- 22.01.2014 00:00
Abdullah Öcalan, The Guardian'ın kendisini “korkulan ve tapınılan bir lider” olarak değerlendiren başyazısına cevap niteliğinde bir mektup kaleme aldı. “Kürt özgürlük mücadelesindeki gerçek rolüm” başlığını taşıyan yazı, Guardian'da önceki gün yayımlandı. Öcalan'ın kendisini savunduğu yazısında, Türk kamuoyu tarafından da merak edilen, tartışılan, eleştirilen, hatta suçlanan kimi noktalara açıklık getirdiğini düşünüyorum.
Abdullah Öcalan da mektubunda tüm dünyanın arkasından ağladığı bir liderle mukayese edilmesinin gururunu okşadığını gizlemiyor, bunu, önderlik ettiği hareketin ulusal sınırları aşarak evrensel boyutlara ulaşmasına bağlıyor. Ancak Mandela ile benzer özelliklerinin karşıt özelliklerine göre daha fazla olduğunu belirtme gereği duyuyor. Öcalan, hakkında başyazıyı kaleme alan editörü “Tarih boyunca cephenin ön tarafında yer almaktan korkmamış olanların koşullarını iyi tahlil edememekle, 'göze alanların' tarihi ve siyaseti konusunda fikir sahibi olmamakla” eleştiriyor.
İki liderin ortak geçmişlerinde bir ada hapishanesine kapatılmaları başlıca benzerliği oluşturuyor. Öcalan, kendisinin tüm itibarının bu ada hapishanesiyle sınırlandırılmasını ise eleştiriyor. Öcalan'a göre “Böylesine önemli bir liderin itibarını 'hapishane' ile sınırlamak, o lideri iradesi olarak benimsemiş nüfusu kırk milyonu aşan bir halkın elleriyle ördükleri o siyasal mücadeleye karşı işlenmiş bir ayıptır.”
“Korkulan ve tapınılan bir lider” eleştirisini ise Öcalan kabul etmiyor; Kürtlerle arasındaki hukukun, korkuyla sağlanamayacak kadar derin ve güçlü olduğunu belirtiyor. The Guardian gibi bir gazetenin, Kürt siyasi hareketinin dönüşümünü, geçirdiği evreleri, barışçıl ve müzakereci perspektifin içeriye demokratik yansımalarının gücünü görmemesini ise vahim buluyor.
Abdullah Öcalan, bu yaklaşımın Türkiye'de bile ilgi görmediğini şöyle savunuyor: “Burada barışa karşı olanlar, bizi müzakere aşamasına geçtiğimiz için suçluyor; beni yeni kuşakların gözünde canavarlaştırıyor; barışı ve çözümü ilke edinmiş hareketimizi karalıyorlar. Demokratik modernite çabamıza karşı örgütlü bir şekilde karalama faaliyeti sürdürüyorlar. Garip ki, Türkiye'de bile itibar kaybetmekte olan bu ırkçı ve geçmişin propaganda dilini taşıyan düşünceler hâlâ ve hâlâ uluslararası basında tekrar edilerek servis edilebiliyor.”
Abdullah Öcalan'ın imajının oluşturulmasında en büyük katkıyı kendisinin ve örgütünün sunduğu tartışılmaz. İmaj yapıcıların bu konuda zorluk çektiğini sanmıyorum. Ancak bu imajın -yeni nesillerin gözünde canavarlaştırma- üretilmesinde ulusal ve uluslararası savaş lobilerinin etkisi de göz ardı edilemez. Öcalan'ın yaşadığı sıkıntı sanırım bununla ilgili. PKK gibi bir örgütün demokratik dönüşümü gibi iddialı bir işe soyunduğu için içeriden ve dışarıdan Öcalan'ın “savaşçı” imajı öne çıkarılıyor, onun barışçı kişiliği ise görmezden geliniyor. Türk hükümetiyle masaya oturması, savaşı bitirmeye niyetlenmesi, Öcalan aleyhindeki eski imajın yeniden ısıtılıp pazara sürülmesine neden oldu. Hem içeride, hem dışarıda Öcalan'a karşı itibarsızlaştırma kampanyası hız kazandı. Bugünlerde Öcalan için “AKP'nin yolsuzluklarına ortak oldu”, “AKP'nin STK yetkilisi” vb. dolaşıma giren lafları bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Bu lobilerin yaklaşımını kısaca “Savaşan Apo iyi, barışan Apo kötü” biçiminde özetleyebiliriz.
Yorum Yap