan parçalarını oluşturmaktadır bunlar. İki yerine çok sayıda  takımın, hep birlikte, futbola, ya da satranca benzer bir oyun  oynadıklarını düşünün, bu takımların hepsi de  oyunu kazanmak için biribirleriyle mücadele etmektedirler. Bunun gibi birşey küresel kapitalist dünya sistemi de!.  Ama  tıpkı futbol gibi belirli kuralları  var bu sistemin-oyunun da. Gerçi bu kurallara uyulup uyulmadığını belirleyen öyle tek bir hakem yok ortada, ama, herkes biribirinin hakemi. Birisi kurallara uymasa diğeri bunu hemen ortaya çıkarabilir. Ve esas olan bu kurallara uymak olduğu için de,  kurallara uymayan oyun dışında bırakılarak cezalandırılacaktır.

Şimdi, bu küreselleşme sürecinin-devriminin „gelişmekte olan“ ülkelerde nasıl geliştiğini  daha yakından incelemeye çalışalım:

Bugün, „gelişmekte olan“, ya da „azgelişmiş“ dediğimiz ülkeler, yakın geçmişin sömürge-yarı sömürge ülkeleridir. Bunlar,  şu ya da bu şekilde „bağımsızlıklarını“ elde ettikten sonra, bu sefer de, Soğuk Savaş dengelerinden  yararlanarak iktidarı elinde tutan “ulus devlet yaratıcısı”, bu anlamda „ulusalcı“ bürokratik elit bir   tabakanın-devlet sınıfının yönetimi altına giren, üretici güçlerin gelişmesinin adeta dondurulduğu,  kısır bir döngünün içinde debelenip duran ülkelerdir. Öyle ki, halâ „ulusal bağımsızlığı temsil ettiğini“ iddia eden bu devlet sınıfı, artık ülkedeki üretici güçlerin gelişmesini engelleyen başlıca unsur haline gelmiştir. „Ulus-devlet“, kapitalist-burjuva devlet demek olduğu halde, „ulusal bağımsızlıkçı“ bu devlet sınıfı, ülkede kendisinden bağımsız bir burjuva sınıfının gelişmesini bile engellemektedir. Devletçilik, devlet mülkiyeti, bu mülkiyete tasarruf yetkisine sahip bürokratlarla-devlet sınıfıyla özdeşleştiği için, bunlar kendilerini sıkı „devletçiler“ olarak ilân etmişler, ülkede oluşturdukları devlet tekelciliğiyle özel sektörün, bireysel kapitalistlerin yolunu tıkar hale gelmişlerdir.

Gelişmekte olan ülkelere dair bütün bu söylenilenlerin en güzel örneği Türkiye’dir![2] Türkiye’deki „devlet sınıfı“da „ulusal bağımsızlıkçılığı“, ulus devlet savunuculuğunu kimseye bırakmaz! „Devletçilik“ onların „ulusalcılığının“ vazgeçilmez unsurudur! Öyle ki, bunlar, iktidarı ellerinde tutabilmek uğruna, „marksist“ oldukları için „devletçi“ olan „solcularla“ ve faşist-ırkçı oldukları için devleti yücelten sağcılarla da  kolkola girmişler, gelişmek, ilerlemek-zenginleşmek isteyen halkın, Anadolu kapitalizminin güçlerinin karşısında bir duvar örmüşlerdir!.. Bütün o „ulusalcı“, ya da „kızıl elmacı“ söylemlerin ardında yatan gerçek  budur! Üretim araçlarının ve toprakların yarıdan çoğunun devlete ait olduğu bir ülkede, Osmanlının devlet olma geleneğini de arkasına alan böyle bir ittifakı küçümsememek gerekir (son yıllarda bur oran epey değişti artık(!).. Eski konumlarını kaybetmiş olsalar da bunlar tepeden inmecidir, halâ bir gece ansızın gelebiliriz hayaliyle yaşamaktadırlar.  Bunlar için „halk“ „cahil“, güdülmesi gereken bir sürüden-Reaya- başka birşey değildir. Herşeyin en iyisini, doğrusunu onlar bilir! Çünkü onlar „vatan, millet kurtarıcı“ soydandırlar!..

