- 5.02.2014 00:00
Hasan Cemal, “Öcalan, Erdoğan ile kendi geleceği ve Kürt hakları ile ilgili uzlaşmaya varıp Türkleri demokrasi konusunda satışa getirebilir mi” diye soruyor. Hem Öcalan’ın, hem Kandil’in “Erdoğan’ın demokrasi ve hukuku tepeleyen adımlarını es geçtiklerini ve hükümete angaje olduklarını” düşünüyor. İhsan Dağı ve Nuray Mert gibi yazarlar da aşağı yukarı Hasan Cemal ile aynı görüşleri paylaşıyor. Kürtlere, Erdoğan ile kurdukları ilişkinin “demokrasiye ve hukuka zarar verdiğini” hatırlatıyorlar. Bu kaygı ve endişelerin açık açık söylenmesinin olumlu olduğunu ve tartışılması gerektiğini düşünüyorum.
Kürt hareketinin Ankara ile kurduğu ilişkinin “sorunlu” olduğunu ima eden eleştiriler yeni değil elbette. Ulusalcı çevreler ile kimi liberal, solcu yazarlar ilk günden itibaren, değişik içerik ve üslupla çözüm sürecini eleştiriyor. Gezi olayları ve 17 Aralık’tan sonra bu eleştiriler, Kürtlerin “Erdoğan’a koltuk değneği olduğu” yönünde suçlamalara dönüştü.
Peki çözüm süreci gerçekten de demokrasiye ve hukuka zarar verecek noktaya mı geldi?
Kürt meselesi çözülmeden Türkiye’nin demokratikleşemeyeceğine inanan biri olarak, çözüm süreci ile demokratikleşme arasında karşıtlık kurmayı doğru bulmuyorum; aksine akan kanı durdurmadan Türkiye’de sağlıklı bir demokrasi tartışmasının bile yapılamayacağını düşünüyorum. Demokratikleşmeyi Kürt meselesinden koparmak mümkün olmadığı gibi, hukuktan ayrı ele almak da imkansız.
Kürt hareketinin ve Öcalan’ın, demokrasi ve hukukun dışında bir güvence peşinde olduklarını düşünmüyorum. Tam tersine çözüm sürecinin hukuki bir çerçeveye kavuşturulmasını savunuyorlar. Yeni bir anayasa arayışı içindeler. Silahları konuşturmanın, çatışmaların başlamasının Türkiye’nin demokrasisine zarar vereceğini, devletin güvenlikçi reflekslerini harekete geçireceğini, Ankara’yı “diyalog” yönteminden uzaklaştıracağını, siyaseti zayıflatıp bürokrasiyi güçlendireceğini ve dolayısıyla bunun hem Türklere hem de Kürtlere zarar vereceğini biliyorlar. Şu ana kadar yakından izlediğim kadarıyla gerek Öcalan, gerek Kandil ve gerekse BDP, demokrasi ve hukukun dışında kişisel ve toplumsal bir kurtuluş modeli peşinde değiller. Kendilerini demokrasi ve hukuk içinde güvenceye almaya çabalıyorlar.
Hasan Cemal ve İhsan Dağı’nın bahsettiği gibi Kürtler “demokrasi” ve “hukukun” dışında bir çözüm arayışı içinde değil. Demokratik bir çözüm formülü olmadan ne Öcalan’ın kişisel hakları, ne Kürtlerin kolektif hakları söz konusu olabilir. Hukuk dışılığın bu ülkede en çok Kürtlerin canını yaktığını unutmayalım; hukukun başını tutan güçler, Kürtleri bugüne kadar ya hapse, ya mezara gönderdi. Bu tecrübeye sahip olan Kürtlerin, geleceklerini perde arkasında verilen sözlere bağlamaları beklenemez. Ne Öcalan, ne Kandil ve ne de BDP, bu kadar saf değil.
Ancak çözüm sürecini bir şans olarak gördükleri gerçek. Bunu değerlendirmekte de haklılar. Bir yıl boyunca hiç kimsenin ölmemesi, annelerin ağlamaması, hayatın normalleşmesi sadece Türkler için değil, Kürtler için de büyük bir anlam ifade ediyor. Kandil ve İmralı bunu gözardı edebilir mi? Çözüm süreci, demokratik siyaset yöntemi örgüte ve Öcalan’a hiç olmadığı kadar fayda sağladı; bunu ellerinin tersiyle niye itsinler?
Demokrasiyi ve hukuku katleden ne Erdoğan ve ne Öcalan, PKK veya BDP’dir; hukukun tarafsızlığını, güvenirliğini sarsan taraf, son beş yılda büyük davalar etrafında yürütülen soruşturmaları kullanarak siyaseti dizayn etmeye kalkan bürokrasideki paralel devlettir. Cemaatin katlettiği demokrasinin, hukukun hesabını Kürtlerden sormak bence büyük haksızlık.
Türkiye’nin demokratikleşmesi gibi ciddi bir sorunu elbette vardır. Kürt sorunu, bu sorunun tam da merkezinde bulunmaktadır. Kürt meselesini çözmek için kimsenin “Türkleri satması” gerekmiyor. Savaşmadığı için, sokağa dökülmediği için, Erdoğan’ı devirme oyununa katılmadığı için Kürtleri suçlamak da haksızlık. Beyaz Türklerin savaşını Kürtler veremez; artık buna alışsanız iyi olur.
Yorum Yap