- 3.04.2013 00:00
Erdoğan Öcalan’ı İmralı’da derin devletin elinden aldıktan sonra onu kullanarak PKK’yı silahsızlandırmak istiyor. Bir süre önce Taha Akyol’la televizyonda yaptığı bir konuşmada devlet ve hükümet adına bu işi operasyonel düzeyde MİT’in üstlendiğini, MİT’in operasyonel düzeyde her zaman ajanlarla konuştuğunu, ortada bir pazarlık olmadığını, masanın bir tarafında kendisinin, bir tarafında da Öcalan’ın olduğunu iddia edenlerin kendisine hakaret ettiklerini, Öcalan’a 12 kanallı bir televizyon verdiklerini, alıp alacağının da bu olduğunu söyledi. PKK’lıların silahlarını Türkiye’de bırakarak yurt dışına çıkmaları gerektiğini ilan etti.
Kontrgerilla devletini AKP devleti yapmaya çalışan Erdoğan’ın devleti şeffaflaştırma, demokratikleştirme diye bir derdinin olmadığı 11 yıllık deneyimle açığa çıktı. İslam’ı referans alan AKP’nin şapkasından her seferinde ne çıkacağını kimse bilmiyor. 1400 sene özce yazılan İslami tekstlerde demokrasinin hiç salık verilmediğini, yalnızca Allah’ın mutlak hakimiyetinin dile getirildiğini biliyoruz. AKP’ye destek veren büyük seçmen kitlesinin de devletin demokratikleştirilmesi gibi bir talebi yoktur. “Halk normal koşullar altında modern çağda her ülkede demokrasi, hukuk devleti ister” gibi bir inanç tarihsel-sosyolojik veriler tarafından desteklenmiyor.
Kontrgerilla devletini AKP devleti yapmaya çalışırken AKP Kontrgerillayı bütünüyle tasfiye etmiyor. Yalnızca onun kolunu kanadını kırarak devlet içinde etkisiz hale getiriyor. Uludere’de olayında görüldüğü gibi, devlet içinde olup biteni anlamak zaman zaman çok zorlaşıyor; tayin edici faktörün rekabet/kontrol kaybı mı, yoksa pazarlık mı olduğu hiç anlaşılmıyor.
Devlet 1970’li yıllardan itibaren sayısız cinayet işledi, katliam yaptı, işkence yaptı. Bu suçları işleyen hiçbir devlet örgütü temizlenmedi. Suçluların yalnızca AKP hükümetini devirmek isteyen kesimi cezalandırıldı. Polis ve MİT’in işledikleri cinayetlerin ve yaptıkları işkencelerin üstü tamamen örtüldü. AKP aynı teşkilatlarla ve aynı kadrolarla devletin devamlılığını sağlıyor.
Demokrasi gibi bir derdi olmayan Erdoğan ve bir MİT ajanı olma görevi verilen Öcalan aracılığıyla PKK-devlet çatışması son bulursa asker ve PKK militanlarının öldürülmesi son bulacağı için bu girişime karşı çıkmak doğru değildir. Erdoğan ve Öcalan’ın çarpık barış kavramını sadece bu nedenle destekliyoruz.
Toplumun belli kesimlerinde hâlâ süren büyük bir PKK korkusu vardır. Dolayısıyla PKK korkusunun bitmesiyle birlikte Dersim toplumu gibi PKK tarafından feci bir biçimde dejenere edilmiş toplulukların tekrar kendilerine gelebileceklerine inanıyoruz. “Barış”ın bu gibi yan bir ürünü de ortaya çıkabilir.
Fakat dağın yine fare doğurma ihtimali de vardır. Barış müzakerelerinin baş aktörleri hiç güven vermiyorlar. Tıpkı üstatları Necip Fazıl Kısakürek gibi ne zaman ne yapacakları, ne söyleyecekleri hiç belli olmuyor. Erdoğan televizyona çıkıp Kürtlere “Öcalan’a 12 kanallı bir televizyon verdik, o da PKK’yı silahsızlandırmaya karar verdi” diyor. Gerçek durum ne olursa olsun bu açıklama pek akıllıca, amaca hizmet eden bir açıklamaya benzemiyor. Bir televizyona fit olan insanları alış-veriş fiili olarak tamamlanmadan “Sizi kandırdım. Siz aptalsınız aslında!” demek suretiyle yalnızca alış-verişi engellersiniz. Durum Erdoğan’ın açıkladığı gibiyse Erdoğan seçmene kabadayılık mesajı vereyim derken karşı tarafa “Aslında sizin kazanacağınız çok fazla bir şey yok” mesajını vermiştir.
Erdoğan’ın müzakerelere dair yaptığı açıklama doğruysa Newroz’da Diyarbakır’da bir araya gelen iki milyon civarında insan neyi kutladı o zaman? Taraf gazetesinden Namık Çınar köşesinde bu tuhaflığı şöyle ifade etti: “Öcalan’ın, Kandil’in ve BDP’nin zafer sarhoşluğu içerisinde zil takıp oynamalarına bakılırsa, ya hiçbir şey vaat etmediğini belirten Başbakan yalan söylüyor; ya da Kürtler kafayı yemişler, hiçbir şey istemeden göbek atarak silah bırakıyorlar” (29.03.1013 tarihli Taraf gazetesi).
Kürt cephesindeki söz konusu “tuhaflık” yeni değil aslında. Kürt seçmenin büyük çoğunluğu AKP’ye oy veriyor. Geri kalanı da PKK’yı destekliyor. Bunlardan hangisi Kürt halkının çıkarlarını savunuyor? Hiçbiri.
PKK yanlısı Kürtlerin Öcalan’a sınırsız bir sadakat içinde olmaları ciddi olarak incelenmemiştir. Newroz’da Diyarbakır’da bir araya gelen iki milyon insanın sevinci “Ne iyi artık çocuklarımız ölmeyecek!” sevincinden ibaret değildir. Bu sevinç daha çok Öcalan’a bir bağlılık gösterisidir.
Kürtlerin PKK’ya ve özellikle Öcalan’a verdikleri desteğin mahiyetini tartışmak gerekir. Bu desteğin demokratik, ilerici bir özelliği yoktur. Hatta Kürt milliyetçiliğini içeren bir yanı da yoktur. Tamamen totalitarizm ve manipülasyon ürünüdür.
Irak Kürtleri göreceli olarak istikrarlı, refah içinde olan, özerk bir bölge oluşturdular. Türkiye, Suriye ve İran Kürtlerinin özerk bir bölge oluşturan Irak Kürtleriyle birleşerek bağımsız bir ülke oluşturmaları daha doğal bir istek gibi gözüküyor. Nitekim bu nedenle bölge devletleri kendi Kürtlerine bu kuşkuyla bakıyorlar. Oysa PKK’yı destekleyen Kürtler sadece Öcalan’ın kişisel arzu ve ihtiyaçları için harekete geçiyorlar. Yoksul ve baskı altındaki milyonlarca insan kendini 1978-1999 döneminde sayısız insanlık dışı ağır suç işlemiş Öcalan’a adıyor. Öcalan’ın başından beri bir MİT ajanı olması, Şam’da, Bekaa Vadisi’nde Lolan Kampı’nda olup bitenler onları ilgilendirmiyor. Irak Kürtleri gibi kendi kendilerini yönetmek, dillerini bölgelerinin resmi dili yapmak vb. istemiyorlar. Kendilerini koşulsuz bir biçimde Öcalan’a adamışlar. Öcalan ne derse o oluyor.
Barış müzakereleri çerçevesinde İmralı’ya giden Sırrı Süreyya Önder’e Kürtlerin gözünde biricik Kürt sorunu haline gelmiş Öcalan "Sarışınlardan uzak dur Sırrı!" dedi. Besbelli ki Öcalan’ın aklı bağımsız Kürdistan gibi konularla meşgul değil.
Sonuç olarak, demokrasi gibi bir derdi olmayan büyük bir seçmen kitlesinden destek alan ve demokrasi diye bir derdi olmayan bir başbakanla, yoksul ve baskı altındaki Kürtlerin önemli bir kesimine kendi dertlerini unutturmuş ve kendisine kölece bağımlı kılmış Öcalan arasındaki dürüstlükten çok uzak diyalogdan ne çıkacağı hiç belli değil.
PKK Dersim’de Dersimlilerde her zaman var olduğuna inanılan korkusuzluğun, mertliğin, zayıfa sahip çıkmanın vb. sonunu getirdi. Dilimizin (Zazaca) BM tarafından yıllar önce ölü dillere katılmak üzere olduğu bildirildi. PKK çoğu zaman doğrudan Dersimli PKK’cılar aracılığıyla ölmek üzere olan dilimize büyük bir düşmanlık yapıyor. Onun bir an önce yeryüzünden kaybolarak sözde Kürt ulusal birliğine hizmet etmesini istiyor. Bağımsızlık, özerklik gibi şeyleri bir yana bırakın, dillerinde eğitim hakkını dahi kazanmamışlarken PKK Kürtler adına bizim anadilimizi bütünüyle yok etmek istiyor.
Dersimliler en azından en zor koşullar altında zalime zalim demekten çekinmezlerdi. Son 20-30 yılda Dersim toplumu PKK korkusundan maalesef bir zombi toplumuna dönüştü. Davalarını savunmak üzere öne çıkan insanlar bile PKK korkusu yüzünden mertçe konuşmaya, mertçe davranmaya her zaman cesaret edemediler. Belkemiği olmayan şarlatanlar bir PKK’yı yerdiler, bir övdüler. Bir yiğitlik yaparak, “Bu devlet 1937-38 yıllarında bizi kırımdan geçirdi” dediler, bir kendi küçük çıkarları için gözlerimizin içine bakarak “Dersim halkı Atatürk’ü çok seviyor” diyerek yalan söylediler. Dersim halkı Atatürk’ü çok seviyorsa neden 1938’in peşine düşüyorsunuz?” diye soran olmadı. Bu da bize dert oldu; zekamız küçümsendi.
Demokrasi, hukuk devleti, insan haklarını savunan bir PKK karşıtı olarak dostluklarında hiçbir samimiyet olmayan sakat edilmiş, çok sayıda özelliğini, hassasiyetini yitirmiş insanlar arasında yıllarca çaresiz, güvensiz bir biçimde dolaşıp durdum. Hiç utanmadan Öcalan’ın, yandaşlarının fikirlerine benim fikirlerime gösterilenden daha büyük bir tolerans gösterdiler. Dersimliler arasında dolaşıp dururken “devrimci” çocukların ölümü üzerine arabesk türküler söyleyen ölü soyucusu, siyasi hiçbir birikimi, geçmişi olmayan Tuncelili türkücüler tarafından bile tehdit edildim. Türkülerinde bir kalite olsaydı, hiç olmazsa biz de Tom Lehrer gibi işi şakaya vurarak “Savaşı kaybettik ama bütün güzel şarkılar bizim” der, tehditlerine aldırmazdık. “Devrimci” (!) arabeski bırakarak PKK adına sık sık sahnede bizi “Kürt halkının değerlerine hakaret etmek” ile suçluyorlardı. PKK dilinde bunun “Öcalan’a hakaret etmek” demek olduğunu herkes biliyor.
Necip Fazıl Kısakürek’in iki öğrencisi olan barış sürecinin iki baş aktörünü her şeye rağmen biraz daha ışık gelecek, ışıkla birlikte mertlik de geri gelecek umuduyla izliyoruz.
Yorum Yap