Hayalet Kimlik Sendromu ve Tevekkül

  • 9.04.2013 00:00

 Gençliğim İstanbul’da geçti. Bursa’da geçen günlerim de az sayılmaz. Bakmayın Halfeti-Ömerli’deki toprağın uzmanıymışım gibi yazdığıma. Oraya hiç adım atmadım. (Bu arada bir önceki yazımda aceleden kutsal evin etrafındaki toprak kirliliğinin endüstriyel olmayıp köy toplumlarına özgü anthropogenic (insan mahsülü) bir özellik taşıdığını belirtmeyi unutmuşum. Bezler içinde götürülen toprağın laboratuvar analizinde eminim ki geceleri dışarı çıkmayı bir tarafa bırakın, 40 yıldır oralara adım dahi atmamış Abdullah Öcalan’a ait DNA bulgularına rastlanmayacaktır. Mehmet Öcalan hakkında ise bir şey söylemiyorum.)  

Kenan Evren bir cebine Kuran’ı bir cebine de Nutuk’u koyarak memleket gezilerine çıkmadan önce “sanayi proletaryası”na kalabalık gruplar halinde çok seminerler verdim. Onlara neden sadece sendikal mücadelenin yetersiz olacağını, iyi bir toplusözleşme imzalama mücadelesini sosyalist bir devrim mücadelesine çevirmeleri gerektiğini söyledim. Sonra bir baktım ki eğitim konuşmalarıma inanan insanlar “sınıf bilinci” adına sağduyusunu iyice yitirerek çevrelerini çok tuhaf gözlerle görmeye başlıyorlar. Çok üzüldüm ve kendimden utandım, “Keşke burjuva ideolojisinin etkisinde kalan sıradan işçiler olarak kalsaydılar,” dedim kendi kendime. Çok sonraki yıllarda Papa Lazarou’nun “ata, oto, toto” gibi gibberish dilini ilk duyduğumda, “Aha, bizim temel ve baş çelişki analizimizin aynısı,” dedim.

“Çivi” gibi  bildiriler yazdım. Bolşevik olduğumuz için bildirilerde Rus’muşuz ve Rusya’da yaşıyormuşuz gibi bol bol Rus atasözlerini kullandım. Buna rağmen TKP’lilerin kafama indirdikleri öldürücü sopa darbeleriyle az kalsın “devrim şehidi” oluyordum.

Büyük fabrikalarda iş bulanın kendini şanslı saydığı bir ülkede işçileri bir Sovyet rejimi kurmak üzere ayaklanmaya çağırdım. Yüz yüze konuşmalarımızda “Olur” diyorlardı, toplusözleşme görüşmelerine gidince benim söylediklerimin hiçbirini yapmadan, öncelikle evdeki çocuklarını, eşlerini düşünüyor ve sözleşmeyi imzalayarak radikal sınıf mücadelesinin zeminini ortadan kaldırıyorlardı. “Çivi” gibi bildirileri işçiler arasındaki reformizme yöneltmekten başka ne yapabilirdim?

Pınarhisar çimento fabrikasında da çalıştım. İlk faşist saldırıya uğradığım yeri hiç unutmadım. İlk duvar yazımı arkadaşım Mustafa ile birlikte yine Pınarhisar’da yazdım.

Her neyse, Balıkesir’i, Eskişehir’i, Kütahya’yı, İzmit’i de bilirim. Balıkesir’in izleri bedenimde duruyor ve Dr. Hannibal Lecter’ın dediği gibi geçmişin hayal olmadığını reel olduğunu ispatlıyor. Bedenimde bıraktıkları özel bir izleri olmasa da,  İzmir’e, Adana’ya, Mersin’e de yabancı değilim.

Adamın hası, insan güzeli arkadaşlarımı kaybettim. Çok ağladım. Ağır işkencelere maruz kaldım. Hapis yattım.  Sonra Marksizm-Leninizmin kesinlikle bir bilim olmadığına kanaat getirdim. Milyonların yıkmak üzere sokağa döküldükleri bir rejimi kurmayı savunduğumuz için utandım. En yakın arkadaşımın kuracağımız Sovyet rejimini tam da 1930’lu yılların Stalinist rejimi gibi anladığını Bostancı’da fark edince, sokak ortasında  bağırarak “Ben faşist değilim!” dedim. Adamın hası, insan güzeli arkadaşlarıma sadakat üzerine bina ettiğim devrimciliğimin temeline kendi ellerimle bir dinamit  koydum. Arkamdan “Kendini bir hiç etti!” demişler. Doğru söylemişler, artık kimsenin kahramanı değildim.

IJsselmeer Denizi kıyısında “İyi de ben kimim?” dedim kendi kendime. Dersimli hemşerilerimin yanına gittim. İlk yazıyı yazdığımda tanımadığım, varlığından bihaber olduğum sotada kalmış Dersimli Bolşevik liderler”in ağır saldırılarına uğradım. “İnsan önce bir selam verir be!” dediler ağalar. Öyle lap diye yazı mı yazılırmış! Meğer Dersim’in raconu da buymuş.

