- 19.12.2011 00:00
Bizdeki "devlet memuru" tabirinin İngilizce'deki karşılığı "civil servant"tır; yani "kamu hizmetlisi/hizmetkârı"dır. Aradaki fark açıkça görülse de altını çizelim: Bizdeki tabir, memurun devlete hizmet etmekle görevli olduğunu ima eder; dolayısıyla memurun kendini devletle özdeşleştirmesini sağlayan bir anlatımı içerir. İkincisiyse, memurun öncelikle vatandaşa/ kamuya karşı hizmet etmekle sorumlu olduğuna işaret eder. "Allah devlet kapısına düşürmesin" gibi bir duanın olmasının sebebi bizdeki devlet memurlarının, kendilerini "devlet" olarak görüp, vatandaşa gerektiği gibi hizmet sunmamayı da devletlû olmanın bir "getirisi" olarak görmelerinden kaynaklanıyor sanırım.
İzmir Karabağlar Polis Merkezi'nde elleri kelepçeli bir kadının iki sivil polis tarafından acımasızca dövüldüğü olaydan haberdarsınızdır. Olayın faillerinin polis olmasına rağmen böylesi vahim bir hadisenin medyada geniş yer bulması, içinden geçtiğimiz değişim sürecinin olumlu yanlarından birisi kuşkusuz.
Bu vakıanın duyulmasını sağlayan kamera görüntülerinin düşündürdüğü iki şey var. İlki savunmasız bir kadını, tabiri caizse "evire çevire" dövecek kadar sadece meslek bilincinden değil merhamet duygusundan da yoksun iki polis memurunun olay medyaya yansıyana kadar görevleri başında kalmalarını sağlayan bir devletimizin olmasıdır. İkincisiyse, kamera kayıtlarından görüldüğü üzere, polisler kadıncağızı döverken ortada olağandışı bir şey yokmuş gibi "işine bakan" başka bir polis memurunun mevcudiyetidir. İnsan, ister istemez düşünüyor, eğer bu uygulama Karabağlar Polis Merkezi'ndeki rutin uygulamalardan birisiyse -ki öyle olduğu anlaşılıyor- diğer kamera kayıtlarının hepsi gözden geçirilse başka vahim tablolarla da karşılaşılır mı diye...
Haberin ortaya çıkmasının üzerinden nerdeyse üç hafta geçtikten sonra İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, mevzuyla ilgili nihayet bir açıklama yaptı. İsabetli bir biçimde Emniyet Teşkilatı adına özür dilediğini söyleyen Şahin, dayak görüntülerinin olduğu kasetin bizzat Bakanlık'ın talimatıyla olayın ertesi günü savcıya teslim edildiğini ama medyanın bu şeffaf devlet anlayışından tek kelime olsun bahsetmediğinden sitem etmiş. Haklıdır, eskisine nispetle daha denetim altında bir emniyet teşkilatımız olduğu su götürmez bir gerçektir. Ancak medyayı mezkûr eksikten dolayı eleştiren sayın Bakan'a benim de bazı sorularım olacak:
Hemen ertesi gün soruşturma açılmış olmasına rağmen, neden kaset vesilesiyle olay medyada yer bulana kadar mevzubahis iki emniyet görevlisi görevden uzaklaştırılmamıştır? Bakan'ın bizzat hatalı olduğunu söylediği polis memurlarının görevden uzaklaştırılması için ille de medya tarafından ifşa edilmeleri mi gerekmektedir?
Bakan Şahin açıklamasına şu cümlelere devam etmiş:
"Bu olay Türkiye'ye yakışmıyor, doğrudur da Türkiye'ye yakışmayan başka olaylar yok mu? Onları neden görmüyoruz. Bu olaylarla canı pahasına mücadele eden askerimiz, polisimiz, şehitlerimizin anneleri yok mu? Onlar anne değil mi?"
Meselenin iki polisin yaptığı işkenceden şehit annelerine nasıl geldiğini anlayanınız var mı bilmem ama ben anlayamadım doğrusu. Emniyet teşkilatı içinde vatandaşa kötü muamele edilmesine son verilmesinden, "işkenceye sıfır tolerans" politikasının uygulanmasından en sorumlu olan kişi bile ikinci cümlede işi hamasete döküp şehit annelerini cümle içinde geçirerek eleştirileri püskürtmeye çalışırsa bu türden hadiselerin son bulacağına inanmamız nasıl mümkün olacak?
Karabağlar Polis Merkezi'ndeki olay, elbette tüm polis teşkilatını temsil etmiyor. Polis teşkilatının yapısı, özellikle insan hakları eğitimiyle yetiştirilen yeni nesiller sayesinde kayda değer biçimde iyi yönde değişmiştir. Ancak Sayın Bakan'ın cümlelerine yansıyan savunmacı tavırla bu değişimin istikameti çelişmektedir. Polisin görevi mesleğini doğru yapmak, basının görevi yanlış olanı eleştirmektir. PKK'nın işlediği cinayetlerle bu meselenin nasıl bir ilgisi olabilir? Polisin yaptıklarının sonuçlarıyla PKK'nın yaptıklarının sonuçlarını kıyaslamak, en başta vazifesini zor koşullara rağmen hakkıyla yerine getiren polislere haksızlık değil midir? PKK'dan "insan hakları"na saygı mı bekliyorduk ki, bulamayınca şikâyetçi olacağız?
Polisler, zor koşullar altında, kimi zaman gerçekten canları pahasına çalışıyorlar. Bu koşulların düzeltmesi için çalışmak, bir meslek grubu olarak polislerin taleplerini duyurmak da medyanın görevidir; ancak mesleğin beraberinde getirdiği zor koşulların asla insan haklarını çiğnemeye bahane edilemeyeceğini vurgulayarak... Bu minvalde dikkatinizi öncelikle polislerin içinde bulunduğu koşulları anlatan ve bu koşulların düzeltilmesi için hal çareleri öneren www.polishaklari.com sitesine çekmek isterim. Hem sosyal medyadan hem de bu siteden öğrenebildiğim kadarıyla şu anda camia içinde makes bulan en önemli taleplerden birisini Polis Eğitim Merkezleri'ne (POMEM) başvuru için konulan yaş sınırının 35'e çekilmesi oluşturuyor. Avrupa ülkeleri ve Amerika'daki yaş sınırı uygulamasının 35 ile 45 arası değiştiğini göz önünde bulundurursak, Türkiye'deki yaş sınırının 28-29 olması çok da haklı görünmüyor. Bu yazı vesilesiyle haklı gördüğüm bu talebi de paylaşmak istedim.
"Vatandaşın hizmetkârı" olduğu bilinciyle hareket eden kamu görevlilerin olduğu bir ülke temennisiyle...
Not: 20 Aralık Salı günü, saat 14.00'da, Başakşehir Kültür Merkezi'nde "Türkiye'nin 'Ölmeyen' Babası" üzerine bir söyleşimiz olacak. Daha iyi bir işiniz yoksa bekleriz.
Yorum Yap