GÖÇ

  • 25.09.2011 00:00

“Ne bakıyorsun öyle yüzüme aptal aptal, ne zaman giderizdiye soruyordun ya durmadan, geldik işte, kalk da bak. İstanbul karşında.” Heyecanlanmıştım, küçücük yüreğimin güm güm attığını duyabiliyordum. Uykulu gözlerimi ovuşturarak, doğrulup baktığımda karşımda bugün bile gözümün önünden gitmeyen görkemli bir manzarayla karşılaştım. Karşımda Sultanahmet, Ayasofya ve Topkapı olduklarını sonra öğrendiğim bir tablo duruyordu. Elimi uzatsam değecekmişim gibiydi İstanbul…

Bizim köyden motorlar, İstanbul’a odun, kömür, çakıl gibi şeyler taşırlardı. O motorların biriyle yapmıştık köyümüzden buraya yolculuğu. Ücret ödemeden ve yolda karnımızı da doyurarak varmıştık bundan sonra yaşayacağımız bu koca kente. Babam bu motorlarda yıllarca gemicilik yapmıştı. Dostu olan sahibi sayesinde, kendimizle birlikte daha önce gelip kiraladığı evde, gerekecek yatak yorgan gibi eşyayı da getirmiştik.

“Babam Kumkapı önlerindeyiz,”dedi ağabeyime. Ben altı ağabeyim dokuz yaşındaydı. O benden büyük olduğu için babam bizlerin bilmemizi  istediği şeyleri ağabeyime söyler, ben de dinleyip bilgi sahibi olurdum aralarındaki konuşmalardan.

Motor Kumkapı önlerinde demiri funda etti. Babamın arkadaşları olan gemiciler eşyalardan bir kısmını ve bizi sandala bindirip kıyıya çıkardılar. Kalanlar için ikinci kez yine dönmeleri gerektiğinden, kıyıya çıkardıkları eşyaların başına ağabeyimle beni bekçi olarak bıraktılar. Babam:

“Burası İstanbul, bizim köye benzemez dikkatli olun,” dedi. Ağabeyim büyük adam tavrıyla:

         “Oluruz sen merak etme,”dedi ona. Sanki o yaşta elimizden bir şey gelebilirmiş gibi. Ben, babam motora diğer eşyaları almak için geri dönerken, ağabeyimle orada yalnız başımıza kalmaktan korktum ama, belli etmemeye çalıştım. Ne de olsa serde erkeklik vardı. Bizi ‘erkek adam korkmaz’ diye yetiştiriyordu babam.

Diğer eşyalar da geldiğinde kiraladığımız hurda bir kamyonetle yeni evimize geldik. Evimiz de Kumkapı’daydı. Babam gemicilik yaparken İstanbul’daki adresi Kumkapı’ydı. Bizim köyün ve bizim körfezin insanları burada buluşurlardı hep. Sokak aralarının birinde, en üst katını babamın kiraladığı  üç katlı ahşap bir evdi bu, bizim köydeki evimize hiç benzemiyordu. Eşyaları üçüncü kata taşıyıp, ilk olarak annemin dikip gönderdiği üzerinde beyaz çiçekler bulunan açık mavi perdeleri  ve tülleri sokağa bakan iki pencereye taktı babam. Evde iki oda tuvalet ve mutfağa benzer bir bölme vardı. Annem ve benden altı yaş büyük olan ablam iki gün sonra geleceği için halıyı ve kilimleri öylesine yayıp yataklarımızı yaptık. Mutfak eşyalarından sadece çaydanlığı ve gazocağını çıkarıp diğerlerine dokunmadık. O akşam babamın dışarıdan getirdiği kıymalı pidenin tadı bugün bile damağımdadır. 

Ertesi gün sıcak ekmek ve çayla yaptığımız kahvaltı da hoşuma gitmişti. Babam bizi getiren motorun yükünü boşaltmak için ağabeyimle beni bırakıp,”evden çıkmayın bugün, hiçbir yeri bilmiyorsunuz kaybolursunuz” deyip gitti.

