- 20.06.2012 00:00
Sorgudan çıktığı için çok yorgundu. Polisin kirli bir paçavrayla bağladığı gözleri günlerdir güneşi arıyordu. Kapatsa, kendisini zifiri karanlık bir kuyunun dibinde sanıp açıyordu gözlerini. Açınca, kızıl sarı karışımı bir ışık görür gibi oluyordu; ancak, kirli bez gözlerini yakıyordu. Gözlerini kapatmaya karar verdi; belki yine gelir İşkine diye düşündü. Gözlerini kapatır kapatmaz da gördü İşkine’yi. Genellikle Reis sorgudan çıktığında geliyordu balık...
Reis, kendisine bakıp gülümseyen balığı tanır gibi olmuş; ancak, tüm işkineler biri birine benzediği için çıkaramamıştı nereden tanıdığını. Dört yıldır da denizlerden uzaktı zaten. Sağlığı bozulunca Bursa’ya gelip kendisine küçük bir balıkçı meyhanesi açmıştı. Öyle çıkarıyordu ekmeğini.
Her hangi bir örgütle, sempati dışında bir ilişkisi yoktu. Burada o türden soru da sordukları yoktu Reis’e. Sorgusunda bol bol aşağılıyorlardı onu. Herhalde, Emniyet’e alınmadan bir gün önce lokantasına gelen, kentin en büyük tekstilcilerinden biri ve partisi kapatılmadan önce, il başkanlığı yapan o gazetecinin işi bu, diye düşündü. Adamlar lokantaya gelmişler, kendilerine özel servis istemişlerdi. Ancak Reis, özel servisi yalnızca arkadaşlarına yapardı. Dostları için hazırladığı servise de “Muhtar Sofrası” derdi. Gelenlere, özel bir şey yapmayacağını söyleyince, adamlar: “Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun?” diye sormuşlar. Reis gayet sakin: “Evet biliyorum” diye yanıtladıktan sonra: “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?” demiş. Kentin iki önemli adamı öfkeyle kalkıp giderlerken Reis’e dönüp: “Biz sana gösteririz kim olduğumuzu” diyerek gözdağı vermişlerdi.
Sağlığı yerinde olsa aldırmayacaktı olanlara. Ameliyatının üzerinden çok az zaman geçmişti. Kendisini ameliyat eden Profesör, her öğle gelir, hem yemeğini yer, hem de Reis’in sağlığını denetlerdi. Yaptığı ameliyat Türkiye’de ilk kez uygulanmış; Reis’in yemek borusu alınıp, yerine plastik bir boru takılmıştı.
Bir yandan bunları düşünüyor, bir yandan da, hiç konuşmadan kendisine bakıp gülümseyen İşkine’yi nereden tanıdığını çıkarmaya çalışıyordu. Plastik yemek borusunun içinde bulunduğu koşullara dayanıp dayanmayacağını düşünürken, o günü anımsadı: Okula gittiği ilk gün ayağına takunya giymişti. Öğretmeni, onun takunyalarla okula geldiğini görünce kızmış, eve gidip pabuçlarını giymesini söylemişti. Evin yolunu tutan çocuk, Arnavut kaldırımında, bir yandan ayağını burkmamak için uğraş verirken, bir yandan da hıçkırarak ağlıyordu. Eve vardığında, annesini orada bulamamıştı. Annesinin zeytinliğe gittiğini anımsadı. Ne yapacaktı şimdi? Annem olsaydı ne olacaktı ki zaten diye düşündü. Giyecek ayakkabısı yoktu. Daha bu sabah babası: “Bir süre takunyalarla git okula, zeytinleri sattığımızda ayakkabı alırız sana” demişti...
Hıçkırıkları dinmiyordu. Burnunu çekerek ağlıyor, gözlerini ve burnunu mintanının eprimiş yenine siliyordu. Arkadaşlarının gözünde küçük düşmüştü. Ayağına giyip okula gidecek ayakkabıyı nereden bulacaktı şimdi? Rafın en üst sırasında duran sabun ilacı takıldı gözüne. Sorunu kökünden çözüp bu utançtan kurtulmak geldi aklına. Aklına gelen düşünceden korkup titredi. Annesi şişeyi gösterip uyarmıştı onu “Sakın yanlışlıkla içeyim falan deme, ölürsün.” demişti. Dalgın dalgın şişeye baktı bir süre. İçinde bulunduğu durumla ölümün korkunçluğunu karşılaştırdı. “Ölüm bundan iyidir. İçip kurtulurum” diye bağırdı. Ağlaması iyice artmıştı bunu söyledikten sonra. O gün aldığı bu karar onu öldürmedi ama yıllarca sakat yemek borusuyla yaşamasına neden oldu.
