Demokrasiyi kurtarma yolunda ittifak siyaseti

Demokrasiyi kurtarma yolunda ittifak siyaseti
7.09.2020 - 06:45
15777

CHP İstanbul Milletvekili Yunus Emre 'Otokrasi taraftarlarının savunduğu gibi mutlak iktidar sahibi olmak istikrar ve ekonomik başarı doğurmuyor' diyor.

Demokrasi tüm dünyada geriliyor. Aşırı sağ popülist liderlerin yükselişi ve demokrasiden ya da eksik demokrasiden otoriter düzene geçiş ihtimali artık yalnızca gelişmekte olan ülkeleri değil, tüm dünyayı ilgilendiriyor. Bu sebeple demokrasi üzerine çalışan araştırmacılar, demokrasiden otoriter sisteme geçen ülkelerin yanı sıra otoriter sisteme geçiş için belirli koşulları sağlayan ancak siyasi aktörlerin stratejik hamleleri sayesinde demokrasisini kaybetmeyen ülkeleri de mercek altına alıyorlar. Bu tarihsel örnekler bize gösteriyor ki, demokrasisini kaybetmemek için direnen Türkiye bu alanda bir istisna değil. Bu yüzden tarihteki başarılı örnekleri doğru şekilde analiz edebilirsek, bu örneklerden Türkiye’nin demokrasi mücadelesine dair çıkarabileceğimiz önemli dersler olacaktır. İki dünya savaşı arasını ele alan incelemeler genellikle Almanya ve İtalya’da nazizm ve faşizmin yükselişine odaklanır. Bu ülkelerde liberal demokrasi, Hitler ve Mussolini gibi iki faşist liderin sistemin basamaklarını tırmanarak onu ele geçirip demokratik düzeni yok etmesine engel olamamıştır. Ancak aynı dönemde, aşırı sağın siyasetteki ana akım aktörler tarafından alt edildiği önemli örnekler de mevcuttur: Belçika, Finlandiya ve İskandinav ülkeleri olarak bilinen İsveç, Norveç ve Danimarka. 

Belçika’da 1936 yılında yapılan seçimlere iki aşırı sağ partinin (Flaman Ulusal Birlik Partisi ve Reks Partisi) toplamda elde ettiği yüzde 20’lik oy damga vurmuştu. Ana akım üç siyasi partiden İşçi Partisi yüzde 32, Katolik Parti yüzde 27 ve Liberal Parti yüzde 12 oy alabildi. Katolik Parti’nin muhafazakâr kanadı, demokrasiyi tam olarak benimsemese de ideolojik anlamda diğer ana akım partilere nazaran kendilerine daha yakın bulunan aşırı sağ partilerle koalisyon yapılmasını istedi. İtalya’da ve Almanya’da demokrasinin çöküşüne şahit olmuş ana akım siyasetçiler, demokrasinin çöküşünden kaçınabilecekleri bir arayış içine girdiler. Katolik Parti, kendi içinde aşırı sağ partiler ile koalisyon taraftarı olan muhafazakâr kanadı bastırdı ve demokrasi karşıtı olan aşırı sağ partilerle herhangi bir iş birliği yapılmayacağını ilan etti. Parlamento’da en fazla sandalyeye sahip olan İşçi Partisi ise seçimlerden önce başbakan olan Katolik Parti’den van Zeeland’ın -İşçi Partisi’ne de birkaç bakanlık vererek- görevine devam etmesine razı oldu, aşırı sağın daha da güç kazanmasına sebep olabilecek yeni bir seçim talebinde bulunmadı. Böylece ana akım partiler kendileri için belki kısa vadede en iyi sonucu getirecek seçeneği değil, kısa vadeli çıkarlarını ve kendi aralarındaki tarihsel uyuşmazlığı geri planda bırakarak demokrasinin çöküşünü engelleyecek seçeneği tercih ettiler. Böylece aşırı sağ partiler, ana akım partilerin stratejik hamleleri sayesinde sistemi ele geçirememiş, demokratik sistem de korunmuş oldu. 

Benzer bir durum, 1929 yılında Finlandiya’da aşırı sağ Lapua Hareketi’nin yükselmesi ve demokrasi için bir tehdit oluşturması sürecinde de yaşanmıştı. Lapua Hareketi, komünizm karşıtlığını şiddete başvurarak ortaya koyuyordu. Bir süre sonra bu şiddet sosyal demokratlara da yönelmeye başladı. İktidardaki merkez sağ Tarım Birliği Partisi, başlangıçta rakiplerini sindirdiği için bu hareketin aşırılıklarına göz yumarak hareketi kendi çıkarları doğrultusunda kullanma politikası izledi. Ancak bir süre sonra aşırı sağ hareket kontrolden çıktı: Ünlü Roma Yürüyüşü’nün bir benzeri olarak Helsinki’ye faşizm yürüyüşü düzenledi ve ardından da söz konusu aşırı sağ hareket, 1932 yılında hükümeti devirip “vatansever” bir hükümet kurmayı amaçlayan darbeyi destekledi. Bu radikalleşme karşısında ana akım sağ partiler Lapua Hareketi’ne karşı tavır aldı ve sosyal demokratlarla olan geleneksel kavgalarını bir tarafa bırakıp demokratik mücadele çerçevesinde onlarla “Hukuki Cephe” dedikleri aşırı sağ karşıtı cephede buluştu. Böylece demokrasinin çöküşü, ülkedeki geleneksel siyasi ve toplumsal ayrımları aşan büyük bir demokrasi cephesinin kurulmasıyla engellenmiş oldu. 