         İstanbul’a ayak bastıktan beri babamda bir üzüntü hali vardı. O yaşta ben bile anlayabiliyordum bunu. Aklı köyde, belki de kendisini komaya sokacak denli yaralayanlardaydı. Bir kavga sonucu ağır yaralamışlardı babamı. Öcünü almak istemişti ama, babaannem ve annem hatta yakınlarımız olan büyükler,”bırak cezasını kanun versin,”deyip babamı ikna ederek bunu önlemişlerdi. Olay mahkemedeydi, tanık da vardı, yapanın cezalandırılacağı kesindi. Gururlu bir adam olan Babam öç almaktan çok zor vazgeçmişti; ancak,  köyde duramadı, dedemden kalan evimizi ve iki parça zeytinliğimizi satıp İstanbul’a göç etmiştik. Elimizdeki parayla küçük bir ev almayı düşünüyordu babam. İş olarak da bir el arabası yaptırıp sokaklarda zeytin satacaktı. İstanbul’a Karadeniz’den ve Marmara’dan odun getiren motorları boşaltmak, yani belli kişilerin yapabildiği, kalaslar üzerinden başının üzerinde yüz, yüz elli kilo odun taşıyarak sürekli hamallıkyapmak istemiyordu. Böyle çalışmakla eve bakmak çok zor, iş bir gün olur bir gün olmaz, yağmur kar yağar, fırtına olur, hava el vermez diyordu. Motordan odun boşaltma işini(Buna bizim oralarda başlık çekme derlerdi) belki de bugün son kez yapacaktı.

Babam gittikten sonra saatler ilerledikçe ağabeyim evde oturmaktan sıkılmaya başlamıştı. Kendisinin büyüdüğünü söylüyor, babamın onu halen çocuk yerine koymasına bozuluyordu. Öğleye doğru huzursuzluğu iyice artmıştı.

“Haydi dışarı çıkalım,” dedi.

         “Babam kızar.”

         “Söylemezsen nereden bilecek?”

         “Anlarsa?”

         “Anlayamaz, Nasıl anlayacak?”

         “İyi madem,”dedim ağabeyime. Aslında sevinmiştim de.

 

         Babamın bıraktığı yedek anahtarı alan ağabeyimin peşine düşüp çıktım dışarıya. Aylardan Mayıstı, güzel bir bahar havası vardı. Denizden gelen iyot ve yosun kokusunu genzimi yakıyordu. Eğeri büğrü sokaklardan geçerek deniz kıyısına doğru yürüdük. Dışarıda ilk dikkatimi çeken, bizim dilimizde konuşmayan, ne dediklerini anlayamadığım kişilerin konuşmaları oldu.

Ağzım açık onlara bakarken ağabeyim kolumdan tutup çekti.

“Yürüsene, ne bakıyorsun öyle aptal aptal,”dedi.

“Bunlar niye bizim gibi konuşmuyorlar abi?”

“Salak mısın sen? Onlar Türk değil. Babam evi tuttuğunda söyledi ya, Kumkapıda Rumlar, Ermeniler çoktur diye.”

“Ermeniler de mi varmış?”Ses tonum doğal gelmemişti ağabeyime.

“He, ne olmuş?”

“Hiç,” dedim ama içime de bir korku düşmüştü. Yaramazlık yaptığım zamanlar, babaannem “Ermeni karısı gelir, ona veririm seni,” diye korkuturdu beni. Ermeni karısı benim için korkunç bir şeydi. Kafamda canlanan; gözlerinden ateş saçan, kocaman tırnaklı pençeleri olan, parmak kadar sivri dişli korkunç bir kadındı o.