Doksan yıldır bu devlet sınıfına karşı demokrasi mücadelesi veren halkın, Anadolu kapitalizminin güçlerinin mücadelesi hep inişli çıkışlı olmuştur. Demokrasi cephesi, ne zaman biraz güçlense, hemen ardından bir darbeyle karşılaşmış, iktidarı „devletin asıl sahiplerine“ terketmek zorunda kalmıştır. Hep “iki adım  ileri bir adım geri” giderek ilerlemek zorunda kalınmıştır. Anadolu kapitalizminin güçleri birkaç sefer iktidara gelmiş olsalar da hiçbir zaman devlete sahip olamamışlardır. Çünkü „devlet“ kutsaldır ve devletin asıl sahiplerine aittir! Öyle bir „kapitalist  ülke“ düşününüz ki, ülkenin burjuvazisi devletin sahibi olamıyor! Türkiye budur işte! Burjuvaziye rağmen yoktan bir “ulus” yaratan  “kahramanlar” ülkesidir Türkiye!..

Ya „ilericiler“, „solcular“ „demokrasi kahramanları“? Onların ne yaptıklarını mı merak ediyorsunuz? Onlar da   bu oyuna-bu günaha ortak olmuşlardır. Ondan sonra da „bu halk bizi niye desteklemiyor“, “neden Türkiye’de sol güçlenemiyor” diye yakınırlar!. Niye desteklesin ki  halk sizi, siz „devletsiniz“, devlet sınıfının müttefiklerisiniz; hem de, Osmanlı’dan bu yana o halka kan kusturmuş olan o „devlet sınıfının“ müttefikleri!  İnsanlar önlerindeki sorunlarla ilgilenirler, akşam eve götürecekleri ekmeğin kavgasıdır onların kavgası. Ve onlar bu kavgada kim nerede duruyor sadece ona bakarlar. İki tane referans noktası vardır onların kafalarında. Birisi “devlet sınıfı”nın durduğu noktadır, öteki de kendilerinin. Sen ne dersen de, eğer öbür tarafın bulunduğu yerde duruyorsan, ağzınla kuş tutsan bir işe yaramaz. Osmanlı’dan bu yana böyledir bu. Halkın kafasındaki pusula hiç şaşmaz! “Türkiye halkı, Türkiye seçmeni hep sağ’ı desteklermiş”! “Devlet Sınıfının” “solcu” olduğu bir ülkede buna hiç şaşmamak lâzım!

İşte tam bu noktada küreselleşme devrimi, Avrupa Birliği’yle bütünleşme süreci (2005) giriyor araya; ve “ulusalcılığını” “batıcılığının” ayrılmaz bir parçası olarak gören  Türkiye devlet sınıfını suçüstü yakalıyor! Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecine karşı çıkmak zorunda kalmaları onların yüzündeki “çağdaşlık” “ilericilik” “batıcılık” maskesini birden indiriveriyor! “Kral çıplak kalıyor”!

Ama bu sürece hazırlıksız yakalanan sadece onlar mı! Daha düne kadar  koruyucu dinci kabuklarının içinde devlete karşı ayakta kalabilme mücadelesi veren Anadolu kapitalistleri de şaşırıyorlar bu işe! Ama onlar çabuk toparlanıyorlar! Gökte aradıkları ilâhi yardımı birden  yerde, Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecinde bulunca kısa zamanda toparlanıyorlar! Eski “dinci” Anadolu burjuvalarını    birden bire küreselleş-meci yapan, “dinci” motiflerle  yerel düzeyde burjuva demokratik devrim mücadelesi veren “Anadolu Kaplanlarını”  küresel dış dinamikle birleştiren diyalektik budur işte! Başta Türkiye olmak üzere, gelişmekte olan  bütün  ülkeleri kasıp kavuran devrimci dalganın esası budur. Bugün bir değil iki kere devrimcidir bu ülkelerin burjuvaları! Birincisi, kendi ülkelerinde gerçekleşen demokratik devrimde taşıdıkları öncü rolden dolayı. İkincisi de  küresel devrime katkılarından dolayı.