İskandinav tarihine “kızıl-yeşil koalisyonu” olarak geçen birlik ise 1930’larda İskandinav sosyal demokratlarının tarımdaki küçük üreticileri temsil eden Köylü Partileri ile kurduğu birlikteliği ifade eder. Kızıl sosyal demokratları, yeşil ise köylü partisini sembolize etmektedir. Sosyal demokratlar ideolojik bağnazlığa kapılmadan kendisinden oldukça farklı olan Köylü Partileri ile birliktelik oluşturarak önce koalisyonla ardından da tek başına iktidara gelmeyi başarmış ve uzun süre “hâkim parti” olarak ülkelerini yönetmiştir. 1933’de Danimarka’da Kanslergade Anlaşması olarak tarihe geçen ve hem tarımsal üreticileri hem de işçi sınıfını koruyan politikaların kabul edildiği anlaşma söz konusu ittifakın uygulamaya konulduğu ilk örnek olmuştur. Benzer anlaşmalar İsveç’te yine 1933’de, Norveç’te ise 1935’de kabul edilmiştir. Sosyal demokratların ortaya koyduğu bu ittifak siyaseti sadece aşırı sağ karşısında demokrasiyi kurtarmakla kalmamış ayrıca savaş sonrası dönemin refah devleti anlayışının da temelini oluşturmuştur. 

Bu tarihsel örneklerin yanı sıra, yakın zamanda farklı siyasi aktörlerin tarihsel ayrımları bir süreliğine kenara bırakarak kurdukları demokrasi cephelerinin, demokrasi karşıtı aşırı sağ hareketleri etkisiz hâle getirdiklerini gördük. Bunun en önemli örneklerinden biri, Fransa’da 2002 yılında düzenlenen iki turlu cumhurbaşkanlığı seçimiydi. Birinci turda hiçbir aday yüzde 50’ye ulaşamadığı için ikinci tura merkez sağdan Jacques Chirac (yüzde 20), aşırı sağdan Jean-Marie Le Pen (yüzde 17) kaldı. Chirac, ikinci tura yönelik olarak aşırı sağ karşısında demokrasi ve cumhuriyet değerlerini savunan “Cumhuriyet Cephesi”ni ilan etti. Bu stratejisi aşırı sağ partiler hariç tüm partilerden, basından ve sivil toplum örgütlerinden büyük destek topladı ve Chirac ikinci turda ülkeyi demokrasi ve cumhuriyet cephesinde bir araya getirmeyi başararak oyların yüzde 82’sini aldı. 

Aynı şekilde Fransa’da 2017 yılında düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda, ana akım merkez sağı temsil eden Cumhuriyetçiler’in adayı François Fillon ve merkez solu temsil eden Sosyalist Parti’nin adayı Benoît Hamon yarış dışında kaldı. İkinci turda kendini merkezde konumlandıran Emmanuel Macron ve aşırı sağ ideolojiyi temsil eden Marine le Pen yarışacaktı. İlk tur seçim sonuçlarının belli olmasıyla birlikte hem merkez sağın adayı Fillon hem de merkez solun adayı Hamon destekçilerine aşırı sağ tehlikesi karşısında Macron’a oy verme çağrısı yaptı. Eğer Marine le Pen cumhurbaşkanı seçilirse, demokratik değerlerin aşırı sağın saldırısına uğrayacağını hesap eden hem sağdan hem de soldan birçok sivil toplum örgütü bir araya gelerek Macron’a destek çağrısında bulundu. Tüm bu çabalar sonucunda merkezi temsil eden aday Macron ikinci turda oyların yüzde 66’sını alarak cumhurbaşkanı seçildi. Fransa demokrasisi muhtemel bir saldırıyı hem siyasal hem de toplumsal alanda inşa edilen ortak demokrasi cephesi sayesinde bertaraf etmiş oldu.

Yine benzer bir örnek Avusturya’da 2016 yılında düzenlenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yaşandı. Merkez sağda bulunan Avusturya Halk Partisi (ÖVP), seçimlerin ikinci turunda aşırı sağda bulunan Özgürlük Partisi (FPÖ) adayı Norbert Hofer’e karşı sol değerleri temsil eden ve Yeşillerin adayı olan Van der Bellen’i destekledi. Aşırı sağ bir adayın cumhurbaşkanlığını alması durumunda ülkenin demokratik sisteminde geri dönülmez hasarlara sebep olacağını kavrayan ÖVP, ideolojik olarak hiç tasvip etmedikleri bir adayı cumhurbaşkanı yapma pahasına aşırı sağ adaya karşı demokratik cepheye katılmaktan kaçınmadı. 

