- 31.01.2016 00:00
Kürd coğrafyasında bugünlerde yaşanan kanlı savaş hepimize çarpık, ölçüsüz, haksız ve ahlaksız geliyor değil mi? Ancak kısa bir tarih gezisi yapıldığında nesilden nesle intikal eden; tarihten ders alınmayan iktidar, güç, kin ve nefret sürecinin yaşandığını göreceksiniz.
Türklerle Kürdlerin tarih boyu verdikleri sınav 1071’de Kürdlerin bölgenin yerleşik halkı olarak Anadolu’ya gelen Türklere din kardeşliği savı ile destek vererek başlar. Yani 945 yıl önce başlayarak bugünlere gelindi. Bütün farklılıklara rağmen Türk- Kürd sıkı ilişkisi Osmanlı döneminde 1514 tarihinde Yavuz zamanında doğu seferleri ile başlar. İdris-i Bitlisi’ye “derebeylik”, diğer beylere “özerklik” verilerek süreç geliştirilir. Ancak yönetmek ve iktidar etme sözkonusu olduğunda; özerk koşullar yüzünden inişli, çıkışlı bir süreç başlar. Kürdlere yapılan haksızlıklar, eşitsizlik ve adaletsizlikler yüzünden isyanlar uç verir.
Kürdlerin çok fazla yazılı tarihi olmadığı için Cumhuriyet ile başlayan harf inkılâbı, Türkleştirme, eğitim sistemi, asimilasyon, inkâr, imha sonucu Kürdlerin geçmişleri hakkında toplumun yeterli bilgi sahibi olması engellendi. Diğer taraftan eski yazı Osmanlı arşivlerini inceleyememe, temel eğitimden üniversite sıralarına kadar “tek millet” olgusunun işlenmesi 1990 tarihine kadar Kürdler sürekli “dağ Kürdü” olarak tanıtıldı.
Gelişen teknoloji ve iletişim ağlarına rağmen Kürdlerin tarihlerine beklenen ilgiyi yeterince göstermemeleri; Türk kesiminin meseleyi görmek istememesi adına “Kürd” dediğimiz devasa soruna toplumun büyük kesimince ne acıdır ki “Nereden çıktı bu Kürd meselesi” deme noktasında yıllarca çakılıp kaldı.
O yüzden 945 yıldır süren meseleyi bir makaleye sığdırmak mümkün değildir. Yine de olabildiğince özetlemeye çalışacağım. Ama kaç vuruşta bitireceğimi kestiremediğimden en çok da editörüm Sayın Tamer Kayaş’tan peşinen özür diliyorum.
Bu konuyu niçin mi seçtim? Sıcak savaşın yaşandığı Kürd coğrafyasında Türk, Kürd okuyucusuna “Kürd meselesinin” en az 945 yıllık bir sorun olduğunu hatırlatarak “nereden çıktı Kürd meselesi” sözünün arkasına gizlenilmesinden artık vazgeçilsin istedim. Bir de bugünlerde, Yapı Kredi Yayınları’nda çıkan,Seyit Ali Kahraman ve Yücel Dağlı’nın günümüz Türkçesiyle yazılan “Evliya Çelebi Seyahatname”si; 2015 yılında basılan Solmaz Kamuran’ın “Kösem İktidar Şerbeti Kan Kokar” eseri ve 1992 yılında okuduğum hâlde yeniden okuma gereğini duyduğum Dr. Celile Celil’in “XIX Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda Kürdler” yapıtlarını süren sancılı savaş döneminde okuyunca konuya değinme gereğini duydum.
Kürdlerin, tarihlerini yazmadıkları gibi (stranbejlerin sözlü aktarımı hariç bir elin beş parmağı kadar yazılı eserleri ya var ya yok) hâlen de öğrenme meraklarının olmadığını çevremden, Kürd arkadaş, dostlarımdan biliyorum. Ancak “ecdadını tanımayan, geçmişini bilmeyen, geleceğini tayin edemez” sözünden yola çıkarak geçmişten ders çıkartarak gelecek için hata yapmamak gerektiğini bilenlerdenim. Bu yüzden Türk ve Kürd okuyucuların bilgilenmesi için “tarihle sınav” makalesini yazma gereğini duydum.
Yavuz Sultan Selim’e kadar Kürd Beyleri, Mirleri, Hanları özgürce kendi bölgelerinde hüküm sürmüşler. Yavuz ve İdris-i Bitlisi ile başlayan süreç durumu değiştirir. İdris-i Bitlisi için Ansiklopediler, “Çok yönlü bilim adamıdır. Osmanlı Devleti’nin doğu siyasetinde rol oynamıştır. Tıp, kozmografya, felsefe, tasavvuf, siyaset, ahlak ve tarih gibi değişik alanlarda Arapça, Türkçe birçok eser vermiş Kürd kökenli Osmanlı Devlet adamıdır” der.
Osmanlı kaynaklarında “Mevlana”, “Molla” olarak isimlendirilen İdris-i Bitlisi için Kürd ve bazı tarihçiler “İdris-i İblis-i” demişler. İdris-i Bitlisi’nin 1514-1517 yılları arasında Osmanlı’ya verdiği destek ile Kürdleri böldüğü; İmparatorluğun 300 yılı aşkın doğuda güçlü bir egemenlik sürmesinin temelini attığı ileri sürülür. Evliya Çelebi’nin, günümüz Türkçesiyle yeni baskı Seyahatnamesinde “Molla İdris” dediği İdris-i Bitlisi için Diyarbakır kuşatması nasıl olmuş, nasıl sonuçlanmış ondan bir kesit aktarmakla yetineceğim.
“…Selim Han Çaldıran Savaşı’na giderken bu Diyarbakır Kürdleri yolkesicilik edip Müslüman askerlere Kemah, Tercan, Bayburt ve Canha kaleleri yollarına hayli zararlar verirler” diye suçlar. Ve Diyarbakır hâkimi kapıcıbaşına “Şah İsmail’den intikam alabilirsem Diyarbakır’ımın 200 bin tüfenk atar Kürdümden intikam alasın” diye mektup yazılmış.
“…Zaferden sonra Bıyıklı Mehmet Paşa Diyarbakır kalesini kuşatır. 70 gün büyük savaşlar edip Dağ kapısı ve Mardin kapısı taraflarından döven top ile gaziler yürüyüş halinde iken (Gerçek tarihe göre inanılmaz bir Kürd direnci ile karşılaştığı için şehri alamıyor) Mardin tarafından Molla İdris 40 bin asker ile yardıma gelmiş. Molla İdris kale içinde Kürdler ile görüşmüş. Güya onlar da ‘aman ey Osmanoğlu’nun seçkini’ deyip Diyarbakır kalesini Bıyıklı Mehmet Paşa’ya barışla verdiler. İmadlı Molla İdris yardımıyla” diye yazar. Diyarbakır Kürdlerden nasıl teslim alınmış bilmem anlayabildiniz mi?
Olay bununla bitmiyor Evliye Çelebi şehir teslim alındıktan sonra nelerin olduğunu da yazıyor: “… Kale içinde bütün Kürdler ayakları çıplak, perişan ve içleri yanarak hâkimleriyle Mardin’e vardılar, orada da duramadılar.” Yani işgalden sonra perişan hâlde sürgün edildiler.
İdris-i Bitlisi Kürd aşiret beyleri ile görüşerek kendilerini Osmanlı Devletine katılmaya ikna etti. Kürdler Akkoyunlu ve Safaviler’le olumsuz ilişkiler yaşadıkları için Bitlisi’nin teklifine sıcak bakarlar. Tabii İdris-i Bitlisi Osmanlı’nın en büyük rütbesi olan Kazaskerlik rütbesi ile ödüllendirilir. Kürd beyleri de vali olarak atanırlar, valiliğin babadan oğla geçmesi sağlanır. Ancak anlaşma uzun ömürlü olmamış, kısa bir süre sonra lağvedilip Anadolu kazaskerliğine bağlanmış. Kıssadan hisseden günümüzde olan olaylara bakın, geçmişle günümüzün mukayesesini varın siz yapın.
1606 yılında IV. Murat zamanında “Celali İsyanları” adı altında Anadolu’da yapılan isyan bastırma seferlerinde “Celali” Kürdlerinin de yok edildiğini tarihçiler yazar. Solmaz Kamuran’ın “Kösem İktidar Şerbeti Kan Kokar” kitabına geçmeden “Muhteşem Yüzyıl Kösem” dizisinde izlediğiniz “Kösem Sultan” kimdir ona bakalım:
1589 ya da 1590 yılında Anastasia adıyla doğmuş. Rum asıllı, Yunanistan’ın Tinos adası Meryem Ana İkonasında Rahip peder Marco ile satranç oynayan genç bir kız. Deniz korsanlarınca esir alınarak İstanbul’da Kızlarağası aracılığıyla Osmanlı Sarayı’na getirilmiş. “Kösem” adını verdikleri Anastasia sarayda mahareti ve zekâsı ile yükselerek I. Ahmet’in önce hasekisi, sonra sultanın vazgeçmediği 1. gözdesi ve eşi olmuş.
KUYUCU MURAT PAŞA
İşte o Haseki Mah-Peyker Kösem Valide Sultan 48 yıl Osmanlı Sarayı’nda “Kösem” diğer lakabı ile “Valide-i Muazzama” adıyla yönetimde etkin olmuştur. Kösem’in oğlu I. Ahmet döneminde Derviş Paşa rüşvet, sarayda gizli kapılar açma suçundan boğdurtulup yerine seksenli yaşlarda Hırvat asıllı devşirmeKuyucu Murat Paşa getirilir.
Yaşlı Kuyucu Murat Paşa’nın okullarda okutulan tarih kitaplarında 1607-1608 yılları arasında Anadolu seferinde “Celali” isyanlarını bastırma adı altında yaşlı hâli ile insanların kökünü kazdığı yazılmaz. Oysa o günkü tarihçilerin ifadesiyle taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmamış. Yumuşak görüntüsüne rağmen gaddar ve çok kurnazmış. Kazanmak için sadece savaşı değil, her türlü hileyi kullanırmış.
Öyle ki; 30 (40) bin insanın başını kestiği, kesik başlardan otağının önünde piramitler yaptığı yazılır. Kesik başlardan bir kısmını, sergilemek için payitahta gönderirmiş. O kadar gaddarmış ki kazandığı savaşların sonunda çadırının önünde oturup kellelerini kestirdiği adamların cesetlerinin kazılan kuyulara atılmasından zevk aldığı için “kuyucu” lakabı verilmiş. Bir defasında küçük bir çocuğu kendi elleriyle boğduracak kadar gaddar olduğu iddia edilir. (s.k. Kösem) 15 Ağustos 1611’de ordugâhı Diyarbakır’da iken 81 yaşında ölmüş.
Tarihî gerçekler o ki, Kuyucu Murat Paşa’nın “Celali” adı altında Kürd Alevileri ve Kürdleri acımasızca katlettiğidir. Ki Dr. Celile Celil, sağ kalan “Celali Birliği”nin XIX. yüzyılda parçalanarak kaç ailenin İran’a, kaçının Rusya’ya geçtiğini, kaçının Türkiye’de kaldığını kabilelerin ismini vererek hangi taifelere (Halikyanlı, Sakyanlı, Balhekyanlı, Banoka, Cenukyanlı, Suranlı, Kızılpaşalı) ait olduğunu Rus ve Batı kaynaklarını araştırarak yazmış.
REŞİT MEHMET PAŞA
Ancak Kuyucu Murat Paşa kadar yıkıcı olan II. Mahmut döneminde Reşit Mehmet Paşa’nın yaptıkları vardır. II. Mahmut, merkezî yönetime geçmesi arzusu ile 1833’te Sivas’tan Revandüz’e kadar Kürd Derebeyi ve özerk valilerini merkeze bağlamak için Reşit Paşa’yı görevlendirir. Kuyucu Murat Paşa timsali taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayan şiddetle Kürdlere karşı büyük savaş açar. Yaptığı zulüm üzerine isyan bütün bölgeye yayılır. Reşit Paşa tıpkı bugün olduğu gibi her şeyi “güvenlik” adına yapıyordu. Ve bütün bölgeyi merkezî otoriteye bağlamak istiyordu. Tıpkı Kuyucu Murat Paşa gibi o da Diyarbakır’da 1836’da öldü. 1514 tarihinde verilen özerk yönetim II. Mahmut döneminde merkeze bağlandı. 1847 Mir Bedirxan ikinci kez ayaklandıysa da İstanbul ve Girit’e sürülmesiyle süreç akamete uğrar.
Sonuç, 1889 tarihinde Fransa Devrimi’nden etkilenerek Türk Milliyetçiliğinin temelini atan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) günümüze kadar gelen süreci başlattı. I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Lozan Konferansı’nda verilen sözler tutulmayınca 1940 yılına kadar TC’ye karşı peş peşe Kürd isyanları çıktı. 1940-1960 arası inkâr, imha ve asimilasyon sonucu fetret devrini yaşayan Kürdler 1960 darbesinden sonra kabul edilen Anayasa ile Kürd öğrenci, aydın ve gazeteciler Türk solu ile Kürd meselesini yeniden gündeme taşıdılar.
Sonra 1970’li yıllar, 1972 muhtırası, 12 Eylül 1980 kanlı darbesi ve 1984 Eruh baskını ile başlayan son Kürd isyanı. 1990 yılında büyük çatışma ve faili meçhullerle 31 yıl sürer. Üç yıl gibi kısa bir “barış süreci” aldatmasından sonra 8 Haziran 1915 tarihinden bu yana 32 yıl süren dönemin en acı ve kanlı sürecini yaşıyoruz.
Görüldüğü gibi 945 yıldır iktidar için güç, silah, savaş yöntemleri kullanılmış. Ancak bu siyaset sorunu bitireceğine kartopu gibi büyütmüş. Bin yıllık inat iki tarafa da istedikleri bir sonucu getirmemiş. Nitekim üç yıl “barış” denilen süreçte ülkenin ve bölgenin huzura ne kadar kavuştuğunu hep birlikte gördük ve yaşadık. Süreci yeniden gerçek ve ilkeler bazında eşit ve adalet ile ele almak günümüz dünyasının gereği değil mi? Savaşmak, yıkmak, yakmak, öldürmek kaderimiz değil, olmamalıdır. Dilerim bu tarihî olaylar ders olur da tarihi tekerrür ettirmeyiz; yeni sınavımızda sınıfta kalmayız. Yerel mi, özerk mi, eyalet mi, başkanlık mı, yarı başkanlık mı her ne ise bir şekli ile eşit ve adil “barış” olur; akan kan durur, anaların gözyaşı diner.
Yorum Yap