Kapitalistler elbette ki  kendileri için demokrasi isteyerek ayağa kalkıyorlar. Yani, özel olarak halkı, işçileri düşündükleri, onlara acıdıkları için, ya da ideolojik nedenlerden dolayı değil! Ama işte tam bu noktada, onların çıkarlarıyla halkın-işçilerin çıkarları da kesişiyor zaten, ve demokrasi mücadelesi bütün halkın mücadelesi haline geliyor. Üretici güçlerin gelişmesini engelleyen devletçi  işletme sisteminin yerine serbest rekabetçi bir işletme sisteminin geçmesi sadece kapitalistlerin işine yaramıyor, bundan çalışanlar da yararlanıyorlar. Kapitalist, azami kâr peşinde koştuğu için,  özgürce  üretim yaparak daha da zenginleşmek için istiyor demokrasiyi; devletçi sistemin önüne çıkardığı engellere bu yüzden karşı çıkıyor.  Ama bütün bunları gerçekleştirebilmesi için,   işgücünü özgürce satabilen işçilere de ihtiyacı var onun. İşte kapitalist bunun için köylüyü işçi yaparak  özgürleştiriyor. Evet özgürleştiriyor! „Bu da  bağımlılığın başka bir biçimi“ olsa bile gene de özgürleştiriyor ! Çünkü üretici güçler böyle gelişir. İşçiler burjuvalara bağımlı hale gelmesinler  diye köylülüğü mü  savunacağız! „İlericilik“ bu mudur! Devlete bağlı kamu iktisadi teşebbüslerinde, bir kişinin yapacağı iş için torpille işe alınan beş kişinin çalıştığı bir  düzeni savunmak mıdır „ilericilik“! „Hangi sistem altında gelişiyor üretici güçler“, belirleyici olan budur. İlerici, devrimci, demokrat olmanın ölçüsü bu soruya verilecek cevapla bağlantılıdır.

Dün, tekelci kapitalizme-emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesi vermekti ilericilik; bugünse,  „ulusal bağımsızlığı“ savunmak adına devletçi, çağ dışı bir düzenin bekçiliğini yapanlara karşı durmaktır;  küresel demokratik devrime karşı ulusal duvarların arkasına gizlenenlere karşı durabilmektir. 

Dün, sermaye yetersizliğine çare olarak bulunan „kamu iktisadi teşebbüslerini“ desteklemek belki ilericilikti, ama bugün ilericiliğin ölçüsü  devlet tekelciliğine karşı özelleştirmeleri desteklemektir!  

Dün, yabancı sermayeye karşı çıkmak ilericilikti. Çünkü, kapitalizmin tekelci aşamasında-emperyalizm aşamasında sermaye ihracı sömürgeciliğin ayrılmaz parçasıydı. Sömürge ve yarı sömürge halklar bu „yabancı sermayeye“ karşı mücadele içinde geliştirmişlerdi  kurtuluş savaşlarını. Bugün ise tam tersine, „yerli-milli sermaye“ diye ulusal duvarların arkasına gizlenerek tekel kuran ve kendi halkını kendisine mecbur bırakan „ulusal-sermayeyi“ savunmaktır gericilik! 

Ey, küresel bir dünya sisteminin doğmakta olduğunu göremeyen eski ilericiler, kapitalizm bir dünya sistemi haline geldi artık! Sermaye küreselleşti. Sermayenin ulusu kalmadı! Ulusalcı nutuklarla sizi uyutanlar, sizin „ulusal-sermaye“ dedikleriniz, küresel rekabet mücadelesine girmek istemeyen, ulusal duvarların arkasına gizlenerek kendi tekel konumlarını muhafaza etmek isteyen yerli bezirgânlardır. Bugün, içinde yaşadığımız küreselleşme sürecinde, „kim ki bir taş üstüne bir taş koyuyor, niyeti, menşei, „ulusal kökeni“ ne olursa olsun hoş geldi sefa geldi“ ülkemize demeyi öğrenmeden artık ne devrimci olunabilir, ne de çağdaş! Çünkü, kendi ülkende üstüste konulan o taşlardır ki,  hem yerel, hem de küresel düzeyde,  üretici güçlerin gelişmesini ifade eden  onlardır. Kapitalizmin kendini inkârı  sürecinin köşe taşlarıdır onlar! Bu diyalektiği anlayamıyorsanız  hiç olmazsa susun!

KÜRESEL-toplumsal BİLEŞİK KAPLAR TEORİSİ

Küresel-kapitalist dünya sisteminin oluşumu sürecinin-küreselleşme sürecinin-, ulus-devlet duvarlarının yıkılarak, ülkelerin aynen bileşik kaplarda olduğu gibi biribirlerine bağlanmaları süreci olduğunu,  ülkeler arasında oluşan toplumsal bileşik kaplarda ülkeden ülkeye akan o suyun ise sermaye olduğunu söylemiştik. Şimdi buna bir şey daha ilâve etmek istiyoruz: Su (yani sermaye), bileşik kaplarda, daima, bütün kaplarda su seviyesinin eşitlenmesi yönünde akar. Buna toplumsal bileşik kaplar teorisi adını veriyoruz.