Çocukluğu kopuk kopuk geçiyordu gözlerinin önünden. Çok küçük yaşta balıkçılığa başlamıştı. Mesleği bıraktığında tanınan ve saygı duyulan bir reisti. Onu dalgın ve üzgün gören İşkine, yüzüne doğru yaklaşıp, gözlerinin içine bakarak gülmüştü. Balığın bu hareketi Reis’in düşüncelerinden kopup gülmesine neden olmuştu.
Nasıl da özlemişti güneşi. Bir haftadır hiç açılmamacasına bağlıydı gözleri. Güneşi görebilme umuduyla açtığı gözleri, kızıl bir karanlığa çarpınca yeniden kapattı. Biliyordu dışarıda pırıl pırıl bir güneş olduğunu. Havanın kokusundan anlayabiliyordu bunu. Bir de güneşi görebilseydi eğer, hem bugünü görür, hem de önümüzdeki günlerin nasıl olacağını söylerdi. Keşişleme ne vakit esecek, imbat ne zaman koyuverecek, lodos ne zaman patlayacak, yağmur var mı birkaç güne kadar havada, hepsini bilirdi o. Havanın durumuna göre, balık derinde mi, sığ sularda mı, olduğunu hemen söylerdi. Meteorolojinin verdiği hava raporlarını dinlemek için vakit yitirmezdi çok kez...
Onca sıkıntı içinde canı rakı çekiyordu. Şemsi’yi anımsayıp güldü. Yemek borusu değiştirildiğinde yine böyle rakı istemişti canı. Bu isteğini kendisini ziyarete gelen çocukluk arkadaşı Şemsi’ye iletmişti. Şemsi bir sonraki gelişinde bir şişe votka getirmişti. Plastik yemek borusu yeni takıldığından, şimdilik midesine salınan bir borudan besleniyordu. Şemsi, kartondan huni yapıp bir şişe votkayı dökmüştü midesine. Geldiğinde, Reis’in dut gibi sarhoş olduğunu gören karısı şaşırmıştı. Reis: “İlacımı değiştirdi doktor, yenisi biraz başımı döndürdü, korkulacak bir şey yok.” demişti ona.
Şemsi’yle ikisi çok şeyler yaşamışlardı. Çoğu zaman birlikte içerlerdi. Gençliklerinde iyice sarhoş oldukları bir akşam, Balık Pazarı Camisi’nin önünden geçerlerken, Şemsi: “İnsan cami duvarına işeyince, gerçekten çarpılır mı?” diye sormuştu Reis’e. O da: “Deneyelim” deyince birlikte işemişlerdi cami duvarına. Ertesi gün çarpılmadıklarını gören Şemsi, Balık Pazarı Camisi’nin kiliseden bozma oluşuna bağlamıştı bunu. O akşam meyhaneden çıktıklarında, evlerine giderlerken Çarşı Camisi’nin duvarına da işemişlerdi, denemek için…
Ayak sesi duyup irkildi Reis. Gözleri bağlı olduğu halde, geleni tanımıştı. Gelen kendisini her zaman sorgu odasına götüren görevliydi. Ayak sesleri yanına dek yaklaştı. Alıcı kuş pençesi omzuna yapışacak diye beklerken, uzaklaştı ayak sesleri. Biraz ilerisinde oturan birini alıp gitti. Görevli gelip de biraz ilerisindekini kapıp götürürken Reis, her seferinde gençliğinde gördüğü “Boş Beşik” filmini anımsardı. Şimdi götürülenin adı Halit’di. Dışarıdan tanıyordu onu. Babasıyla birlikte balıkçılık yapmışlardı uzun süre.
Sorguya alındığında Reis’in gücüne en çok giden şey kendisine “vatan haini” denmesiydi. Dün dayanamayıp bağırmıştı sorguculara: “Dedem ve üç kardeşi Çanakkale’de şehit düştüler, bana nasıl vatan haini dersiniz?” demişti onlara. Sorgucuların başı: “Ulan eşek oğlu eşek, dedene layık bir torun olsana sen de.” diye karşılık vermiş, yerde yatan Reis’in böğrüne okkalı bir tekme yapıştırmıştı. Sorgucunun söylediklerini anımsayıp yüreği ezildi, biraz sonra da gözlerinden birkaç damla yaş geldi. Gururuyla oynanmasına hiç dayanamıyordu. Dövsünler, eziyet etsinler ama gururuyla oynamasınlar istiyordu. Sanki ne düşündüğünü anlamış, kuyruk çırparak karşısına gelmişti İşkine. Durmadan başını sallıyor, türlü şaklabanlıklar yapıp Reis’i eğlendirmeye çalışıyordu. Güldürdü de sonunda. “Bu küçük balık da gelmese ziyaretime, ne yaparım?” diye düşündü Reis...