1980 yılında bir kasabanın tek koğuşlu mahpushanesinde, koğuşun “en kıdemli” mahkumun ranzasına misafir olma şerefine nail olduğumda, karşı taraftaki ranzalarda oturan mahkumlar doğrudan bana “merhaba” demek yerine misafir olduğum adamı çağırarak “Abi misafirine merhaba!” demişlerdi. Orada da racon buymuş.

Kenan Evren ortalığı karıştırır karıştırmaz soluğu Batı Avrupa ülkelerinde  alan hiçbir hasara uğramamış kavga tutkunu Dersimli Bolşevik liderler yüzünden paradigmayı iyice küçültüp “Sadece bizim köy adına konuşuyorum,” diyecektim ki, bir duydum meğer köyün tümü PKK yanlısı olmuş.

Yıllarca Dersim üzerine yazdım, çizdim. Bana en ağır, en insanlık dışı saldırıları yine Dersimliler yaptılar.Sonunda Dersimlilerin temel sorununun Hayalet Kimlik Sendromu olduğunu keşfederek tevekkül içinde köşeme çekildim.

Söz konusu rahatsızlık tanımını Phantom Limb Syndrome (Hayalet Kol-Bacak Sendromu) hastalığı tanımından esinlenerek yaptım. Hayalet Kol-Bacak Sendromu kol veya bacağını bir kazada kaybeden veya tıbbi nedenlerle bu uzuvları ampüte edilen kişilerde ortaya çıkar. Olmayan kol-bacaktaki ağrılar tıp dilinde Phantom Limb Syndrome olarak tanımlanır. Doktor Ramachandran beyin plastisitesinden yararlanmak suretiyle bu rahatsızlığın tedavi edilebileceğini gösterdi. Terapi tekniği çok basit: Aynalı bir kutu kullanarak ampüte edilmiş veya kazada yitirilmiş uzvun yerinde olduğunu gösterir bir illüzyon yaratmak suretiyle beyni kandırmak.

Dersimliler artık yerinde olmayan, yani temel bütün unsurları (dil, inanç, gelenek, sosyal kurumlar, yaşam tarzı, değerler, normlar vb.) bir kültürel kimliğin mücadelesini verdikleri için çok acınası veya komik durumlara düşüyorlar. Herkes birilerine yamanıyor. Örneğin Kürtlük mücadelesi verenler Kürtlerle aynı politik yapının içinde yer almaktan öte neyi paylaşıyorlar? Dilini bilmez, dinini bilmez, geleneğini bilmez ama Kürt olduğunu iddia ederler. Osman Öcalan bile bunlarla “Kürt hareketi içindeki çok gereksiz unsurlar” diyerek alenen alay etti.

Dersim’e hiç vakit kaybetmeden tam bağımsızlığını  verseler bizim konuştuğumuz yine Türkçe olur. “Resmi dil Zazaca’dır onun için bu dili öğrenmek zorundasınız yurttaşlar” şeklinde yeni hükümet konağından resmi bir açıklama yapılsa, herhalde bu açıklama Dersim’de büyük bir tepkiyle karşılanır. Çünkü bu dili doğru dürüst bilen ve konuşan kimse yok. Dilenci Wushenali hariç tabii.

O zaman neyin peşindeyiz? Etnik-kültürel kimlik mücadelesinde yer almamız için hiçbir neden yok, çünkü bizde bu neviden hiçbir şey kalmadı. Nereye gitsek Türkçe konuşuyoruz. Çocuklarımız Türkçeden başka bir dil bilmiyorlar.

Şişirme “Dersimlilik” bizi perişan ediyor. Kaldı ki Dersim toplumunda artık “ma” yahut “biz” kavramı yoktur. “Dersimlilik” adına düşmanca bir yarış içinde olan gruplar var yalnızca. Ortak hiçbir özellik kalmamış. İkrar sisteminden eser okunmuyor. Cemevi cenaze kaldırma yeri. Kuruluş aşamasında çalınan paralarla karşı tarafta yapılan bina ondan daha büyük. Kemere Duzgın’a (Dersim’deki en kutsal mekandır) giderseniz bedava et depolayarak ticaret yapan inançsız ve saygısız uyanıkların büyük şehirlerdeki otopark mafyası gibi ümüğünüze çöktüklerini görürsünüz.  

İhtiyaç duyulan şey bence işe yarar bir terapi tekniğidir. Hayalet Kimlik Sendromu için bir terapi tekniği üzerinde çalışmak gerekir.

Her şeyin sahtesini yapmak veya icat etmek zorunda mısınız? İntrinsik hiçbir değeri olmayan göstermelik şeylerle neden hayatınızı heba ediyorsunuz?

Yeni bir şey üretilmiyor, çok sınırlı malzeme tekrar tekrar kullanılarak cılkı çıkarılıyor. Dersim yöresinin geleneksel veya modern şarkılarına, türkülerine artık tahammül edemiyorum. On bin kişi aynı eseri icra ediyor. Üstelik yalnızca eser kıtlığı değil, söz kıtlığı da çekiliyor. Şarkılardaki sözlerin birçoğu gerçek söz değildir. Milleti Zazaca şarkı-türkü söylüyoruz diye kandırıyorlar. Ferhat Tunç’un ABD’deki Duke Üniversitesi’nin “Uluslararası Etnik Müzik” etkinliği çerçevesinde Türkçe devrimci arabesk yapması gibi.

Dersimlilerin Kırmancki dediği Zazaca melodik, çok güzel bir dildir. Grameri ve kelime hazinesi bakımından Farsca’ya benzemektedir. Farsca’dan asırlar önce koparak baskı altında yazı ve eğitim dili olamayan Zazaca son 20-30 yılda ev hayatından da çekilince ölü bir dil haline geldi. Zazaca ölmek üzere olan bir dil değil, ölü bir dildir. Çünkü hiçbir yerde çocuklar konuşmayı Zazaca konuşarak öğrenmiyorlar. Dilin biyolojik temeli ortadan kalkmıştır. “Native speaker” kategorisine giren insanlar hemen hemen hiç yoktur. Türkçeyi uzun süre birinci dil olarak kullanan insanlar kategorik olarak “native speaker” olma özelliklerini yitirirler. Zaten pratikte de yapamıyorlar. Akıcı konuşmakta ve meramlarını ifade etmekte çok zorlanıyorlar.

Dili doğru düzgün konuşamayan kurs hocaları dil öğretemezler. Ekonomik, siyasi, kültürel, hukuki, educative sahası işgal edilmiş, anneler tarafından terk edilmiş dili yaşama döndürmek çok ciddi bir projedir. İnternet sayfalarında “Nero sema na zone ma ca qeseynekene?” (Yahu şimdi siz bizim bu dilimizi neden konuşmuyorsunuz?) demekle olmuyor. “Siz kendiniz konuşamıyorsunuz, biz nasıl konuşalım?” diyen olmadığı için kavgacı ton giderek yükseliyor. Her konuda günlük akademik makaleler yazabiliyor musunuz? Günlük bir gazete çıkarabiliyor musunuz? Müzik tadında radyo konuşmaları yapabiliyor musunuz? Hayır, hiçbirini yapamadığınız halde kızıp duruyorsunuz. Üstelik çevrenizde olup bitenlere tamamen kayıtsız kalarak, bir kere olsun Mehdi Ömerlili Abdullah Efendi’yi protesto etmeden, hep kacak dövüşerek, hep hile yaparak, hep kızgınlıklarınızı bize kusarak!

Zazaca ancak modern Farsca’nın yardımıyla hayata döndürülebilir. Dil melodik güzel bir dil olduğu için konuşmak isteyeni çok olur. Zamanla dilin anneleri de olur. Bu projeyi gerçekleştirecek  çapta dil sevdalılarının nerede bulunabilecekleri konusunda hiçbir fikrim yoktur.

Velhasıl ne İsa’ya ne Musa’ya yarandım, tevekkül içinde geldim Düzce’ye sığındım. Eski Dersimlilerin tabiriyle memleketim, dikili bir ağacım yoktur. Uluslararası bir kışlacıyım.

Kadim  arkadaşlarımdan biri dedi ki  “Düzce’ye sığındın ama yazılarına oradan buradan hep Dersim’i sokuşturuyorsun. Bu gidişle yöresinden kovulmuş yerel bir sanatçı olarak kalacaksın. Halbuki ben seni İstanbul’daki gazinolara (Yani mecazi anlamda gazetelere demek istiyor) transfer etmeyi düşünüyordum.”

Bu saate kadar kapalı kalmış talihin... İsmimi ışıklı neonlara Türk basınının baş solistinin isminin hemen altına yazdırsam ne olur ki?

Abdullah Öcalan gibi Anadolu tarihinin en büyük Kürt düşmanının sözde liberaller ve sosyalistler tarafından Kürt özgürlük mücadelesinin önderi olarak görülmesi yeni değil senelerdir, uzun senelerdir izzeti nefsime dokunuyor. Ara sıra ondan yazıyorum.

Sizde hiç insaf yok mu ey liberaller, sosyalistler, sosyetik hanımlar? Ne biçim insanlarsınız? Neden Aysel Tuğluk’laştınız? Neden Öcalan’a destek vererek onu Kürtlerin üzerine salıyorsunuz? Bunca yaptığı yetmedi mi? Öcalan aşağıdaki sözleri sarf ederken muhatabı siz olsaydınız ne yapardınız acaba?

“Ne öyle mecnun gibi bakıyorsunuz? Hepiniz Selim gibisiniz. Varsa karınız, sevgiliniz, bacınız ben hepsine ettim. Var mı bir itirazınız? Namus sahibi olduğunuzu iddia ediyorsunuz. Koruyun bakalım namusunuzu benden. Koruyabilecek misiniz?”

Diyeceğim şu ki, adamı kullanarak anlamsız çatışmalara son verin ama pespayenin mağdurlarına hiç olmazsa daha fazla hakaret etmeyin.

 

 

 

 

 

 

 

 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Resmi İlanlar

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums