- 11.04.2011 00:00
İki yıl önce "Dökme Kurşun Operasyonu" adı altında Gazze katliamı sürerken "Yasaperestlik, kurbanlaş(tır)ma ve Filistin Direnişi" yazımda şöyle demiştim:
"Evrensel İnsan Hakları söylemi, tanınabilir bir insan öznesi olduğu varsayımından yola çıkar. Varoluşun merkezinden Tanrı'yı alıp yerine insanı ikame etmeyi hedefleyen hümanist söylemin tipik bir ürünüdür. Yani ilan ettiği gibi zamanlar ve mekanlar üstü değil aksine içinden çıktığı tarihsel-toplumsal ve dolayısıyla siyasal-ideolojik koşullara bağ(ım)lıdır. Dolayısıyla belli bir söylem düzenine özgü, inşa edilmiş, tarihsel bir kavramdır. İnsan hakları söylemindeki tüm insanları kapsadığını iddia eden evrensel insan anlayışı, aslında muhtelif 'insan hallerine' dair öznelliklerin ve bunlara bağlı olan iktidar ilişkileri ile sorumluluk dağılımlarının üstünü örter. Mezkur insan hakları anlayışı aslında 'daha az insan' olanların kurbanlıklarını benimsemelerini telkin eden bir tür teselliden ibarettir".
Yani insan hakları söyleminin her türden insanı kucaklayabilecek kadar kapsayıcı olduğu iddiası bir ilüzyondan ibarettir. Ancak özellikle günümüz Türkiye'sindeki hak ve özgürlükler mücadelesinde bu söylemin geniş bir mutabakat sonucu ortaya çıkmış ve kanıta ihtiyaç duymayan apaçık haklar olduğu iddia ediliyor. "İnsanın doğal hakları" denilerek de her türden tartışmanın önü kesilmeye çalışılıyor.
Müslümanların kendi hak ve özgürlükleri için mücadelesinde devletin tanıdığı bu insan hakları söylemi bağlamında daha önceki yazımda bahsettiğim gibi "içkin eleştiri" getirerek söylem üretmesi bence de uygundur. Ancak bu haklar silsilesinin sanki Müslümanların da biat etmesi gereken türden bir "kutsal metin" gibi dayatılması kabul edilemez. Bazı Müslümanların da bu ön koşulu sanki İslâm'ın bir şartını yerine getiriyormuşçasına gönüllü olarak kabul etmesi irdelenmeye muhtaçtır.
Genelde Nazilerin teorisyeni olarak tanınan, post-yapısalcıların 'yeniden dirilttiği' Alman hukuk felsefecisi Carl Schmitt, "Siyasal İlahiyat" kitabında seküler devlet kuramının tüm kavramlarının Yahudi-Hristiyan teolojiden nasıl türetildiğini sarih bir biçimde anlatır. Evrensel insan hakları söylemi de bu minvalde seküler devlet kuramının "On Emir"i gibidir. Bu anlamda sekülerizmle aralarında hiçbir antagonizma olmayan siyasal grupların evrensel insan hakları söylemine ikna olmaları (ki bence Marksistlerin ikna olması da problemlidir) olağandır. Buraya kadar bir sorun yok. Ancak seküler gruplar esasında subjektif ve tarihsel-toplumsal bagajı aşikâr olan bu siyasal-teolojik söylemi objektif ve her türden tarihsellik-toplumsallıktan azadeymiş gibi tüm grupların kabul etmesini zorlar şekilde ele almaya çalışıyorlar. Esas sorun da bu dayatmacı anlayıştan neşet ediyor.
Zira böylelikle kendi hakikatinin var olması çabasında olan Müslümanları yüklenilmesi ne mümkün ne de gerekli olan bir yükü omuzlamaya davet etmiş oluyorlar. Hatta bu 'davet'in ucu kimi zaman "Ama biz de sizin şu haklarınızı savunmaktan vazgeçeriz" şantajına kadar uzanıyor. Dananın kuyruğu da burada kopuyor. Çünkü inandıkları hakikat çerçevesinde zaten savunmak zorunda oldukları hakları, kendi hakikatleri çerçevesinde pozisyon almaya çabalayan Müslümanlar üzerine bir tehdit unsuruymuş gibi icbar etmiş oluyorlar.
Hülasa, sadece Müslümanların değil sekülerlerin de "Senin dinin sana, benim dinim bana" demeyi öğrenmeleri bu sorunun ortadan kalkmasının vazgeçilmez bir şartı olarak önümüzde duruyor.
Yorum Yap