Yine bir gün sorgudayken, kendisine vatan haini dendiğinde: “Bir savaş çıksa, ben herkesten önce koşarım bu ülkeyi kurtarmak için.” demişti Reis. Sorguculardan biri bu parmakla mı deyince diğer sorgucularla birlikte katılırcasına gülmüşlerdi. Reis’in tetik çekecek olan işaret parmağı kopuktu. Kayığının motoruna kaptırmıştı parmağını...
Bir kaç saat önce sorguya alınan Halit’i sürükleyerek getiriyordu Polis. Eski günleri yeniden anımsadı Reis. Lokantasına sık sık gelirdi Halit. Birlikte yaşadıklarını anlatırlar, karşılıklı gülerlerdi. İlçedeki balıkçıların ve diğer dostlarının dayatmasıyla belediye başkanlığına adaylığını koymuştu Reis. Onun örgütçülüğü ve dürüstlüğü herkesçe bilinirdi. Kurup geliştirdiği balıkçılar kooperatifinin değişmez başkanıydı. Baştan belediye adaylık önerisine sıcak bakmamıştı. Halit’in kendisini ikna etmesiyle kabul etmişti adaylığı; Halit seçimlerde kendisine yardımcı, hatta bir tür danışman olacaktı. Birlikte seçim kampanyasına başladılar. Halit, ona halkın karşısında konuşma yaparken sağ elini kullanmamasını söylüyordu durmadan. Reis hem nedeni sormaya unutuyor, hem de Halit’in söylediğini unutup yine sağ elini sallıyordu. Sonuçta seçimi kaybetti. Halit bu seçim yenilgisini Reis’in konuşurken sol elini kullanacağı yerde sağ elini kullanmasına bağlamıştı. Reis: “Niye?” diye sorunca, Halit: “Sağ elinin başparmağı olmadığı için halk, senin kendilerine yumruğunu sallayıp, ‘Nah alırsınız’ dediğini sandı.” diye açıkladı tezini. Reis: “Baştan dolu olan kahvehanelerin, o konuştukça niçin boşaldığını o zaman anlamıştı. Halit’in söylediğine göre, “Başkan olmadan bize bunu yapan Reis, Başkan olunca neler yapar kim bilir.” diyesiymiş halk. Biraz ötesinde hırıltılar içinde yatan Halit’i düşünürken bir kez daha doldu Reis’in göz pınarları.
Balık kokusu geldi Reis’in burnuna. Mis gibi lüfer ızgara kokuyordu. Daha önce de aynı kokuyu almış, “lüfer ızgaranın işi ne burada” diye durmamıştı üzerinde. Yine aynı kokuyu alıyordu; burnu yanılmazdı balık kokularında. Düş değildi bu, gerçekti... Lüfer kokusu ona doktorunu anımsatmıştı. Lüfer ızgarayı çok severdi Profesör. Her gelişinde: “Lüfer ızgara var mı Reis?” diye sorardı. Şimdi ne yapıyordu acaba? Onun kendisi için çok kaygılandığını biliyordu Reis.
Doğalıdan beri Gemlik zeytini yemişti. Başka zeytin bilmezdi. Bir haftadır onların günlük gıdaları zeytin ve peynirdi burada. Polis kantininden getirilen peynir tebeşir gibi yağsız; zeytin ise, çok tuzlu ve lezzetsizdi. Bir gün önce zeytini beğenmemiş, bunu söyleyince de görevli polisten azar işitmişti... Tuzlu zeytini yiyince içi yanıyor, çok su içmek zorunda kalıyordu. İçtiği suyu çiş olarak çıkarırken de nöbetçi polisten izin almak gerekiyordu. Polis de canı isterse izin veriyordu... Görevli polis, siparişleri almak için yine gelmişti. “Siparişler” diye bağırdı. Reis, cebinden çıkardığı kâğıt parayı polise uzattı. Polis: “Banka mı lan burası? Alacağın üç beş kuruşluk şey, verdiğin paraya bak?” dedi. Kaç para uzattığını bile bilmiyordu gözleri bağlı olan Reis. Polis, onun elindeki parayı hırsla çekip aldı. Diğerlerinin siparişleri alınırken, tok bir tekme sesi duyuldu. Polis, Halit’in yanında diye düşündü Reis. Halit’e çok sert davranıyorlardı nedense? “Uyan uyan. Otel mi ulan burası orospu çocuğu.” diye bağırıyordu polis, yine her zamanki gibi...
İşkine, bu kez de karşısındaydı. “Polis, balığı görecek” sanıp bir an paniğe kapıldı Reis. “Korkma” diyordu işkine, gözleriyle Reis’e. “Korkma göremez.”