       Tezgahında balık satan bir adamın biraz uzağında durarak balıklara baktık. Ağabeyimle bizim kayaların üstünden olta atıp tuttuğumuz küçük balıklara benzemiyordu adamın sattıkları. İlk çıktığımız andan beri dikkatimi çeken bir şey olmuştu. Balık kokuyordu sanki Kumkapı. Daha sonra çiroz yapmak için, sıra sıra iplere dizilip asılan uskumruları görünce bu kokunun nedenini anlayacaktım.  Bundan sonraki yıllarda da her Nisan Mayıs aylarında göreceğimiz manzaraydı bu. Havyarını atan uskumrudan yapılan çiroz Kumkapı’nın sembollerinden biriydi. İplere kuyruklarından ikisi üçü bir arada bağlanıp asılmış çirozları seyrederek deniz kıyısına doğru yürürken, birkaçbalıkçının tezgahına  raha baktıktan sonra ağabeyimle sahile vardık.

Keskin bir düdük sesiyle sıçramıştım, başımı kaldırıp baktım o sesin geldiği yöne. Ağabeyim “Tren,”diye fısıldadığında gördüğüm upuzun şeye aptal aptal, biraz da korkarak bakakalmıştım. Yüreğimin küt küt attığını duyuyordum; ilk kez bir tren görmenin heyecanını yaşıyordum.  Ne biçim şeydi bu böyle, ne başı belliydi ne de sonu. Ağabeyimle birlikte daha yakından görebilmek için treni, birlikte tren istasyonuna çıkarken yüreğime bir korku düşmüştü. Ağabeyime sormadan duramadım.

         “Evi bulamazsak ne olacak?” 

         “Ben senin gibi aptal mıyım, ne var evi bulmaya?”

         “Dönelim istersen abi?”

         “Biraz daha gezelim, eve gidip de ne yapacağız?”

        

         Daha sonra da deniz kıyısına indik. Denizi görünce köyümüzü anımsayıp  özlemiştim. Deniz kıyısındaki evimiz ve arkadaşlarım geldi gözümün önüne. Ağabeyim de benim gibi mahzunlaşmıştı denize bakarken. Bana dönüp:

         “Köyde ne güzel balık tutardık değil mi Ahmet?” diye sordu. Bunu söylerken de dokunsan ağlayacak gibiydi. Gerçekten balık tutma konusunda yaşından umulmayacak kadar becerikliydi o.

         Birçok kadın oturmuş ağ örüyordu sahilde. Öyle hızlı kullanıyorlardı ki ellerindeki iğneleri insan onların ellerini izlemekte güçlük çekiyordu. Ağabeyimle bir süre durup baktık onlara.

         Eve gittiğimizde biraz uğraştıktan sonra kapıyı açmayı başarmıştı ağabeyim. O uğraşırken, açamayacağını sanıp babamın korkusundan epeyce terlemiştim. İçeri girip, sabahtan kalma peynir ekmekle karnımızı doyurduk. Sonra da babamı beklemeye başladık. Benim aklımda, tren ve ondan da daha çok Ermeni karısı vardı. Bir süre durduktan sonra daha fazla dayanamayacağımı anlayıp ağabeyime sormaya karar verdim,

         “Ağabey Ermeni karıları bir şey yapar mı çocuklara?”

         “Saçmalama, ne yapacaklar ki, onlar da bizim gibi insan işte?”

         “Babaannem, ben yaramazlık yapınca seni Ermeni karılarına veririm diyordu?”

         “Yaramazlık yapmayasın diye söylüyordu. Beni de öyle korkuturdu babaannem. Büyüyünce anladım korkulacak bir şey olmadığını.”

        

 Ağabeyimin sözleri yüreğime su serpmedi değil ama, korkum yine de tam anlamıyla geçmediği gibi, ayrıca da çok merak ediyordum Ermeni karılarının nasıl şeyler olduğunu. Babam geldiğinde epeyce yorgun olduğu anlaşılıyordu. Elinde akşama yiyeceğimiz şeyler vardı.

“Çok sıkıldı mı canınız?”

“Sıkılmadı,”dedi ağabeyim.

“Yarın iş yok, gezdiririm sizi, canınız sıkılmaz,” dedi babam.

         İkimiz de çok sevinmiştik ertesi günü babam bizi gezdirecek diye. Yemeğimizi yerken ağabeyim küçümseyerek bana bakıp:

         “Baba, Ahmet Ermeni karılarından korkuyor,”dedi.

         “Ermeni karılarından mı korkuyor?”

         “He.”

         “Niye korkuyormuş Ermeni karılarından?”

         “Babaannem seni Ermeni karılarına veririm yaramazlık yaparsan dediği için o da korkuyor işte.”

         Babamın yüzünde yorgun bir gülümseme belirdi. “Ermeniler de bizim gibi insan oğlum, ne var bunda korkacak?”Buna sevinmiştim ama yine de babama sormadan edemedim.

         “Sen hiç Ermeni karısı gördün mü baba?” Bu kez sesli güldü babam. Aslında babamın kahkahası ünlüydü. Yorgunluktan ve köyü terk edip buralara gelmek zorunda kaldığından, o ünlü kahkahasını atamamıştı. “

“Çok gördüm oğlum. Yarın sen de görürsün.” Alt katımızda oturanlar Ermeni. Bu evi tutarken de bize yardımcı oldular, çok iyi insana benziyorlar. ”Babamın söylediklerine sevineyim mi, üzüleyim mi karar verememiştim.

         “Korkma korkma, seni yemezler,” diye alay etti ağabeyim.

         “Niye korkacakmışım onlarda bizim gibi insan, değil mi baba?”

         “Yüzün korkudan sapsarı oldu, sen farkında değilsin.”

         “Yok canım niye korksun ki, erkek adam korkmaz öyle şeylerden” diyerek araya girdi babam. “Yarın Anuş Hamınla tanıştırırım onu, görür korkulacak bir şey olmadığını.

         O gece rahat uyudum desem yalan olur. Hatta rüyamda Anuş Hanımı görüp uyandım bir ara. Aşağı kattan gelen ses var mı diye kulak kabarttım, ses duymayınca yeniden dalmışım. İkinci dalışımda da o gün istasyonda gördüğüm trene binip köyümüze gittim.  Sabahleyin kalkıp yine sıcacık ekmek ve beyaz peynir ve köyden getirdiğimiz zeytini de çıkarıp kahvaltımızı yaptıktan sonra babamla dışarıya çıkarken elinde bir sahanla alt katımızda pamuk gibi beyaz saçlı yaşlıca bir hanım göründü.

         “Çıkıyor muydunuz Mustafa Efendi?” diye sordu babama.

         “Çıkıyorduk Anuş teyze, çocukları gezdireceğim biraz,” diye karşılık verdi babam. Rüyamda gördüğüm Ermeni karısına hiç benzemiyordu ama, babam Anuş teyze dediğine göre bu o olmalıydı.

         “Geç kaldım desenize, size börek yapmıştım ama bu kadar erken kalkacağınızı bilemedim.”

         “Sağ olun. Niye zahmet ettiniz ki?”

         “Zahmet mi olurmuş, adettendir, yeni taşındınız siz.”

         “Çok teşekkür ederiz Anuş teyze, akşama yeriz börekleri.”

         “Başka bir şeylere ihtiyacınız olursa çekinmeden söyleyin.”

         “Söyleriz,Andon amca nasıl iyi mi bari.” diyen babam, kadının elinden aldığı sahanı ve anahtarı ağabeyime verip börekleri evimize götürmesini işaret etti.

“Dün akşam hiç uyumadıAndon amcan. Bugün doktora götüreceğim onu.”

         “Geçmiş olsun, selam söyleyinAndon amcaya.”

         “Söylerim Mustafa Efendi.” deyip içeri girerken biz de aşağıya inmeye başladık babamla. Babaannem niye öyle söylemişti. Bize börek veren bu kadın bembeyaz saçlarıyla, içi gülen gözleriyle nasıl yiyecekti ki beni? Ölmüş babaannemi çok sevdiğim halde beni böyle korkuttuğu için ona kızmıştım.

         “Nasılmış bakalım Ahmet, korktun mu Ermeni karısından?”

         “Yok. Hiç korkmadım. O da bizim gibi insan işte. Hem de börek getirdi bize.”

         Korkmak bir yana, sevmiştim de Anuş teyzeyi. Aklıma bir şüphe de düşmemiş değildi hani? Acaba Babaannem yanlış mı söylemişti. Ermeni Adam diyeceği yerde Ermeni kadını mı demişti. İçimde, babamınAndon amca dediği adamı bir an önce görmek için bir merak uyanmıştı. Dışarıya çıktığımızda ağabeyim koşarak geldi yanımıza. Dikkat ettim, çaktırmadan kebapçı kedileri gibi yalanıyordu. Börekleri evimize bırakırken herhalde dayanamayıp birazını yemişti. Ben ağabeyime bakarken bir anda korkudan zıpladığımı gören babam güldü.

         “Korkma be Ahmet,” dedi.

         “Korkmadım, erkek adam korkmaz” demiştim ama gururumu korumak için söylediğim kocaman bir yalandı bu.        

         “Alışmalısın bu sese, sık sık duyacaksın burada bu sesi.”

         “Ne bu baba?”

         “Kilise çanı. Şu karşıda gördüğün Ermeni kilisesi. Nasıl bizim camilerde ezan okunuyorsa, Ermenilerin kiliseleri de böyle çan çalar işte.

O gün bizim körfezlilerin sürekli çıktığı kahveye uğradık ilkin. Babam orada birisine zeytin satacağı arabayı nerede yaptıracağını sordu. Daha sonra da bizi Sultan Ahmet’e çıkardı. Oradan da Gülhane Parkına indik. O günü hiç ama hiç unutmadım. Akşama doğru dönüp ahşap merdivenlerinin bazı basamakları gıcırdayan evimize gelirken ilk işim Anuş teyzenin penceresine bakmak oldu. Pencerenin önünde yaşlı ve beyaz saçlı bir adam oturmuş bize doğru bakıyordu. İkinci katın kapısının önünden geçerken yine kapı açıldı, bembeyaz saçlarıyla Anuş teyze göründü.

“Mustafa Efendi,Andon amcan, gelip bizde bir ikindi çayı içmezler mi diye soruyor?”

“Zahmet vermeyelim,” dedi babam.

“Zahmet olur mu hiç, memnun oluruz buyurun.”

 

Babamla Andon amca tatlı tatlı söyleşirken ağabeyimle biz Anuş teyzenin önümüze bolca koyduğu, daha önce hiç görmediğim,  o zamanlar hiç birinin adlarını ve tatlarını bilmediğim, sonradan bunların adlarının kek, çörek, kuru pasta olduğunu öğrendiğim tadına doyulmaz şeyleri yiyorduk. Gözümün ucuylaAndon amcayı süzmeyi de unutmamıştım. Onun da, Anus teyze gibi beni yiyecek hali yoktu. Onun için bir süre sonra onu süzmeyi de bırakıp ağabeyimden aşağı kalmamak için önümdeki tabağa yumuldum. Hemen hemen ikimiz de aynı zamanda bitirmiştik tabaklarımızdakileri.  Anuş teyze, imha ekibi gibi yiyip bitirdiğimizi görünce, yeniden koymak istediğinde tabaklarımıza adını bilmediğimiz şeyleri, babam:

“Yeter Anuş teyze, akşama yemek yiyemezler sonra,”dedi. Sanki evimizde akşama yiyecek doğru dürüst yemeğimiz varmış gibi. Biz de babamı kırmamak için doyduğumuzu, başka istemediğimizi söyledik.  Ben bunu söylerken kadının yüzüne bakamadım yalan söylediğim belli olmasın diye. “Teşekkür edin Anuş teyzenize,”dedi babam. Ben bu durumda nasıl teşekkür edilir bilmediğimden ağabeyime baktım. Onun nasıl teşekkür edileceğini okulda öğretmeninden öğrendiğini sonrada öğrendim.

“Teşekkür ederiz,”dedi ağabeyim. Ben de hemen kopya çekip:

         “Teşekkür ederiz,”dedim.

         “Bir şey değil yavrum,” deyip başımı okşadı Anuş teyze benim.

“Mustafa Efendi, çocuklar sevdi yaptığım şeyleri kalanını koyayım bir kaba da götürün lütfen, biz yaşımızdan dolayı fazla yiyemiyoruz böyle şeyleri, zaten sizin çocuklar için yapmıştım bunları.

         “Pekiyi Anuş teyze, teşekkür ederiz.” Babam Anuş teyzenin önerisini kabul etmeyecek diye boşuna korkmuşum. O akşam hepimizin  yemeği Anuş teyzenin verdiği koca bir sahan dolusu adını bilmediğimiz o şeyler olmuştu.

 

         Annem ve ablam geldiğinde evi döşeyip oturacak hale getirdiler. Babam köyden getirttiği zeytinleri arabayla satmaya başladı. İşi iyi bilmediğinden olacak bazı günler yüzü çok asık dönüyordu eve. Ya hiç satış yapamıyor, ya da yorulduğuna değmiyordu yaptığı satış. İstanbul’un yokuşlarında arabayı sürmek çok yoruyordu babamı. Elimizdeki paranın eksilmesinden çok korkuyorlardı annemle babam. Onun için odun boşaltma işi bulduğu günler hamallık yapıyor, iş bulamadığı günler zeytin satıyordu el arabasıyla.

Bir gün evimize ziyarete gelmişlerdi Anuş teyzeyleAndon amca Babamla uzun uzun konuştular. Konuştukları şeylerin çoğunu anlayamıyordum ben, nedense yine de can kulağıyla dinliyordum onları. Çok tatlı anlatıyordu yaşlı adam, bir de konuşması dikkatimi çekmişti, bizler gibi konuşmuyordu.Andon amca emekli bir matbaa işçisiymiş. Birkaç aydır babamı gözlüyormuş el arabasıyla işe giderken ve işten dönerken.

“Bu yaptığın işlerin sonu yok Mustafa, sigortası ve emekliliği olan bir işe girmelisin sen,”dedi.

“Nerde öyle bir iş beAndon amca, bulsam durur muyum, hemen girerim.

“Emekli olduğum matbaanın sahibi yakın tanıdığımdır, her halde o kadar hatırımız vardır. Yarın gidip konuşurum kendisiyle,” deyince babamın yüzünün böyle mutlu görmemiştik çok uzun zamandan beri. Yaralandığı kavgadan ve köydeki malları sattıktan sonraki yüzüne yerleşen o dünyadan bezmiş görünüşlü maske düşmüş, gerçek yüzü ortaya çıkmıştı. Gözlerinin içi gülerek dinliyorduAndon amcayı.

 

Ertesi günAndon amca görüşmesinin sonucunu söylemek için bizi evine davet etmişti. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben babamın işinin sonucundan çok Anuş teyze’nin yine o adını bilemediğim şeylerden verip vermeyeceğini merak ediyordum. Çift taraflı domino derler ya, hem babamın işinin olduğunu öğrendik ve hem de bol bol yedik o adını çok sonra öğreneceğim şeylerden.

