- 4.02.2016 00:00
Bakkala girdiğimde yakındaki bir okulun öğrencilerinden çok sayıda çocukla karşılaştım. Birbirlerinin önüne geçmeye çalışarak önlerindeki tezgahta sıralanan ‘abur-cubur’ları satın alıyorlardı.
Bu izdihamın nedeni hakkında biraz daha bilgi sahibi olabilmek maksadıyla bakkala çocukların hücum ettiği bu yeni nesil yiyeceklerin fiyatlarını sordum. İlk işaret ettiğim “1 lira” imiş. İkincisi de “1 lira”. Üçüncünün fiyatı daha da ehvendi: “75 kuruş”…
“Ne güzel” diye söylendim kendi kendime, gelişen ülkemizde çocuklarımız artık bir iki lira ödeyerek bol enerjili tatlı ‘şeyler’den canlarının istediği kadar tüketebiliyorlar..…
Ülkemizin müteşebbisleri sağ olsunlar, eksik olmasınlar; sayelerinde bu ülkenin çocuklarının da ağızları –hem de istedikleri kadar- tatlanmış bulunuyor. Koy cebine günlük harçlık olarak “5 lira”, ye yiyebildiğin kadar…
Bakkaldan bu ve benzer düşünce ve izlenimlerle çıktıktan sonra tezgahta sergilenen türlü çeşit ‘abur cubur’lara ilişkin yakın zamanlarda okuduğum bir yazı düştü aklıma.
Hatırladım gecikmeden; evet Prof. Şükrü Hatun (hem de çocuk doktoru) T24’de konuya ilişkin bir yazı yayımlamıştı.
Şunu da hemen hatırladım: Prof. Hatun’un yazısı gerçekten“ağzımızın tadını kaçıracak” cinstendi. Hatta bu yazı daha da ileri giderek, çocuklarımızı bu “abur cubur” olarak anılan sahte cennetten uzak tutmamızı –hem de ısrarla- tavsiye ediyordu.
Söz konusu yazıyı tekrar önüme koydum: Prof. Şükrü Hatun (dikkat ederseniz yazarın titrini tekrarlıyorum, çünkü sonuç olarak bir bilirkişinin değerlendirmesini okuyoruz) yazısının başında kendisine kontrole gelen bir çocuğu anlatıyor: “Esme, 10 yaşında; ailesine göre son 2-3 yılda hızlı kilo almış ve annesi doyma hissinin giderek kaybolduğunu, şekerli şeyler yemediği zaman başının ağrıdığını, bunun için nörologlara gittiğini anlattı uzun uzun. (…) Son yıllarda gördüğüm yüzlerce obez çocuğun ailesine sorduğum soruyu onlara da sordum: Ne oldu da Esme bu kadar hızlı kilo aldı? Annesi ‘Bizim marketimiz var ve Esme ‘abur cubur’ bağımlısı’ dedi.”
Şimdi de gelelim konunun bir başka yönüne: Söylediğim gibi Prof. Hatun’un yazısı T24’de yayımlandı. Siteye biraz geç girenler yazının hemen altında bir “tekzip metni” yer aldığını gördüler. Söz konusu metnin sitede yazının çıktığı alanda aynen yayınlanması talep ediliyordu.
Tekzip metni Murat Ülker’in sahibi olduğu ÜLKER’in ne kadar başarılı bir kuruluş olduğunu –rakamlarla tabii ki- belirttikten sonra ‘obezite’nin nasıl pek çok faktörün işe karışmasıyla oluştuğunu hatırlatmaya çabalıyordu.
“Çabalıyordu” diyorum çünkü metnin bu faslında Prof. Hatun’un altını çizdiği hususlarla ilgisi olmayan bölümler vardı: “Bu sebeple, yazıda iddia edildiği gibi şeker, yağ ve tuz gibi gıda maddelerinden oluşan ve yazıda “abur-cubur’ olarak belirtilen ürünlerin tüketilmesinin obezitenin yegane nedeninin olduğu iddiası (…) . Ayrıca ‘abur-cubur’ tabiri de bahse konu ürüne hasredilebilecek bir ifade olamaz ve değildir.”(!)
Görüyorsunuz, (!) koydum, çünkü Prof. Hatun, giderek son dönemin pek revaçta olan ‘algı operasyonu’ suçlamasını hatırlatan bu cümlelerde ileri sürüldüğü gibi ‘abur-cubur’un obezitenin ‘yegane nedeni’ olduğunu söylemiyordu ki…. Ayrıca‘abur-cubur‘a niçin ‘abur-cubur’ denmemesi gerektiğinin hatırlatılması da hiç mi hiç anlaşılmıyor!
Ne yani parasını (artık 50 kuruş-1 lira her ne ise) verip afiyetle yediğimiz bir ‘abur-cubur’a ‘abur-cubur’ demek de mi yasak!
Prof. Hatun’un bu önemli uyarı yazısı, içinde Murat Ülker adı geçtiği için ülke medyasında hiç mi hiç yer almadı. İşin ilginç yanı (anlaşılıyor tabi ki!) Ülker’in “Tekzip yazısı” da haber olmadı!
Neden dersiniz?
Tabii ki ‘abur-cubur’ sektörünün yazılı ve görsel medyadaki reklam pastasının çok önemli bir bölümünü satın almasından… Ayrıca dikkat ettiyseniz, hemen her gün sayfalarca-saatlerce‘beslenme’ programları sunan medyamızda ‘abur-cubur’tayfasının marifetleriyle ilgili büyük bir sessizlik de hakim değil mi? Ne diyelim, “Paranın gözü kör olsun” demiş ecdadımız!
Şimdi de geçelim ÜLKER (Yıldız Holding) hakkında bence ilgiyi fazlasıyla hak eden bir başka gelişmeye.
Gözden geçireceğimiz “haber” ile merkez medyanın merkezine yerleşmiş gazetede karşılaştım.
Gazetenin “işadamları refakatçisi” sıfatını fazlasıyla hak eden gazetecisi -bu kez de Yıldız Holding’in Konya-Karaman’daki bir‘abur cubur’ tesisini yerinde izlemek amacıyla patronun özel uçağıyla yola koyuluyor.
Patron, üst yöneticiler, bir iki gazeteci Biskot’un işçileri birlikte iftar edecekler. İftara davet edilenler arasında iki de sendikacı var: HAK-İş’e bağlı Öz Gıda-İş’in iki yöneticisi de orada. Öz Gıda-İş bu işyerinde yeni örgütlenmiş ve 2.500 işçiyi kapsayan sözleşmeyi imzalamış.
Pekiyi, acaba Karaman’daki ‘abur cubur’ üretilen bu tesise sendikayı sokmanın amacı nedir? (Bu soruyu ben değil,“işadamları refakatçisi” gazeteci doğrudan Murat Ülker’e soruyor.)
Ülker’in soruya cevabı gerçekten alkışlanacak cinsten: “Bir iş yerinde sendika yoksa, insanların hakkı geçiyor.”
Ne güzel, demek ki nihayet Karaman’da da çalışanların hakları yenmeyecek….
Ancak burada biraz durup, işyerinde sözleşme imzalayan sendika başkanı Şahin’in şu sözlerini de atlamayalım: “Buradaki tesislerde çalışma süresi 12 saatti. Biskot, normal çalışma düzeniyle diğer tesislere örnek olduk.” Demek ki (öyle anlaşılıyor) Öz Gıda-İş, Biscot’u şereflendirmeden önce işçiler bu işyerinde de 12 saat çalışıyordu. Neyse, “Biraz geç olmuş ama temiz olmuş” diyebiliriz herhalde…
Şimdi de bu haberden uzaklaşıp Biskot’daki gelişmeleri bambaşka açıdan haberleştiren Evrensel’in verdiği bilgilere göz atalım.
Evrensel gazetesi -biliyorsunuzdur muhakkak- farklı bir gazete. Önümdeki sayısında öyle haberlere yer vermiş ki,‘merkez’i ‘havuz’u fark etmez, hemen hiçbir yerde karşılaşmadığınız bilgilerle dolu.
Mesela elimdeki sayısında işçilerin tuvaletlerine ‘kart okuyucu’yerleştirip içeride kalma süresini beş dakika ile sınırlandıran (aksi halde ücretten kesinti var!) işyerinde çalışanların olayı değerlendirmelerini öyle güzel aktarmış ki, okuyanın “Bunu da mı görecektik?” diye mırıldanmaması imkansız.
Mesela “Koç Holding mahkemeyi tanımıyor” başlıklı haber: Koç Holding’e bağlı Divan Turizm çalışanlarından 73’ünün DİSK- Gıda İş sendikasına üye oldukları için işten çıkarılmaları, mahkemenin işçiler lehinde karar almasına rağmen işe iade ve tazminat sorununun bir türlü çözülmemesi…
Biskot’a sendika getirmesi meselesi de etraflıca işlenmiş. Biskot işçilerine kulak veren gazete Öz Gıda-İş ile alelacele sözleşme imzalanmasının sadece “sendika aşkı” ile açıklanamayan bir gelişme olup işin içinde başka “aşklar”ın da olduğunu söylüyor.
Biskot’daki işçiler gazeteye yaptıkları açıklamalarda bu gelişmede asıl nedenin kendilerinin bir başka sendika, DİSK’e bağlı Gıda-İş çatısı altında örgütlenme istemeleri olduğunu belirtiyor.
Bu açılamalardan birisi şöyle: “Şimdi patron anlatıyor…Hak kaybı olmasın, işçinin hakkı geçmesin diye sendikayı biz getirdik diyor. Ama asıl biz istediğimiz sendikaya üye olmayalım diye bu sendikayı getirdiler.”
Bir işyerine sendikanın girmesiyle ilgili alın size iki haber iki yorum…
“İşadamları refakatçisi” gazeteci patronun uçağında patrona sendikanın erdemleri anlattırırken, bir başka gazete üşenmeyip işçileri dinleyip olayın bize bambaşka bir cephesini hatırlatıyor.
“Yeter ki hür haber eksilmesin penceremizden!” diyerek noktalayalım.
Yorum Yap