Rahatlamıştı. Polis gittikten sonra, balıkla konuşmaya karar verdi. Soracaktı ona. “Nereden tanıyorsun beni?” diye. “Yalnız bırakmadığın için, sağ ol.” diyecekti ona...
Polis, siparişleri alıp gittiğinde İşkine’ye: “Nereden tanışıyoruz seninle?” diye sordu. Sormasıyla, biraz ötesinde oturan nöbetçi polisin azarlayan sesi duyuldu: “Konuşma, konuşma. Kaç gündür buradasın, konuşmanın yasak olduğunu öğrenemedin mi hala?” Polisin sesini duyan balık, korkmuş, bir kuyruk çırparak kaçmıştı...
Biraz ötesindeki Halit’in kesik kesik soluk alışını duyuyordu. Halit’le ilgili çok anısı vardı. Reis, belediye başkanlığı seçimini kazanamayınca, Halit bir hikâye uydurmuştu. Dinleyenlerin hoşuna gittiğinden, Reis de onun anlattıklarını gerçekmiş gibi onaylardı. Hikâye şöyleydi: Seçimi kaybeden Reis, çok üzülmüş ve yanına Halit’i de alıp bir taksi tutmuş. Tutulan Şevrole taksinin arka koltuğuna dört çalgıcı oturtup bagajına da içki ve meze doldurmuşlar. Gemlik’ten Armutlu’ya doğru giderlerken bir yandan içki içiyorlar, diğer yandan da müzik dinliyorlarmış. Bir süre sonra, Reis sarhoş olmaya başlamış. Tam Karacaali Köyü’ne girerlerken çalgılar aniden bırakmışlar çalmayı. Reis: “Niye durdunuz, çalsanıza?” deyince, klarnetçi: “Günaha gireriz be Reyiz, mezarlıktan geçeriz baksana.” demiş. Reis bir an durduktan sonra, “Öyleyse sen de Elham’ı çal.” olmuş yanıtı.
Diğer polis siparişleri getirdiğinde, Reis’in aklına Halit’in bu şakası gelmiş, gülümsüyordu. Polis: “Ne o? Dün surat asıyordun zeytinler bozuk diye, bugün gülüyorsun? Alıştın anlaşılan bizim zeytinlere?” deyip hafif bir tokat attı Reis’e...
Polis, bir kaç kişiyi, toparlanmaları için ayağıyla dürttükten sonra gitti. Reis, tuzlu zeytinleri yerken İşkine yine geldi karşısına. Yüzünü buruşturarak zeytinleri yiyen Reis’e baktı: “Üzülme, hepsi geçecek.” dedi. Balık, gözleriyle anlatmayı bırakmış konuşuyordu şimdi. Ekmekten kopardığı lokmayı ağzına atamamış, hayretle İşkine’ye bakıyordu Reis. Konuşmasını sürdürdü İşkine: “Nereden tanıştığımızı sormuştun biraz önce. Üç dört yıl kadar oluyor; denizdeki ağlardan birine takılmıştım. Çok çırpındım ama kurtulamadım. Biraz sonra da takılı olduğum ağ yukarıya doğru çekilmeye başlandı. Çok geçmeden sandalın güvertesindeydim. Beni ağdan kurtarıp baktın. ‘Pek küçükmüşsün İşkine. Büyüdükten sonra yine görüşelim.’ deyip attın beni denize.” Reis elinde kalmış lokmasıyla, şaşkınlık içinde onu dinliyordu. Ancak, daha fazla konuşmayıp kayboldu balık.
Bir hafta olmuştu. Bu kadar gözdağı yeter, diye düşünmüş olacaklar ki, sorgudan nezarethaneye indirip gözlerini çözdüler Reis’in... Şimdi günler daha rahat geçiyordu. Evden yemek getirtebiliyorlardı. Reis, haber göndermiş, lüfer ızgara istetmişti. Damadının özenle pişirdiği balıkları, eşi getirmişti. Görüşme yasak olduğu için, eşi, Reis’e haber göndermişti görevli bekçiyle. “Her gün lüfer istedi polislerle gönderdik ya işte, bıkmadı mı lüferden bu adam?” diye soruyordu karısı. “Söyleyin ona, başka bir şey istesin de pişirip getireyim.” demişti. Bekçi, bunları kendisine aktardığında Reis’in şaşkınlıktan gözleri fal taşı gibi açılmış, gözaltına alınalıdan beri hiç lüfer yememişti, haberi getirene bakıyordu. Bekçi: “Ne o hemşerim, Türkçe konuştuk, anlamadın mı?” deyip gitti...
Reis, sorguda burnuna gelen mis gibi lüfer kokularını anımsadı...
Yorum Yap