18-19. yy’larda, tekelci kapitalist ulus-devletlerin egemen oldukları dünyada,  ülkeleri bu şekilde biribirine bağlayan bağlar henüz daha oluşmuş değildi. Her ülke, etrafını çeviren ulusal duvarlarının içinde, kendisi için varolan bir toplumsal sistemdi. Bu durumda, tekelci kapitalist ulus-devletler, sömürgecilikteki ve dünyayı paylaşma mücadelesindeki başarılarına paralel olarak, ulus-devletlerinin askeri gücünün de yardımıyla, tıpkı bir ineğin sütünü sağar gibi dünyadaki diğer halkları-ülkeleri sağmışlar, sermayenin getirilerinin kendi ülkelerinde-gelişmiş ülkelerde toplanmasını sağlamışlardı. Küreselleşme süreciyle birlikte oluşmaya başlayan toplumsal bileşik kaplar  bu süreci şimdi tersine çeviriyor ve su-sermaye artık gelişmiş ülkelerden su seviyesinin çok daha düşük olduğu gelişmekte olan ülkelere doğru akmaya başlıyor. Buralarda azami kâr elde etme oranı çok daha yüksek olduğu için, elde edilen kazançlar da gene buralarda kalıyor. Yani, gelişmekte olan ülkelerden elde edilen artı değerleri oturupta gelişmiş ülkelerde çıtır çıtır yemiyor kapitalistler! Yedikleri kadarı zaten var ellerinde! Muazzam miktarlarda sermayeden bahsediyoruz, öyle yenip yutulacak miktarlardan değil! Bir Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye, Endonezya  olayının-„mucizesinin“- altında yatan gerçek budur. Ve bu öyle bir „gerçek“tir ki, bugün bunu artık gözleri 18-19.yy’lardan kalma ideolojik gözlüklerle kapalı olanların dışında herkes görüyor! Türkiye’nin eski „dinci“, ya da „devletçi“ burjuvalarının bile, bu gerçeği gördükleri andan itibaren gözleri fal taşı gibi açıldı da, zenginleşmek için artık  ilâhi güçlere, ya da devlete sığınmayı bir tarafa bırakarak, suyun  kendi ülkelerine doğru da akması  için ülkeyi küresel bileşik kaplar sistemine dahil etmeye  çalışıyorlar! Malesef, bu süreci farkedemeyen bir tek “solcular” kaldı ülkede!..

Şimdi geliyoruz bu sürecin, yani üretici güçlerin gelişmesi sürecinin küreselleşmeyle olan ilişkisine. Soru şudur: Sermayenin küreselleşmesiyle üretici güçlerin küresel düzeyde gelişmesi arasındaki bağlantı nedir?

Bugün bütün gelişmiş ülkelerde çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve daha yüksek ücretlere sahip olmak isteyen işçilere işverenlerin verdiği cevap şu oluyor: „Oturun oturduğunuz yerde, biraz daha ileri giderseniz fabrikayı kapatır giderim. Sökerim makineleri, götürür işçilerin daha az ücret talep ettikleri, üretim maliyetlerinin daha düşük olduğu bir ülkeye kurarım. Örneğin Polonya’ya giderim. Daha olmadı Türkiye’ye giderim. O da mı olmuyor Çin’e, Hindistan’a, Brezilya’ya, Endonezya’ya giderim“! Bitti! Gerçekten de olay burada bitiyor.! Ulusal düzeyde üretim sürecinin ayrılmaz parçası olan işveren veya işçilerden bir taraf olayı bu şekilde „çeker giderim“ diye koyabildiği an orada olay biter! Nitekim de öyle oluyor. Sendikalar sesini kesiyor, işçilerin sesi soluğu çıkmaz hale geliyor ve kuzu kuzu, daha az ücretle, daha uzun süre çalışmak için işlerinin başına dönüyorlar! Arada bir, „işverenlerden daha çok vergi alınarak, bunlarla yeni işyerlerinin açılmasını, işsizliğe çare bulunmasını“ savunanlar da çıkıyor, ama bunları da takan yok! Cevap hazır çünkü: „İşverenlerin küresel rekabette ayakta kalabilmeleri için onlardan böyle bir şeyi talep edemeyiz“. Ulus devlet, hem sermaye tarafından terkedilmiş olmanın burukluğu içinde (hatta ihanete uğradığını bile düşünüyor zaman zaman), hem de daha fazla ileri gidemiyor ona karşı, çünkü  halâ ona muhtaç!

Ama sadece gelişmiş ülkelerde mi böyle bu, örneğin bir Türkiye’de de  benzeri şeyler söyleniyor çalışanlara! „Çin’e, Hindistan’a bakın“ deniyor, „işçiler orda ayda yüz elli dolara çalışırken siz burda  dörtyüz dolar alıyorsunuz da halâ memnun değilsiniz, susun yoksa fabrikayı kapatır gideriz“ deniyor! Ve işçilerin de boynu bükülüyor, „buna da şükür“ diyerek seslerini kısıyorlar.

Evet, sınıf mücadelesi kapitalizmin gelişmesinin itici gücüdür, iç dinamiğin motorudur; ama bunun da ön koşulu, işçi ve işverenlerin birlikte varoldukları sistem gerçekliğidir. Eğer ulusal düzeyde, işçi ve işveren arasındaki   bağ her an kopabilir duruma gelmişse, yani taraflar kendi varlıklarını artık bu bağlaşım içinde görmek zorunda değilseler, orada ne sınıf mücadelesi olur, ne de birşey! İşte bugün durum aynen budur. Peki ne demek oluyor bütün bunlar? 

Bugün  artık, bir ülkeyi tek başına, sadece ulusal düzeyde ele alarak, o ülkedeki üretici güçlerin gelişmesi hakkında bir yargıya varamayız. Bugün, dünyanın herhangi bir ülkesinde üretici güçlerin gelişmesini  belirleyen esas unsur o ülkenin  küresel-toplumsal bileşik kaplar içindeki yeridir. Yani belirleyici olan artık sadece „iç dinamik“ değil, küresel „dış dinamiktir“de! Ama buradan hemen, iç dinamiğin artık önemini kaybettiği sonucu da çıkarılmamalıdır! Evet, bugün ülkenizin kaderini belirleyen esas faktör  onun küresel bileşik kaplar içindeki yeridir, ama bu sadece madalyonun bir yüzüdür, görünen yüzüdür. Bir de görünmeyen yan var tabi. Örneğin, neden Afrika değil de Çin, ya da Hindistan, veya Türkiye sorusunun cevabı da bununla ilgili!  Evet, neden Afrika değil de Çin-Hindistan-Türkiye-Brezilya? Yani bugün küresel sermaye neden daha çok Afrika’ya  akmıyor da buralara gidiyor? Neden Afrika değil de bu ülkeler küresel bileşik kaplarda suyun aktığı-su seviyesinin yükseldiği taraf haline geldiler? İşte bu sorunun cevabı  „iç dinamikle”-tarihsel gelişme süreciyle ilgili. Yani öyle rastgele oluşmuyor küresel bileşik kaplar. Hangi ülkenin daha önce  bileşik kaplara dahil olacağı bir rastlantı değil. Ve bu anlamda ele alınırsa iç dinamik gene ön plana çıkıyor, iç dinamiğin belirleyici yanı ağır basıyor; ve son tahlilde dış dinamiğin iç dinamikle bütünleşerek birlikte etkide bulundukları sonucuna varıyoruz.

Bugün, küreselleşme sürecinin  itici gücü olan, onu daha da genişletip yaygınlaştıracak olan, ama sadece bu kadar da değil, küresel düzeydeki bütün diğer gelişmeleri de birinci derecede etkileyecek olan en önemli faktör, küresel bileşik kaplarda su seviyesinin en hızlı yükseldiği yerlerdeki sınıf mücadelesidir. Daha açık olmak gerekirse, önümüzdeki dönemde Avrupa’nın gelişmiş ülkelerindeki,  veya Afrikanın henüz el değmemiş, yani henüz küresel bileşik kaplara dahil olmayan ülkelerindeki gelişmeleri birinci derecede etkileyecek en önemli faktör  küresel sermayenin gözdesi olan ülkelerdeki sınıf mücadeleleri olacaktır! Bu sonuca nasıl mı varıyoruz: Bugün ancak Çin, Hindistan, Brezilya, Türkiye, Endonezya  gibi, küresel bileşik kaplarda su seviyesinin en hızlı yükseldiği ülkelerde gelişecek sınıf mücadeleleridir ki, bir yandan buralarda çalışan insanların yaşam seviyelerinin yükselmesine katkıda bulunurken, diğer yandan da, buna bağlı olarak,  sermaye için buraları eskisi kadar „çekici“ olmaktan çıkaracak, onu yeni, „daha çekici“ yerler aramaya mecbur edecektir. Niye Çin’e gidiyor bugün sermaye? Herşeyden önce, yetişmiş işgücü maliyeti düşük buralarda ve bir de tabi büyük bir pazar potansiyeli var buraların. Kitlelerin satın alma güçleri geliştikçe bu pazar da gelişecek, bunun hesabı yapılıyor. Ama yarın insanların gözü iyice açılır da „üretim maliyetleri“ yükselmeye başlarsa, o zaman sermaye açısından şu anki çekiciliği de azalacak buraların. Ve işte ancak o zaman sermaye kendisine yeni Çin’ler aramaya başlayacak.  Geleceğin potansiyel Çin’i ise Afrika’dır hiç şüphesiz. Dış dinamik, küresel bileşik kapların verimli suyu, kaçınılmaz olarak, Afrika ovalarını da basan bir sel gibi oralara doğru da akmaya başlayacak, buraları da bileşik kaplara bağlayacak. (Bu satırların  2005’te kaleme alınmış olduğunun altını çizmek istiyorum. Bugün, daha  o tarihten bu yana bile sermayenin Afrika’ya olan ilgisinin ne kadar artmış olduğunu görüyoruz. Hem de ne kadar ilginçtir ki, bu alanda başı çeken iki ülke de Çin ve Türkiyedir!).

Küresel serbest rekabetçi kapitalist işletme sistemi, dış dinamik olarak  el attığı her ülkede  benzer bir işletme sisteminin oluşmasını zorunlu kılıyor. Küreselleşme sürecini devrimci bir süreç haline dönüştüren de onun bu özelliğidir  zaten. Çünkü, eski devletçi-ulusalcı  işletme sistemi değişirken, onu ayakta tutan   yapı da değişmek zorunda kalıyor bu arada. Dış dinamik, hem yeni bir iç dinamiğin oluşmasının  koşullarını hazırlamış oluyor, hem de  onun gelişmesini  hızlandırıyor. İşte, küreselleşme sürecinin, küresel bileşik kaplar teorisinin, üretici güçlerin küresel düzeyde gelişmesinin diyalektiği budur.

 

DEVAM EDECEK...

" PEKİ, GELİŞMİŞ KAPİTALİST ÜLKELER NE YAPACAK?..

Bu gelişme, bütün ülkeleri içine alıpta küresel bileşik kaplardaki suyun seviyesi eşitleninceye kadar bu şekilde devam edecektir. Bunun başka hiç yolu yoktur! İleri gelişmiş kapitalist ülkelerin ulus-devlet yöneticileri ne yaparlarsa yapsınlar artık „ekonomik durgunluğa“, „işsizliğe çare“ bulmaları mümkün değildir. Küresel bileşik kaplarda akan suyun yönünü tersine çevirmeleri mümkün değildir.Peki o zaman „ne olacak bu gelişmiş ülkelerin hali“? (Tekrar, bu satırların 2005’te yazılmış olduğunu hatırlatıyorum!)..."



[1]Her ilişki son tahlilde bir sistem ilişkisidir. Bu nedenle  toplumlar arasındaki ilişkiler de her düzeyde,  her zaman belirli sistematik ilişkiler olarak oluşur ve gelişirler. Burada kastedilen, bu ilişkilerin küresel- leşme öncesi dönemde  dünyayıtekleştirecek, tek bir sistem haline dönüştürecek boyutlarda olmadığı-dır; ya da daha gevşek ilişkilerden oluştuğudur. Yoksa, geniş anlamda dünyadaki toplumlar arası ilişkiler her zaman bir sistem ilişkisi olarak ele alınabilirler.     

[2]Ama sadece Türkiye değil! Alın bir Suriye’yi, Arap ülkelerini, Afrika ülkelerini, ya da Asya’daki birçok diğer ülkeyi, bunların hepsini genel olarak aynı“gelişmekte olan ülkeler” kategorisi içinde ele alabiliriz. Türkiye bunların belki de en ilerisi. Hemen hemen hepsi de, kendine özgü, kendini “ulusalcı”, ulus ya-ratıcısıolarak nitelendiren, ama öte yandan, ülkede kendilerinden bağımsız bir burjuva sınıfının geliş-mesinin de önündeki en büyük engel olan bir devlet sınıfının yönetimindeki ülkelerdir bunlar. 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums