- 25.06.2014 00:00
Suriye’deki iç savaş uzadıkça, Ortadoğu’nun bütününe yayılma potansiyeli taşıyan “mezhep” eksenli bir hesaplaşma ihtimali daha fazla dillendirilir olmuştu. Zira başlarda Esad rejimini devirme hedefiyle çizilen basit iki cephe tasvirinin gerçekleri yansıtmadığı, bu süre içinde açığa çıkmıştı. “Suriye muhalefeti” diye adlandırılan cephenin, bu ortak hedeften farklı amaçlar için faaliyet yürüten çok sayıda örgütten oluştuğu gözler önüne serilmişti. Bu örgütlerin önemli bir kısmının, kendilerini “sünni” şemsiyesi altında tanımlayan ve mezhebe dayalı bir İslam devleti kurmak için savaşan “radikal” yapılar oldukları iyice anlaşılmıştı.
Bu tablo, Suriye iç savaşının aslında mikro düzeyde bir “bölgesel mezhep savaşı” olduğu yorumlarını da güçlendirdi. Bölgesel mezhep savaşı deyince de, akla ister istemez “otuz yıl savaşları” gelir. Bu nedenle, “acaba Ortadoğu kendi otuz yıl savaşlarına mı sürükleniyor” sorusu dile getirilir oldu. Suriye’deki çatışmaların kilitlenmiş gibi göründüğü bir sırada, bu savaşta giderek öne çıkan örgütlerden IŞİD’in Musul’u “ele geçirmesi” ve oradan Bağdat’a yönelmesi, soruyu daha yakıcı hale getirdi.
Avrupa’nın büyük bölümünü kapsayan, daha doğrusu kasıp kavuran “otuz yıl savaşları”, 1618 – 1648 yılları arasında cereyan etti. Savaşların görünür gerekçesi, “mezhep sorunu”ydu. Fakat asıl sebep, değişik güçlerin hakimiyet iddialarını hayata geçirme çabası, yani Avrupa topraklarında yeni bir düzen kurma mücadelesiydi. Westfalya Barışı’yla noktalanan bu savaşların, etkileri günümüze kadar uzanan pek çok önemli sonucu oldu. Modern Avrupa’nın coğrafi ve siyasi açıdan bu savaşlarla doğduğu, modern dünya sisteminin de Westfalya Barışı’yla kurulduğu kabul edilir.
Ortadoğu’nun bugünkü durumunu anlamak için otuz yıl savaşlarına başvurmanın gerekli veya isabetli olup olmadığı tartışılabilir. Ancak Ortadoğu’da uzun yıllara yayılabilecek mezhep görünümlü bir bölgesel savaş ihtimalinin var olduğu herhalde kolayca inkâr edilemez. Böyle bir savaşın doğurabileceği en önemli sonucu, otuz yıl savaşlarıyla kıyası bir kenara bırakarak, şöyle özetlemek mümkün: Mevcut devletlerin bir kısmının dağıldığı, mezheplere göre şekillenmiş şimdikinden çok daha parçalı bir bölge. Bu coğrafi tablonun siyasi içeriğinin ise demokrasi, çoğulculuk ve barış içinde eşit birliktelik olmayacağı kesin.
Ortadoğu’da Birinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan düzenin çöktüğü bir gerçek. Bölgenin yeniden şekillenmesinin kaçınılmaz olduğu da ortada. Soruyu şöyle soralım: Yeni Ortadoğu savaşlarla mı kurulacak, yoksa siyaset ve diplomasi yoluyla mı? Savaşların bütün insani değerleri yerle bir edeceğini, onarılmaz acılara ve yıkımlara yol açacağını öngörmek için kâhin olmaya gerek yok, insanlığın bugüne kadarki tecrübelerine bakmak da şart değil, sadece son yıllarda yaşanan vahşetleri göz önünde bulundurmak yeter de artar bile. O halde, böyle bir dünya istemeyenler için tek seçenek, savaşı dışlayan politikalara sarılmaktır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu düzeninin bedelini en ağır şekilde ödeyen halk Kürtler, coğrafya ise Kürdistan oldu. Kürtler en temel haklarından mahrum bırakıldı; Kürdistan da dört ülke arasında paylaştırılarak statüsüz ve sıfatsız bir varoluşa hapsedildi. Bu büyük adaletsizlik giderilmeden, Ortadoğu’da savaşsız bir yeni düzen kurmak mümkün görünmüyor. Kürtlerin temel tercihi de, bu adaleti barışçıl yöntemlerle tesis etmek yönünde oluşmuş durumda.
Kürtler, Suriye’de savaşın aktif unsuru olmayı reddettiler; Rojava’da bütün etnik, dinsel ve kültürel kimliklere eşit yaşam ve temsil imkânı tanıyan bir siyasi model kurmaya giriştiler. Irak’ta da benzer bir yol izleyen Kürtler, Güney Kürdistan’ı çoğulcu demokratik bir siyasi sistemle yönetmek için ciddi çaba harcadılar, bu konuda epey mesafe de aldılar.
Bütün bunlar, Kürtleri Ortadoğu’da savaşsız bir yeniden kuruluş, demokratik bir siyasi örgütlenme ve eşit bir yaşam konusunda belirleyici aktör ve motor güç haline getirdi. Kürtlerin bu rolü daha iyi oynayabilmeleri için, en başta Türkiye olmak üzere, bölgedeki önemli aktörlerin de bu çizgiye gelmeleri gerekiyor. Türkiye’nin hem içeride Kürt sorununun barışçıl demokratik bir şekilde çözülmesi için daha fazla samimiyet, tutarlılık ve cesaret göstermesi, hem de bölgede mezhep eksenine ve hâkimiyet hayallerine dayanan politikaları bütünüyle terk etmesi bu açıdan hayati önem taşıyor.
Ortadoğu’da otuz yıl savaşları mı, yoksa “ebedi barış” mı sorusunun cevabı büyük ölçüde bu denklemde yatıyor.
Yorum Yap