- 2.03.2011 00:00
DİSK, Türk-İş, KESK ile TÜSAİD ve TOBB gibi sivil toplum kuruluşlarının, YÖK’ün ve tüm rektörlerin; Süleyman Demirel’in; Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, Deniz Baykal, Yıldırım Aktuna gibi siyasetçilerin; Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin, Genelkurmay’dan açık ve örtük brifing alan gazetecilerin el birliğiyle “sivil” kelimesini kirlettiği günlerdi. Yani Ertuğrul Özkök’ün Oramiral Güven Erkaya’dan mülhem “Bu Kez Silahsız Kuvvetler Halletsin’’ manşetine birebir uyan günlerdi (Hürriyet, 20 Aralık 1996).
Batı Çalışma Grubu cuntası, yukarıda sıraladığım ‘sivil’lerin işbirliğiyle Türkiye’nin üzerine kâbus gibi çöktü. O günlerle beraber sıklıkla andığımız bir ismin, dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ın vefatının 28 Şubat’ın yıldönümüne denk gelmesi beni ayrıca sarstı.
Necmettin Erbakan, kendi kuşağı içersindeki en özgün siyasetçiydi. Özgündü çünkü diğer tüm siyasi liderlerin ufku Misak-ı Millî fetişini aşamazken, o gerçekçi olup imkânsızı gözüne kestiren bir liderdi. Özgündü çünkü diğer tüm siyasi liderler sisteme entegre bir biçimde onunla uzlaşma yönünde siyaset güderlerken; Erbakan Millî Görüş şemsiyesi altında sistemle uzlaşmayı reddeden, alternatifini kendi kelimeleriyle sunma cesaretini gösteren bir liderdi. En muhalif olarak görünen Kürt hareketinden siyasetçilerin bile yolunun bir biçimde CHP’yle kesişmiş olduğunu göz önünde bulundurursak, ne dediğim daha net anlaşılır sanırım.
Özgünlük dışında Erbakan’ı en iyi tanımlayan diğer sözcükler coşku ve özgüven olsa gerek. Hitabetindeki coşku ve duruşundaki özgüven, yıllardır itilip kakılan ‘çevre’ insanlarını derinden etkiledi; onlara kaybettikleri “kendine inanma” duygusunu yeniden kazandırdı. Ancak ne yazık ki aynı zamanda Erbakan bu coşkuyla karışık özgüvenine zaman zaman yenilen bir liderdi. Bu yenilginin en ağırınıysa onunla beraber en başta mütedeyyin kesimler olmak üzere tüm Türkiye halkı 28 Şubat sürecinde yaşadı.
Örneğin hiçbir imam-hatipli kendini Refah Partisi’nin arka bahçesinde biten ot gibi tanımlamazken, hiçbir başörtülü öğrencinin rektörünün ona selâm durması gibi bir derdi yokken, Erbakan sayesinde “laik- anti-laik” kutuplaştırıcı söylemi suni bir tartışmadan daha fazlasıymış gibi gündemimize yerleşmiş oldu. Ve ne yazık ki bu söylemlerin tortularıyla bugün halen uğraşmaktayız. En vahimiyse, Erbakan’ın bu tür sözleri ortaya atmasına yol açan özgüven ve coşkusundan MGK toplantıları sonrasında eser kalmamış olmasıydı.
28 Şubat kararları dikte edildikten iki gün sonra Erbakan’ın “MGK’da tam bir uyum vardı” demeci aslında mezkûr özgüven ve coşkunun yerini “uzlaşma”nın aldığının ilk göstergesiydi. Ki ertesi gün Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın kendisini tekzip eden “TSK, Atatürk’ün kurduğu laik Cumhuriyet’in temel ilkelerini hayata geçirmeye inananlar ve buna gönül verenlerle uyum içindedir. Bunlar dışında kimseyle uyum içinde değildir” beyanatı da “özgüven ve coşku”nun artık kimin tarafına geçtiğini gözler önüne seriyordu... Nitekim Erbakan’da 27 Mayıs 1997’deki grup toplantısında “uyum”un ne anlama geldiğini itiraf edecekti: “Hükümetin önünde iki seçenek vardı. Birincisi ordunun tavırlarına rest çekip hükümetten ayrılmak, ikincisi de uzlaşmayı ve iknayı denemekti. Biz uzlaşmayı seçtik.”
Hâlbuki 28 Şubat kararlarının hemen ertesinde dönemin Devlet Bakanı olan Abdullah Gül’ün Fikret Bila’ya verdiği demeçte olduğu gibi bir duruş sergilenseydi, Erbakan’ın 28 Şubat sürecindeki konumunu çok daha farklı biçimde hatırlıyor olabilirdik:
“Erbakan’ın en yakın kurmaylarından Abdullah Gül, son siyasi gelişmelerle Türkiye’de, “askerî bir rejim” görüntüsü doğduğunu söyledi: “Biz yetkiyi halktan aldık, ancak halka hesap veririz, Türkiye’nin tıkandığı ve demokratik sistemin sıkıştırıldığı böyle bir durumda doğru olan, seçime gitmektir” (Milliyet, 6 Mart 1997).
Bu kararlılıkla davranılsaydı, o zaman çekilenden daha büyük sıkıntılar çekilmeyecekti ancak 28 Şubat’ın çilesini dolduranlar sessiz sedasız ağlarken en azından bir sahip çıkanları olduğunu bilecekti ve bu da az şey olmayacaktı elbet... Zaten bu ülkenin mütedeyyinleri duvara çarpa çarpa yaşamaya, kan kusup kızılcık şerbeti içtim demeye alışık; en azından bunları yaşarken “uyum” değil adalet arayışında bir liderleri olduğunu bileceklerdi. Nasip olmadı. Millî Görüş’ün şu anda yüzde beş sınırlarına bile gelmekte zorlanması da bu terk edilmişlik sebebiyledir. Yani halk Millî Görüş’ü terk etmedi, sadece terk edilmişliğini unutmadı...
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yukarıda alıntıladığım demecinde kristalize olan bariz görüş ayrılığı, Millî Görüş içerisinde “gelenekçiler ve yenilikçiler” diye nitelenen ayrışmanın başlangıç noktasına işaret ediyordu. Günümüzde AKP’yi bir çırpıda “imanını reel politiğe satmak”la, pragmatizmle, işbirlikçilikle suçlayanlar; nedense Erbakan’ın 28 Şubat kararları karşısındaki “uyumlu” tavrını hiç sorgulamazlar. Erbakan şüphesiz ülkesi için hayır getireceğini düşündüğü bir karar aldı. Vereceği karar, onun özgün siyasetine yaraşır şekilde, Türkiye siyasal tarihi açısından bir kırılma noktası teşkil edebilirdi ancak edemedi.
Egemene azametini veren onu yenilmez tasavvur edenlerdir. AKP, iktidara geldiğinden beri bu yanılsamayı kırdığı, “Kral çıplak” dediği her noktada güç kazandı ve ülke olarak hepimize tarihsel kırılma anları yaşattı. Sarsılmaz sanılan egemenlerin tahtını salladı. Bunun uluslararası örneği 1 Mart tezkeresinin reddiyse, ulusal örneği de 27 Nisan muhtırasına verilen cevaptır.
Hülasa, 28 Şubat kâbusundan yavaş yavaş uyanmaya başlayabildiysek, bu “Hoca’nın dediğini yapıp, yaptığını yapmayan” öğrencileri sayesindedir. Ancak Hoca’nın öğrencileri de en başta Hoca’nın sayesindedir.
Allah ondan razı olsun, taksiratını affeylesin; başımız sağolsun.
hasiralti@gmail.com
Yorum Yap