Kuşkusuz otoriterleşme girişimleri karşısında verilen demokrasi mücadeleleri modern toplum kadar eski ve evrensel bir mücadeledir. Aynı şekilde Türkiye’nin siyasi ve toplumsal tarihi de bu mücadelenin tarihidir. Bugün geldiğimiz noktada da Türkiye’de demokrasi lehine yaptığımız mücadele için kritik bir dönemecin eşiğindeyiz. Bu dönemece yaklaşırken de özellikle Avrupa’nın yakın tarihindeki benzer örneklerden yararlanmak, siyasi stratejileri belirlerken bu örneklerden dersler çıkarmakta fayda vardır. 

Ülkemizde Cumhurbaşkanlığı seçimi –yukarıda verdiğimiz Fransa ve Avusturya örneklerine benzer şekilde- iki turlu bir halkoylaması ile gerçekleşiyor. Ve görünen o ki ikinci turda Erdoğan karşısında yarışan aday, Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı olacak. Millet İttifakı’nın varoluş itibariyle demokrasi fikrini temsil etmesinin yanı sıra Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin ülkemizin demokrasisi ve genel idaresi adına onarılmaz yaralara sebebiyet vereceği ortada. 

Dünyadaki diğer örneklerde olduğu gibi özellikle de sağ popülist siyasete yaslanan otokrat liderler, o toplumun yerleşik fay hatlarından, kalıplaşmış kutuplaşmalarından, kimlik çatışmalarından ve tüm bunların yarattığı ayrıştırıcı, güvenlik ve istikrar odaklı, sert ve hamasi bir siyasi söylemden besleniyor. Ülkemizde de Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakı’nın yaslandığı ana eksen bu. Bu noktada da dünyadaki benzeri örneklerden çıkaracağımız ders şudur: Otokrat lider karşısında birleşen demokrasi ittifakının, seçim sürecinde kullandığı söylemin demokrasiye, çoğulculuğa, adalete ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir şekilde, iktidarın tartışmayı ayrıştırıcı düzleme çekme hamlelerine cevap vermeden, rakibin avantajlı olduğu oyun sahasına çekilmeden ilerlemek. Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve genel olarak Millet İttifakı’nın şu ana kadar başarılı bir şekilde yürüttüğü bu siyasi strateji, önümüzdeki dönemeçte de demokrasi bloğunun Erdoğan’ın otokrat kimliğine vurgu yaparak söylemini inşa edebilmesi için bir zorunluluk olacaktır. 

Yukarıda 20. ve 21. yüzyıl Avrupa tarihinden verdiğimiz örneklere nazaran Türkiye daha zor bir aşamada. Nitekim demokrasinin altını oyma potansiyeli olan bir siyasi aktöre mani olmak için ittifak kuran toplumsal ve siyasi kesimlerin aksine, hâlihazırda gücü ele geçirmiş bir otokratın iktidarına son vermek için inşa ettiğimiz bir demokrasi bloğundan söz ediyoruz. İçinde bulunduğumuz durumun dezavantajları malum. Fakat Millet İttifakı’nın seçmen tabanını genişletmek ve iktidara gelmek için yürüteceğimiz bu seçim kampanyasında halka anlatabileceğimiz çok somut bir durumla karşı karşıyayız: Otokrasi taraftarlarının savunduğu gibi mutlak iktidar sahibi olmak istikrar ve ekonomik başarı doğurmuyor. Keza ülkemizde de gücü tek elde toplayan ve yine de ülkeyi başta ekonomi ve dış politika olmak üzere hezimetten hezimete götüren, iktidar sahibi olan ama ülkeyi yönetemeyen Erdoğan’ın demokrasiyi yok ettiği, otokrat ve ceberrut iktidarının her alanda müthiş bir hayal kırıklığı yarattığı gerçeği ülke siyasetinin ana gündemi hâline geldi. 

İnsanlığın siyasi ve toplumsal tarihi halkın iradesini gasp edenler karşısında yürütülmüş onurlu demokrasi mücadelelerinin tarihi. Tarihin bu noktasında da Cumhuriyet Halk Partisi ve Millet İttifakı olarak bu mücadele bayrağının sorumluluğu bizlerin omzunda. Fakat tarihin farklı sayfalarının da bize öğrettiği gibi demokrasiyi kurtarmak, korumak ve yeniden inşa etmek için birleşen halk kitlelerinin karşısında hiçbir kral, hiçbir diktatör duramamıştır ve duramayacaktır. Yeter ki demokrasi alttan çekilince bütün sütunların birer birer yıkıldığını toplumun bütününe anlatabilelim, bundan kaçınmak için de toplumsal ve siyasal ayrılıkları aşan büyük bir demokrasi cephesi çatısı altında bir araya gelmek zorunda olduğumuzu halkın görmesini sağlayabilelim.

KARAR
 
Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums