- 3.10.2011 00:00
Bir akşam önce oyununu oynadığı sahnedeydi yine. Dün akşamki olayın etkisinden kurtulamamıştı halen. Oyunda, ne zaman Ayasuluğ'dan ya da Börklüce’den söz etse, karşısında, bir deve üstünde, kara Beyazıt Paşa tarafından çarmıha gerdirilmiş olarak onu görmüştü. Çarmıha gerdirilip öldürülememişti sanki yaşıyordu. Bir şeyler söylemek istercesine bakmıştı sahnedeki Tuncel'e.
Sabah erkenden kalkıp Selçuk ve çevresini dolaştı. Bir akşam önce sahnede oynarken gördüğü Börklüce’yi yeniden görmek istiyordu. Karaburun’dan getirilip kapatıldığı yer olan kaleye gitmiş, daha sonra da binlerce kişinin öldürüldüğü yer diye söylenen İsa Bey Camisi’nin avlusunda bir süre oturmuştu Tuncel. Börklüce Ayasuluğ sokaklarında bir deve üstünde dolaştırılmadan bu caminin önünde çarmıha gerilmiş olmalıydı. Caminin avlusunda otururken, başları vurulan:"İriş ya Dede Sultan,"diye bağıran adamların seslerini duymuş, fakat Börklüce'yi görememişti. Oysa bir akşam önce Tuncel'in gözlerinin içine bakmış, kendisiyle konuşmak istediğini bakışlarıyla anlatmıştı ona...
Belki yeniden buraya gelir diye, dün akşam onu karşısında gördüğü, Efes antik kentinin tarihi Odeon'un sahne olarak kullanılan bölümünde duruyordu. Durup beklemekle olmayacağını düşünüp kısa bir nefes ve diyafram çalışması yaptı. Gözlerini kapatıp bir süre bekledi. Doğal bir bekleyiş değildi bu. Tinlerle buluşacak bir şamanın bekleyişiydi sanki. Bir süre sonra da şaman kazının üstüne oturup uçmaya başladı Tuncel. Sesi iki bin beş yüz yıllık tarihi yapının aşınmış taşlarına vurup yankılanıyordu. Bir ayinin parçasıydı şimdi o. Duasıyla bütünleşmiş; ağzından çıkan sözlerle ilmik ilmik örüyordu ayinini:
Karanlık ıslanırken perde perde
belirdim onların olduğu yerde
sözü ben aldım dedim:
"-Ayasuluğ şehrinin kapısı nerde?
Göster geçeyim;
Kalesi var mı söyle yıkayım.
Baş alırlar mı?
De ki vereyim.
Tuncel bir şaman olmuş, uçuyordu. Fakat bir türlü göremiyordu aradığını. Durup bir soluk aldı. İki bin yıllık taş duvarları delercesine bakıyordu gözleri. Sonra yine oynamaya başladı. Oyundan çok bir ayine benziyordu yaptığı. Bazen bir Kibele rahibi, bazen de Artemis rahibi oluyordu:
girip çıkılmaz.
Kalesi vardır
kolay yıkılmaz.
..............
gelmiyordu beklediği. Dün akşam niye gelmişti pekiyi?.
Yılmamalıyım diye düşündü Tuncel ve ayinini sürdürdü:
Sıcaktı.
Sıcak.
Sapı kanlı demiri kör bir bıçaktı
sıcak.
............
O, kımıldamadan baktı,
kayalardan
İki gözü iki kartal gibi indi ovaya.
Tam bunları söylerken görünmüştü kendisine bir akşam
önce Börklüce. Haça çakılı kanlı ellerinin acısına aldırmadan
en üst sıradan kartal gibi bakıyordu sahneye... Yine bakacak umuduyla bir şaman olup sürdürdü ayinini Tuncel:
............
Aydının Türk köylüleri
Sakızlı Rum gemiciler
Yahudi esnafları,
Onbin mülhid Yoldaşı Börklüce Mustafa'nın.
Gelse artık diyordu Tuncel. Gelse de ne söyleyecekse söylese... Gelmiyordu; bir akşam önce gelip gözlerinin içine bakan, heyecandan yüreğini hoplatan yandaşlarının, yoldaşlarının Dede Sultan dedikleri Börklüce Mustafa gelmiyordu. Odeon'un boş havuzuna atlayıp orada sürdürdü ayinini:
.............................
Hep bir ağızdan türkü söyleyip
hep beraber sulardan çekmek ağı.
..............
On binler verdi sekiz binini.
......................
Olmuyordu. Ne yapsa olmuyordu. Bir açıp bir kapatıyor gözleri-
ni, göremiyordu Börklüce'yi.
.....................
geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak
geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları.
Son dizeyi okuduktan sonra, umudunu keser gibi oldu. Sahneye çömelip bir sigara yaktı. Yılmamalıyım dedi... Bu arada bir grup Fransız, bir grup da Japon turist gelmişti rehberleriyle. Turistler Odeon'u gezip gittikten sonra, Tuncel oyunun tamamını baştan sona bir kez daha oynadı... Gelmiyordu Börklüce Mustafa, yani yandaşlarının, yoldaşlarının Dede Sultan’ı. Ne yapsa gelmeyecekti anlaşılan. Umudunu kesmişti Tuncel. Daha fazla zorlamanın anlamı yok diye düşündü.
Meryem Ana yolundan Selçuk'a doğru inmeye başladı. Yolun iki yanında mandalina ve şeftali bahçeleri vardı. Yokuşu inip şehirlerarası Aydın İzmir yoluna vardı. Sola dönüp Selçuk yönüne saptı. Çok dalgın yürüyordu. Yanından geçen araçların rüzgârından sallanıyordu. Bir yandan bir akşam önce olanları düşünüyor, diğer yandan da Börklüce'nin, yolunu kesip kendisiyle konuşabileceğini umut ediyordu...
Yandaşlarının, yoldaşlarının Dede Sultan dedikleri Şeyh Bedrettin’in baş müridi Börklüce, doğum yeri olan Aydın ilinin bu topraklarında savaşmıştı. Bu topraklarda birlikte yetiştirdikleri ürünleri, üretenler kendi aralarında kardeşçe paylaşmışlardı. Karşıdaki ulu çınar belki de o zamanlardan kalmaydı. Belki de Börklüce, gölgesinde dinlenmek için oturmuştu bu çınarın. Tuncel bunları düşünerek gidip oturdu çınarın altına; sırtını ulu çınara dayayıp Börklüce'yi düşünmeyi sürdürdü. Bir avuç toprak alıp eline sıktı. Küçük Menderes nehrinin getirdiği alüvyonlu toprak, parmaklarının arasından altın renkli ışıltılar çıkararak akıp gitti...
Ayasuluğ kalesine baktı Tuncel. Birbirlerine bağlı Bedreddiniler'in cami avlusuna doğru idama götürülüşünü izledi. Yüreğini burkan bu görünüşten kurtulmak için başını Şirince tepelerine doğru çevirdi. Tuncel susamış, ağzı kurumuştu. Susuzluğunu gidermek ve iyice acıkan karnının doyurmak için kalkıp Selçuk'a doğru yürümeye başladı...
Yolun sağında solunda turunç ağaçları vardı. Bir önceki yılın meyvelerini taşıyan ağaçlar, bir yandan da yeni meyvelerini büyütmeye çalışıyorlardı. İlçeye vardığında pazaryerinin olduğu yöne doğru yürüdü. Günlerden cumartesi olduğu için ilçede pazar kurulmuştu. Pazaryerinin karmaşası ilgisini çekmişti. Kalabalık arasında biraz dolaşıp ondan sonra da yemek yemeye karar verdi. Güneşin kararttığı Marsık tenli köylü kadınları kendi yetiştirdikleri ürünleri satıyorlardı. Börklüce'nin köylüleri diye geçirdi içinden Tuncel. Börklüce’nin yüzyıllar önce o bölgede kurduğu komünal yaşamda bu kadınların nineleri de aynı ürünleri yetiştirmiştir diye düşündü.
"Badılcan, badılcan,"diye avazı çıktığı kadar bağıran kadına baktı. Dede Sultan da badılcan mı derdi acaba patlıcana diye düşünmekten kendini alamadı. Biraz ötede de başka bir kadın:"Domat, domat,"diye bağırıp kendi yetiştirdiği domatesleri satıyordu.
Kafasında bir akşam önce gördüğü, bir türlü atamadığı Börklüce'yi taşıyarak ilerledi Tuncel. Pazarın kalabalığı ve gürültüsüne karşın dün akşam oyununu oynarken en arka sırada dikilmiş kendisini izleyen Börklüce gitmiyordu gözünün önünden. Çeşitli sebzeler satan bir kadının başında epeyce bir kalabalık birikmişti. Merak edip kalabalığa doğru yürüdü. Herkesin baktığı yöne doğru baktığında iliklerine dek titredi. Gördüğü şeyin etkisiyle başı döndü ve düşmemek için yakınındaki karabiber ağacına tutundu. Gözlerine inanamıyordu. Kalabalığı yarıp biraz daha yaklaştı tezgâha doğru. Kadının yanında dikilen adam, elini kolunu da sallayarak heyecanlı heyecanlı anlatıyordu kalabalığa:"Dün akşam domat toplamaya gittiğinde bulmuş bunu Şükrüye Hanım. Define arayıcıları tarlayı kazdıklarında çıkmış. Gece kazdıklarından ne olduğunu anlamayıp atmışlar bir kenara." Onu dinleyen kalabalıktan biri, adamın anlattıklarına inanmadığı için soruyordu: Nerden biliyorsunuz İsa Peygamber'e ait olduğunu o ellerin? Adamın sorusu pazarcı kadının onuruna dokunduğu için, eliyle havada bir yarım daire çizip söze girdi: Köylüyüz diye, o kadarcık şeyi de bilmecez mi gari? Senin annenin evi nerde, de bakalım?
"Selçuk'ta, ne olmuş yani?
"Senin evin nerde?
"Benimki de Selçuk'ta ne çıkar bundan?
"Meryem Ana'nın evi burada olduğuna göre?" Kadının yerine yanındaki adam vermişti yanıtı: “Ta oralardan buralara yalnız başına mı gönderecekti annesini İsa Peygamber gibi koskoca bir adam?” Birbirlerine bakıp büyük bir utku kazanmışçasına gülümsediler yanındaki adamla domates satan kadın. Bu kez de inanmayan adam saldırıya geçti:
"İsa peygamber burada gerilmedi ki çarmıha?
"Nerden biliyormuşsun sen?"dedi kadın.
"Kitaplar öyle yazıyor."
"Kitapların her yazdığına inanma,"deyip satıcılık işine döndü kadın:"Domat, domat. Mübarek bahçanın domatları bunlaa..."
Tuncel tezgâha biraz daha yaklaşıp dikkatlice bakmaya başladı iki elin çivili olduğu haça. Paslı çivilerin tuttuğu iki elin kemikleri halen sağlamdı. Haçın ağacı iyice çürümüştü. Bir çift elin çivilendiği yatay ağacın birçok yerine kurt girmişti. Tuncel'in haçı bu denli dikkatle incelemesi pazarcı kadının hoşuna gitmiş olacak ki, kadın ona açıklama yapma gereğini duydu: "Sebzeleri bitirince candarmaya götürcem. Onlar da müzeye verirler gari."
Oturduğu duvarın üstünde Börklüce'yi düşünüyordu Tuncel. Gerildiği çarmıhtan kan içinde elleriyle kendisine bakmıştı dün akşam. Ne söylemek istemişti? Bir gün önceden karşılaşacağı bu olayı mı haber vermek istiyordu kendisine?
Ertesi gün, Galata'nın dar ve dik sokaklarından birine park etti arabasını Tuncel. İnip bagajı açtı, satıcı kadının bulduğu, üzerinde iki el çivilenmiş olan haçı dikkatlice çıkardı. Sırtına yüklediği haçla evine doğru yokuş yukarı yürümeye başladı. Evinin yakınındaki kilisenin papazı, onu sırtında haçla görünce heyecanlanıp eliyle kalbini tuttu. Fenalık geçiriyordu papaz. Zorla haç çıkartıp yüksek sesle dua etmeye başladı. İki çocuk oyunlarını bırakmış, şaşkın gözlerle Tuncel'e bakıyorlardı. Yan sokakta bir kaç çocuk Tuncel'den habersiz birbirleriyle tartışıp bağırıyorlardı. İçlerinde en cırtlak sesli olanı okkalı bir küfür savurdu. Tuncel çocuğun söylediklerini duyunca gülümsedi:"Kara Beyazıt Paşa'ya sövüyor," diye mırıldandı. Söven çocuk hızını alamamış olacak ki yeniden bir sövgü salvosuna başladı. Sövdüğü kişinin kalaysız yerini bırakmamıştı cırlak sesli. Tuncel:"Bu kadar küfrü Beyazıt Paşa'dan başka kimse hak etmemiştir, diye söylenip, avazı çıktığı kadar yan sokağa doğru bağırdı: "Ben deee..."
Tuncel'in bağırışından korkan Papaz, bir kez daha haç çıkartıp koşar adımlarla kilisesine girdi...
Yorum Yap