- 7.06.2014 00:00
Toplumsal çalkantılara, ayrışmalara, hızlı değişim ve dönüşümlere isim vermek üzere baktığımızda çoğunlukla bir görüntüye odaklanıyoruz ve verdiğimiz adlarla o görüntüyü donduruyoruz. Sözgelimi bugünkü konjonktürün çok sevdiği bir terimle kutuplaşma dediğimizde toplumun siyasi, manevi, iktisadi her türlü özelliğini bu kavramla tercüme ederek, olguyu en mikro düzlemlerde bile doğrulamaya uğraşıyoruz. Sosyolojiyi olguların diline indirgemekle bizimki gibi karmaşık, değişken bir toplumun ruhuna dokunmakta zorlanıyoruz çoğunlukla.
Buradaki en büyük tıkanıklıklardan biri modern hayatın neredeyse bütününü kimlikler üzerinden açıklamakla yetinmemiz. Elbette içine doğulmuş ve sonradan edinilmiş kimlikler toplumun iç yüzüne bakarken çok kıymetli veri sunar. Fakat haklı haksızı, zalim mazlumu kimlik üzerinden açıklamak bizi hakkaniyetli bir yoruma genellikle götürmez.
Bir diğer tıkanıklık da toplumsal dinamikleri ideolojiler üzerinden anlamlandırma çabasında kendini gösteriyor. Sözgelimi milliyetçilik tanımı yaparak 'biz'in parametrelerini oluşturmaya çalıştığımızda İzmirli'nin tanımıyla Yozgatlı'nın tanımı birbirinden çok farklı çıkıyor. Mahallelere göre dahi değişebiliyor bu tanım postmodern dünyada.
Toplumlarda yatay olduğu kadar dikey bir boyutta devam eden ve her şeyi birbiriyle ilişkilendiren temel bağlar mevcuttur. Nihayetinde sosyoloji; kimlikler veya ideolojilerden ziyade toplumdaki fay hatlarına adalet kavramının algılanışı üzerinden bakmanın ölçütlerini oluşturmalı. Hakikatin hak ile olan ilişkisini algılama biçimlerimiz bu temel bağlara kapı açan bir anahtar çünkü.
Özellikle Gezi'den beri sosyolojinin birtakım 'kamusal' imgeler, 'vücut dili' veya 'manzaralar' üzerinden tasvirci kıyaslama yöntemine sıkışmak yerine, toplumsal hayatta her an yenilenen yatay/ görünmez ama ruhuna dokunulabilir değişimlere, hak ve güç dengelerinin algılanışına da odaklanabilmesi gerektiğini yazıyorum. Kimlikler ve ideolojik tanımlamalara sığdırılamayan insan hakikati üzerine yeniden tefekkür etmeye başladığımızda şeylerin diline tevhid ilkesinden bakılmış bizimki gibi bir kültürde, artık modern sosyolojinin imkanlarını genişletmenin zamanıdır diye düşünüyorum.
Tevhidî bakış evrensel ve ilahi olan bütüncül bakışla bizi buluşturacağı ölçüde sen/ ben, şu kimlik/ bu kimlik, şu yandaş/ bu muhalif gibi satıhtaki algılara kilitlenmekten vazgeçirecektir bizi büyük ölçüde. Zira toplumdaki her dışlama ve tahakküm girişimi değişimlerin iç yüzünü cem eden böyle bir bakışta eriyecektir. Ve kendine müstakil bir benlik izafe edemez hale gelecektir. Bu da adaletin evrensel yüzüne çevirecektir algımızı kaçınılmaz olarak. Yani adalet duygumuzun hem enfüsteki hem afaktaki (içimizde ve etrafımızdaki) tecellilerine.
Peki iç ve dışı bu şekilde bütünlemek somut olarak ne demek? Gündelik hayatın her alanında, misal akıllı bina tasarımından sosyal medyadaki davranış kodlarına, edebiyattan el sanatlarına, görsel efektlere, tüketim kalıplarından çevre düzenlemesine dek bir tevhid tahayyülü geliştirebildiğimiz oranda 'evrensel değerleri kendimize has biçimde' dile getirebileceğiz. Bu niyet ve çaba sosyolojik olarak da tanımlayabileceğimiz bir 'biz'in ruhuna yaklaştıracaktır bizi.
İmdi bu 'biz' tahayyülünün ipuçlarını 'ruh medeniyeti'mizde yakalamaya çalışalım. Ve hemen hepimizin her fırsatta dilimize doladığımız Yunus Emre'den başlayalım: 'Hak cihana doludur kimsene Hakk'ı bilmez / Onu sen senden iste o senden ayrı olmaz.' (Cenâb-ı Hakk'ın varlığı cihanı kaplamıştır. Böyle olduğu halde hiç kimse bunun farkında değildir. Eğer sen Hakk'ı talep ediyor, anlamak istiyorsan, O'nu kendinde arayıp bulmalısın. Zira O, senden ayrı, senin uzağında bir varlık değildir. O'nun cihanı kaplayan varlığının içinde sen de varsın!' (İşitin Ey Yarenler / Yunus Emre yorumları, Mustafa Tatcı, Kapı yayınları)
Aynı eserden devam ederek biraz daha açayım: 'Vahdeti anlayan kişi, âlemde gözümüze takılan paradoks tecellileri gönlünde sindirerek sen-ben demeği terk eder. 'O' der! Böylece Hakk'ı gerçek sevenler ben'den sen'e, sen'den O'na yükselecek ve sonra bunların hepsini cem ederek içinde kendinin de bulunduğu ahadiyyet deryasında kaybolacaktır. Bu birlik deryasında fert cemaatle, cemaat fert ile aynîleşecek ve ortaya 'biz deryası' çıkacaktır.'
Buradaki 'biz' kuşkusuz sosyolojinin kavramlaştırdığı 'biz' olgularından daha katmanlı bir anlam ihtiva ediyor. 'Fiiller, sıfatlar ve Zat tevhidi'ni gerçekleştirebilen kişi dışarıda (toplumda) olanların kendi nefsine ait suretlerin yansıması olduğunu izlemeye başlayacaktır. Bütün çokluklar Yunus'un bahsettiği o her birimizde mevcut Varlığın bir aynası. Ve Hakk üzere. Dolayısıyla kesrette vahdeti görme pratiği epeyce zedelenmiş adalet algımıza bambaşka perspektifler katacaktır.
Sadece bir giriş yapabildim. Tevhidî bakışı bugünün sosyolojik diline tahvil edebilmek için 'biz'in yapıtaşlarını tasavvuf kültürümüz üzerinden döşemeye yönelik örneklerle inşallah devam edeceğim.
Yorum Yap