- 2.11.2012 00:00
Türkiye genelinde 66 cezaevinde 683 mahkumun sürdürdüğü açlık grevi devam ediyor.
Geç olmadan, mevcut duruma yaklaşımda, iki argümanın işlevsiz olduğunu görmekte fayda var. Birincisi, BDP'li vekilleri neden açlık grevine girmedikleri üzerinden eleştirmek çünkü bu hususta bir 'iş bölümü'ne gidildiği aşikâr. BDP'lilere düşen pay, açlık grevindekilerin durumunun siyasal alanda karşılık bulması için çabalamak ve olabildiğince 'sokağı' hareketlendirmek olarak görünüyor. Bu minvaldeki her eleştiri ('kuzu kebap yiyorlar' örneğinde olduğu gibi) tam tersi etki yaratacak ve örgüte/partiye olan bağlılığı pekiştirmekten öte katkısı olmayacaktır.
İkincisiyse, açlık grevlerini önemsizmiş gibi gösteren bir tavır almak ki bunun bir 'şov' olduğu yönündeki tahkir edici niteleme bu kapsama giriyor. İnsanların hayatlarını tehlikeye atarak yaptıkları bir 'şov'dan söz ediliyorsa eğer, ve ikna etmek istediğiniz muhatabınız açlık grevlerine önem veren bir kitleyse şayet, şov nevinden küçük düşürmeye yönelik açıklamalar ancak mevcut eyleme daha fazla meşruiyet ve kutsiyet atfetmeye yarayacaktır. Nitekim, öyle de oluyor.
Bu noktada şu sorunun hâlâ önemli olduğu kanaatindeyim: Neden şimdi? Bu ülkede Kürt olduğunu söylemenin 'mesele' yapılabildiği, bu sebepten ötürü canını gurbet ellerde teslim etmek zorunda kalan Ahmet Kaya örneğinin çok taze olduğu 2000 yılında, PKK açlık grevlerine karşı çıkan bir yerdeyken, ne oldu da bugün böyle bir eylem biçimini doğru bulur hale gelmiştir?
Kanatimce bunun iki sebebi var. Geçtiğimiz senenin bize öğrettiği bir gerçek, BDP tabanının 'devrimci halk savaşı' stratejisine itibar etmediğidir. Yani 'askerî çözüm sürecindeyiz' diyen PKK'ya beklediği sivil desteği göstermediğidir. Şimdiyse savaşkan bir strateji üzerinden ulaşılamayan halk, açlık grevi gibi sivil itaatsizlik kapsamındaki bir eylem üzerinden mobilize edilmeye çalışılmaktadır.
İkinci ve daha önemli sebebe gelince... Açlık grevini sürdürenlerin isteklerine bakıldığında, bunların hükümetin kısa vadede zaten gerçekleştireceğini vaat ettiği talepler olduğunu görüyoruz. Örneğin, anadilde savunma hakkı. Hükümet bu hakkı tanıyacağını 30 Eylül'deki kongresinde ilan etti. Bu iklime binaen, Hatip Dicle'nin 7 Ekim'de Kürtçe savunma yapmasına olanak sağlandı. Adaket Bakanlığı'nın anadilde savunmanın yasalaşması için üzerinde çalışmayı sürdürdüğü bir taslak olduğunu biliyoruz.
Anadilde kamu hizmetlerine erişimi sağlayacağını vaat eden bir hükümetin, yine bir kamu hizmeti olan eğitimin de anadilde karşılanmasını asla gerçekleştirmeyeceğini düşünmek gerçekçi değildir. Kaldı ki bu amaca ulaşmanın, ölmek-öldürmek dışındaki siyasî araçları da mevcuttur.
Öcalan'la avukat görüşmelerinin tekrar başlaması ise PKK saldırılarının 'zirve yaptığı' bir dönemde bile 'Operasyon yapma meraklısıdeğiliz. Gerekirse yarın MİT Müsteşarımı görevlendiririm'diyen bir Başbakan'ın hükümeti için çıtanın oldukça altında kalan bir taleptir. Ancak, belki dikkatinizi çekmiştir, açlık grevleri Öcalan ekseninde başladı başlayalı hükümet çevrelerinden ne Öcalan ne de müzakere sözü işitilir oldu.
Peki, özellikle müzakere ihtimaline zarar veren bu eylem neden sürdürülüyor? Çünkü bu talepler hayata geçirildiğinde, tabana 'Ak Parti yapmadı, biz bu hakları kazandık' denmek isteniyor. Gerçi Ak Parti, bu talepleri hayata geçirse bile söylenecek olan yine budur ama örgütün siyasal alanda kendini gerçekleştirme mücadelesinde böylesi bir emri vakiyi yaptırtması bile önemli bir başarı olarak kayda geçirilmişolacaktır. Beklendiği üzere Ak Parti taleplere karşılık vermediği takdirdeyse, bilek güreşinin nesnesi olarak görülen canlar üzerinden bir 'direniş efsanesi' daha oluşturulacak, siyasî çözüm ihtimali ve Öcalan'ın rolü bir başka bahara ertelenecek ve böylelikle 'moral' alanda örgüt yine kazanmış olacaktır. Biz, yitirilmesi muhtemel hayatlar için endişelenirken, arkada bu siyasî hesapların yatmadığını düşünmek sanırım naiflik olur.
Ve yapılan hesap ne olursa olsun, dileğim bir kişiye bile zarar gelmeden bu süreci atlatmak için ne yapılması gerekiyorsa yerine getirilmesidir. Ancak bildiğimiz bir diğer katı gerçek, hiçbir devletin bu şekilde bir şantaja, ne pahasına olursa olsun, boyun eğmeyeceğidir. Bu soğuk hakikati düşünürken 'Acaba 'devletçi' perspektiften mi bakıyorum?' diye kendimi sorguladım. Ancak Hollanda Yeşil-Sol Partisi'nin ve Avrupa Parlamentosu'ndaki Yeşiller Grubu'nun eski bir üyesi olan Joost Lagendijk'in Zaman'daki köşesinde yer alan sözleri bile bu tesbiti doğrular nitelikteydi:
'Beni daha da öfkelendiren, Türk hükümetinin bu türden şantaj taktikleri karşısında istese bile pes etmeyeceğini PKK liderliğinin gayet iyi bildiğinden emin olmam. Hangi hükümet olsa boyun eğmez, çünkü bir kez eğerse, gelecek hafta başka bir konuda yetkilileri köşeye sıkıştırmak için diğerleri de açlık grevine başlar. Kıssadan hisse: Bu açlık grevleri hem insanlık dışı hem de kendine zarar vermekten başka bir sonuç vermeyeceğe benziyor.'
BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş'ın çıtayı "Biz Mehmet Öcalan'ın gitmesini değil, Abdullah Öcalan'ın gelmesini istiyoruz"a yükselttiği noktada cezaevlerinden tabutların çıkmasını kim istiyor; bir kez daha düşünmek gerekiyor. Hükümetin, mahkûmları yaşatmak noktasında çabalarını artırması çağrısına haklı olarak katılırken, o mahkûmlara "ölün" talimatı verenleri gözardı edenler "timsah gözyaşları" metaforunu daha çok hak ediyor.
Kaynak:http://yenisafak.com.tr/yazarlar/HilalKaplan/aclik-grevi-hesaplari/34774
Yorum Yap