- 1.02.2016 00:00
Cumhurbaşkanı'nın Ensar Vakfı'nda söyledikleri, Can Dündar hakkındaki AYM kararı için "tanımıyorum", "saygı duymuyorum" sözlerinin gölgesinde kaldı ve hak ettiği ilgiyi pek göremedi.
Gerçi biraz dağınık, muhakemesi aksayan, muhtemelen bir metinden değil irticalen yapılan hamaseti ağdalı bir konuşmaydı; ama yine de "hedefimiz dindar nesildir" mesajı güneşli bir gökyüzü kadar aydınlıktı. Yıllar önce Erdoğan başbakan sıfatıyla bu sözü söylediğinde yer yerinden oynamış, uzun tartışmalara yol açmıştı. Şimdi ne bu söz, ne de imam-hatiplerin genel eğitim kurumlarına dönüşmesi yadırganıyor. Milli Eğitim Bakanlığı'nın işi büyütüp bütün liselerde imam-hatip sınıfları açması üzerinde ise hiç durulmuyor. Türkiye'de çok şeyin değiştiği aşikâr. En azından Kemalistler, laikler, ulusalcılar hem "dindar nesil hedefi"nden, hem de "profesör imam hatip müdürü" profilinden ve -eğitim kalitesi çok düşse de- bu okullarda öğrenci sayısındaki patlamadan şeriat devletinin adım adım kurulduğu sonucunu artık çıkartmıyorlar.
Zaman gerçekten değişti; Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti kapatma davasının (Esas: 2008/1) iddianamesi de kararı da "şeriat devleti" veya "din devleti" kurma suçlaması üzerine inşa edilmişti. Peki bugün "dindar nesil hedefi" neden "şeriat devletinin esaslı bir adımı" olarak görülmüyor? Cevap çok sade: Şeriat devleti diye bir hedef yok; onun yerine diktatörlüğe giderken lider kültüne uygun bir teoloji oluşturma çabası var. İmam-hatiplere dindar nesil değil, totaliter bir diktatörlüğü benimseyecek nesiller yetiştirme görevi veriliyor. İlahiyat fakültelerine, Diyanet görevlilerine, imam hatiplere müdür olarak atanacak profesörlere şeriat esaslarına dayalı bir devlet düzeni kurma değil, bir yandaş teolojisi oluşturma ve bunu genç nesillere aşılama görevi veriliyor. Bu iddianın amprik bir dayanağı var: Türkiye'de dindarlık Erdoğan'ın liderliğinde hızla geriledi. Son olarak Diyanet Sendikası'nın Başkan'a sunduğu rapora bakmak bu iddiayı kanıtlamak için yeterli.
Son yazımda, cuma namazı kıldığım Mihrimah Sultan Camii'nde genç vaizin, cehennem azabıyla korkutarak nasıl "lider kültü" propagandası yaptığını aktarmıştım. Bunun tam karşılığı Ensar Vakfı konuşmasında bulunuyor. Erdoğan vesayetçileri, paralelcileri, bölücü örgütü, yedi düveli ve "kifayetsiz muhteris" sıfatıyla kendisine muhalefet eden eski yol arkadaşlarını "düşmanlar" olarak tek tek sıraladıktan sonra, yiğitçe hepsine "hodri meydan" çekiyor. Sonra? Bu kadar düşmanın hakkından gelmek üzere lafın bağlandığı hüküm, işte bu teolojinin iman sahiplerini gerçekten rahatsız edecek bir misali: "Çünkü biz, 'lâ galiba illallah' emrine boyun eğmiş, galip olanın sadece Allah olduğuna inanmış insanlarız." Bir dakika durun ve lafın bütünü hakkında düşünün: Özne kim, Allah mı, yoksa düşmanlarına galebe çalacak olan siyasetçi mi? Allah'ın her daim galip gelmesi, neden siyasetçinin galip gelmesi anlamına geliyor? Vekâlete dair bir senet mi var elinde?
Geçen sekiz sene zarfında Türkiye'de laik-Kemalistlerin öcü gibi korktuğu bir "şeriat devleti" ihtimalinin bulunmadığı, bu yandaş teolojisi marifetiyle ispatlanmış olmalı. Machiavelli'nin ortaya koyduğu gibi iktidarlar halka boyun eğdirmek için dini, bir meşruiyet aracı, bir payanda olarak tereddüt etmeden her fırsatta kullanır. İktidarlar ve politikacılar gücün sınırına dayandıkları zaman kendilerini tanrılaştırmaya, dolayısıyla kendi teolojisini üretmeye, hakkında dinî duygular uyandırmaya çalışır. Carl Schmitt'in "siyasî ilahiyat" kavramına müracaat edebilirsiniz.
Yandaş sosyolojisinin işleyişini çözebilmek için önce işte bu yandaş teolojisini deşifre etmemiz gerekiyor.
Yorum Yap