- 29.12.2014 00:00
Roboski, kanamaya devam eden derin bir yaradır, ama yeni değildir, kökleri üç yıl öncesinden çok daha gerilere uzanmaktadır.
Roboski’nin tarihi, Kürtlerin yurtsuz ve kimliksiz bir varoluşa mahkum edilmek istenmeleriyle başlar. Böyle bir hayatı reddetmenin bedeli, Kürtler için katliam, sürgün, zindan olmuştur. Roboski katlıamı da, bu zulüm tarihinin bir parçasıdır.
Roboski’de otuz dört insanın bedeni, kendi yurtlarını ve hayatlarını parçalayan sınırları tanımadıkları için parçalanmıştır. Tıpkı “otuz üç kurşun olayı” diye bilinen katliamda olduğu gibi.
Kürtleri parçalayan sınırlar, Kürtler için adeta bir ölüm fermanı olarak iş görmektedir. Bu iki katliam arasında ve sonrasında, bu sınırlarda çok sayıda insan öldürüldü. Mesela İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi, son beş yılda sınır hatlarında 110 kişinin vurularak öldürüldüğünü tespit etti. “2009-2014 Yılları Arasında Sınır Hatlarında Meydana Gelen Yaşam Hakkı İhlalleri” başlıklı raporu açıklayan şube başkanı Raci Bilici’ye göre, “sınır ticareti, akrabalık bağları ve ziyaretleri, sınır hatlarına yakın bölgelerde ikamet etme ve hayvan bakıcılığı, savaş ve göç gibi nedenlerle sınır hatlarından geçiş yapan insanlara, sınır hatlarında bulunan güvenlik güçleri tarafından uyarı yapılmadan yaşam hakkına yönelik saldırıda bulunuluyor.”
Bu saldırıların büyük kısmında katledilenler “kaçakçı” veya “terörist” olarak kayda geçiriliyorlar. Bu kaydın basit ve açık mesajı şudur: Öldürülenler bunu hak etmişlerdir, hesap kapanmıştır.
Devletin sınır boylarındaki cinayetlere ve katliamlara karşı bu “olağan refleksi”, toplumun bir bölümünden de sorgusuz sualsiz onay görmektedir.
Roboski katliamı, bu meşum tablonun bütün unsurlarını görebileceğimiz en canlı ve can yakıcı örnektir.
Devlet ve medya, evvela hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Dünya ve alem, daha ilk anda her şeyi öğrenmişti oysa. Üstünü örtmek mümkün değildi, olsaydı yapılırdı mutlaka. Bu yapılamayınca, diğer kadim devlet refleksi devyere sokuldu. Buna göre, sorumluluk devlette değildi, bizzat katledilenlerdeydi. Zamanın başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve içişleri bakanı İdris Naim Şahin, lafı hiç dolandırmadan, katledilenleri suçladılar, katliamı akladılar.
Başka konularda hükümete nefret yarışının öncülüğünü kimseye kaptırmayan çevreler, bu konuda hükümetle aynı noktada buluşmakla kalmadılar, Kürtlere nefret bayrağını daha yükseklere taşıdılar. Katledilenleri aşağılamak da dahil, iğrenç sözleri ve tutumlarıyla ırkçılığın kirli sularının dibine daldılar.
Bu gibi durumlarda yerleşik tavrı devleti korumak ve kollamak olan yargı organlarının “adalet” için harekete geçmeleri zaten mucize olurdu. Devletin bütün birimlerinin ve toplumun küçümsenmeyecek bir kesiminin o acımasız yaklaşımı karşısında hukuki süreçlerden adil bir işleyiş hiç beklenemezdi artık. Nitekim öyle de oldu.
Lakin katliamın hesabının bu şekilde kapanacağını sananlar veya umanlar, büyük bir yanılgı içindedirler. Kürtlerin, benliklerini parçalamaya dönük bütün sınırları ve sınırlamaları hükümsüzleştirme konusundaki inançları ve kararlılıkları buna en büyük engeldir. Roboski katliamını unutturmamak için üç yıldır çok çeşitli kesimlerden pek çok insanın, grubun, kuruluşun yürüttüğü vicdan ve adalet mücadelesi bu açıdan çok değerli bir destektir. Bu noktada sözü, benzer acıların
coğrafyasından usta bir yazara, Ariel Dorfman’a bırakayım: “Geçmişi öldürmek, iktidarda olan bazılarının iddia ettikleri kadar kolay değildir. İnandıkları şey uğruna canlarını veren erkek ve kadınlardaki gizli ışığı tamamen söndürmek, bu dünyada hala onları hatırlamak ve diri tutmak isteyen tek bir insan varken bunu yapmak mümkün değildir. Bu yeter; ahlaki çölde haykıran bir insan, önce biri, sonra biri daha, adalet kıvılcımının sönmesine engel olmak için bu yeter…”
Yorum Yap