- 13.01.2012 00:00
Uludere katliamından sonra sadece sokaklar karışmadı, Meclis de karıştı. Genel Kurul’da gerilim doruktaydı. İktidarla muhalefet arasındaki sert tartışmalar haftaya damgasını vurdu. AKP ve BDP arasındaki kavganın vardığı boyut ise beni fazlasıyla kaygılandırdı.
Başbakan Erdoğan’ın, partisinin grup konuşmasında BDP lideri Selahattin Demirtaş’a yönelik eleştirileri çok sertti. Başbakan’ın bu üslubu BDP’nin seçmenleri arasında da büyük tepki uyandırdı.
Politikacıların birbirlerine eleştiri yöneltmesi, suçlamada bulunması, hatta karşılıklı olarak küfür ve hakaret içeren ifadeler kullanmaları elbette şaşırtıcı değil, belki de yaptıkları işin bir parçası, bunu yadırgamıyorum. Fakat Başbakan’ın dilinin sivriliği siyasetin de dışına taşan bir niteliğe büründü. Demirtaş’a yönelik “uşak” tabirini kullanması, devletin-hükümetin BDP’yi tümden gözden çıkardığı duygusunu uyandırdı bende.
Başbakan son günlerde BDP’yle mücadelede eleştiri dozunu kaçırdı ve bana göre BDP seçmeniyle savaşmaya başladı. Tehlikeli gördüğüm nokta tam da burası.
BDP Kürt kimliğiyle özdeşleşen bir siyasi parti. Kürt halkı arasında önemli oranda oy desteğine sahip. Kuşkusuz hükümet, PKK güdümündeki bir partiye boyun eğmek zorunda değil, hatta BDP’yle kıran kırana bir siyasi mücadeleye de girişebilir. Ancak farkındaysanız bu mücadele çok fazla sertleşti ve Kürt kimliği üzerinden yürütülen bir savaşa dönüştü.
Silvan’daki PKK saldırısından sonra hükümet, kendisine yeni bir yol haritası belirledi. Anlaşılan BDP de tümden gözden çıkarılmış durumda. AKP, Meclis’teki sayısal çoğunluğuna dayanarak Kürt reformu yapabilir ve bunda kısmen başarılı da olabilir; ancak Başbakan, Kürtlerin bir bölümüyle savaşarak Kürt sorununu da bütünüyle çözemez. Demokratik Kürt hareketinin arkasındaki halk desteğini hiçe sayarak, onları görmezden gelerek ve daha da ötesi, bu kitleyi sindirerek Kürt meselesini çözmeye kalkışmak gerçekçi bir strateji değil. BDP’nin dayandığı tabanın rızasını almadan, onlarla da bir şekilde uzlaşmadan iç barışı sağlamak bana pek olanaklı görünmüyor.
Kürt hareketinin bugün yaşanan çözümsüzlükte önemli bir payının olduğu inkâr edilemez. Hatta Erdoğan, biraz da demokratik siyasete ayak direyen Kürt siyasetçiler yüzünden çileden çıktı. Halk arasında Erdoğan düşmanlığını yaymaya çalıştılar. PKK’nın işi Kastamonu’da Başbakan’ın konvoyuna saldırı düzenlemeye kadar vardırdığını hatırlayalım. Ama Kürt siyasetçiler özeleştiri de yapıyor; örneğini bu köşede Aysel Tuğluk’un mektubunda da okuduğumuz gibi Başbakan’a zeytin dalı uzatarak gerilimi düşürmek istiyorlar. Başbakan ise yumuşama sinyali vermediği gibi Kürt siyasetçilere yönelik hakaret düzeyine varan eleştiri ve söylemlerini sürdürüyor. Başbakan son günlerdeki üslubuyla Diyarbakır’ı Ankara’dan soğutuyor. Uludere’de 34 Kürt köylüsünün savaş uçaklarıyla bombalanarak öldürülmesi Kürtlerin Ankara’ya olan güvenini derinden sarstı. Hükümetin katliamdan sonra büründüğü sessizlik ise Kürtleri daha çok yaraladı. 1990’lara dönüşten bahsedilecekse Ankara’nın bu sessizliği çok iyi bir örnek. 1990’larda Demirel’i, Çiller’i, Ecevit’i, Mesut Yılmaz’ı, akla gelen dönemin tüm siyasetçileri sivil katliamlar karşısında öncelikle hep devleti savundu, halkı değil. Bu açıdan bakıldığında Erdoğan’ın da önceki liderlerden farklı bir tutum sergilemediğini gördük. Otoritesi sarsılmasın diye ölen köylülere bir özrü bile fazla gördü bu hükümet. AKP’nin Ankara’sı da 1990’ların Ankara’sı işte. Siz bugün değişen bir şey görebiliyor musunuz ?
Aysel Tuğluk’tan zorunlu bir açıklama
Taraf gazetesinin 10.01.2012 tarihli yayınında Kurtuluş TAYİZ’in köşesinde yayınlanan mektubumun sonlarına doğru ülkemiz sorunlarının çözümüne ilişkin irade olabilmeleri itibariyle Başbakan Sayın ERDOĞAN ve cumhurbaşkanlığı kurumuyla ilgili bir takım görüşlerimi ifade etmiştim. Bilindiği üzere cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin tartışmalar henüz kurumsal bir kimlik kazanmamış olup bu konuya ilişkin öngörülerimi içermektedir. Görüşlerimin Eş Başkanlığını yaptığım Demokratik Toplum Kongresi ve Barış ve Demokrasi Partisinin kurumsal program ve politikasıyla ilgisi yoktur.
Görüşlerim tamamıyla kişisel olup çalıştığım kurumları temsil etmemektedir. Bu nedenle ilgili paragraflarda geçen çözüme ilişkin eleştiriler ve fikirlerin kişisel görüşlerim olarak algılanmasını ve böyle değerlerdirilmesinin siyaseten daha doğru olacağını düşünüyorum.
Aysel TUĞLUK
Yorum Yap