- 20.01.2013 00:00
Mehmet Ali Birand, bizim kuşak için çocukluktan ilk gençliğe geçişte dünya denen o büyük anlaşılmazı daha anlaşılır kılan isimdi.
Üç tarafımızın deniz, dört tarafımızın düşmanlarla dolu olduğunu öğrendiğimiz okul sıraları bir tarafta, Birand'ın 32. Gün'de her hafta farklı bir dosyayı anlatarak bize açtığı o beyaz ekrandaki pencere diğer taraftaydı.
Sonra büyüdük, hayat bizi bir yerlere sürükledi ve kendimizi 'medya' denilen bu garip mahallenin bir sakini olarak bulduk. Birand'ın sanki yıllardır dostmuşsunuz hissine kapılmanızı sağlayan o hayret verici samimiyetiyle 32. Gün'e konuk olduğumda tanıştım. Ki bazen kızardım Birand'a, kendi mahallesinin sillesini az yememiş birisinin başörtüsü meselesinde de daha açık görüşlü olmasını bekliyordum çünkü. Ama kızarken bile kendisine duyulan sempatiye halel getirmemesini bilecek kadar 'dünya tatlısı' bir yanı da vardı.
'Birand'ın itirafı ve başörtüsü ırkçılığı' yazım üzerine aradığında şaşırmıştım. Egoları odalara sığmayan meslektaşlarının aksine, haksız olduğunu düşündüğü için arayıp özeleştiri veriyordu. Ama işte böyle biriydi Birand; sanırım mesleğinin hakkını vermenin yükü ona yettiğinden, bir de kompleks sırtlanmaya gerek duymuyordu. Dünkü törende o kadar büyük ve farklı bir kalabalığın bulunmasının sırrı da biraz bunda gizliydi.
Ana akım medya denilen standart belirleme merkezinin 'haşarı çocuğu'ydu. Pek çok meslektaşının aksine askerle arasını hoş tutmak için özel bir gayret göstermedi. 'Emret Komutanım' adında, asker-sivil ilişkilerini 'içeriden' analiz eden bir kitap yazdı. Gazeteci dostlarına 'haber atlatma' konusunda fark atmakla yetinmedi; öğrenci yetiştirmek konusunda da fark attı. Şimdilerde ekrandan tanıdığımız kaç tane televizyoncu-gazeteci varsa, belki yarısı onun rahle-i tedrisinden geçti. Tek başına bir okuldu.
O'nu çoğu meslektaşından ayıran özelliklerinin başında da 'dünyalı' olması geliyordu. 'Biz bize benzeriz' konformizmine kapılmadan habercilik yaptığı tüm işler, şimşekleri üzerine çekmeye yaradı. Öcalan'la ilk röportajı yaptı. O arşivlik 32. Gün'de, Öcalan'ı 'terörist başı, bebek katili' diye değil, dünyadaki diğer haber bültenlerinde geçtiği şekliyle 'PKK lideri' olarak niteledi. 28 Şubat sürecinde, o iğrenç komployla andıçlandı. 'Yeşil' kod adlı ölüm makinesi peşine takıldı. Can güvenliği tehdit altındayken, yaşlı gözlerle cenazesinde arzı endam eden bazı meslektaşları da bu komploya çanak tutmuştu...
Darbelere karşı en dik duran değildi ama 'Demirkırat' ve '12 Eylül' belgeselleriyle askerî müdahaleler tarihimize esaslı notlar düştü. 28 Şubat belgeseli için aynısını söylemek zor olsa da, 28 Şubat medyası için 'Hiçbirimizin yatacak yeri yok' diyerek mahallesini ve kendisini keskin biçimde eleştiren de olmasını bildi.
Ölüm haberini aldığımızda 'Günahlarından tevbe etti ve gitti' dedi bir sevdiğim; inşallah öyle olmuştur. Başka bir randevu saati bekliyor şimdi hepimizi; kimselere söz vermedik, biz de geleceğiz. Allah rahmet eylesin.
Devrimi çok seven adam
Dün vefat haberini aldığımız bir diğer isim de Toktamış Ateş'ti. Kendisiyle ilk tanışmam lisans yıllarına denk gelir. Bilgi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi'nin başındaydı. İlk sene okumak zorunda olduğumuz İnkılap Tarihi dersini, onun öğrencileri veriyordu. Derslerde Ateş'in 'Biz devrimi çok seviyoruz' kitabı da okutulurdu. Devrimi hiç sevmeyen birisi olarak, okulda yaptığı bir konuşma sırasında tartıştığımızı hatırlıyorum. Ateş, farklı görüşlere sahip olsanız da en nihayetinde, o farklı görüşleri konuşabileceğiniz bir insandı. İnsanî bir Atatürk portresinin savunuculuğunu yaptı. Okulda başörtüsü yasağı sürerkenki kayıtsızlığı beni üzse de kendisine karşı öfke beslemedim hiçbir zaman. Çünkü onun da tersine döndürülmesi güç bir özeneleşme sürecinden geçtiğini biliyordum. Allah taksiratını affetsin.
Yorum Yap