Andon amca bu müjdeli haberi verdiğinde evimizdeki sevinç görülmeye değerdi. Hemen işe başlayacaktı babam. Bizim köylerde hiç duyup bilmediğimiz bir işe başlayacak, matbaa işçisi olacaktı. Köye gittiğimizde bunu arkadaşlarıma nasıl anlatacağımı düşündüm. İşin içinden çıkamamıştım. Anlatması için ağabeyime havale edecektim babamın işini soran çocukları.

Ailece mutluyduk. Ablamla ağabeyim de yakındaki okullara yazılmışlardı. Ben eve yüz metre kadar uzaklıktaki bakkal dükkânına yalnız gidebiliyordum artık. En alt kattaki kiracının benim yaşımdaki oğluyla arkadaş olduğumdan yalnızlığımı biraz olsun gidermiştim; ancak, bir sorun vardı. Arkadaşım benim konuşmamla dalga geçiyordu. Sözde konuşurken “va” değil de “var” diyecekmişiz. Yalnız bu olsa bir şey değil. “Geliyom, gidiyom” yerine “geliyorum, gidiyorum” diyecekmişim. Babama sordum “Doğru,”dedi. Başka türlü İstanbullu olunmazmış. Başa gelen çekilir deyip arkadaşımdan İstanbullular gibi konuşmasını öğreniyordum; çünkü İstanbul’u sevmiştim. Merdivenlerden bizim eve çıkarken ya da inerken, gıcırdayan bazı basamaklar daha fazla ötsünler diye uğraşırdım. Çoğu zaman, merdivenlerin gıcırtısını duyan Anuş teyze kapıya çıkar bana çok sevdiğim fıstıklı lati lokumlardan verirdi. Mahallede en yakınımızAndon amcayla Anuş teyzeydi. Ara sıra biz onlara gider, onlar da bize gelirlerdi. Bize geldikleri bir akşam babamlaAndon amcanın aralarında şöyle bir konuşma geçti.

“Sana nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorumAndon amca. Hem sigortalı bir iş sahibi oldum, hem de elimdeki ev için sakladığım paranın bozulmasını önledin,“ dedi babam.

“Sorması ayıp olmasın, elinde ne kadar paran var ev almak için Mustafa?”diye sorarken ayıp mı ettim acaba diye çekinerek babamın yüzüne bakıyorduAndon amca. Babam elimizde ev almak için ne kadar para olduğunu söyledi.

“Bu evi satın almak ister misin? Diye bir başka soru sorduAndon amca.

“Böyle bir ev alabilir miyim bu parayla?”

“Biraz borçlanırsın ama alabilirsin Mustafa. Bu evin sahipleri yurt dışına gittiler. Benim çocukluk arkadaşım olur kendileri. Evi bana bıraktılar. Sen otur, iyi müşteri bulursan da satarsın dediler.

“Böyle bir şey olursa çok sevinirim Andon amca, nasıl yaparız bu işi?

“Bende vekâletnameleri var, istersen yarın gideriz notere evin devrini yaparım sana.”

 

Eve döndüğümüzde babam kulaklarına inanamamış gibiydi. Sevinçten uçacaktı neredeyse. Andon amca için,” bu adam normal insan değil hanım, Hızır herhalde” diyordu. Gerçekten ertesi gün elimizdeki o parayla benim daha sonra sefertasına benzettiğim, oturduğumuz evi satın alıp rüyalarımızı           gerçekleştirmiştik. Kalan çok az borcumuzu da babamın ücretinden yaptığı tasarrufla ve tatil günleri el arabasıyla sattığı zeytinlerden kazandığı, ve en güzeli de en alt kattaki kiracımızdan aldığımız kirayla ödeyecektik. Aşağıdaki kiracının ne kadar ödediğini söylemiş; ancak, kendi ödediği kirayı söylememiştiAndon amca. Uzun uzun bu konuyu konuştu annemle babam. Annem:

“Andon amcalardan kira almayı düşünüyor musun?”diye sordu babama.

“Hayır,” dedi babam. Bu insanlığa sığmaz, Sahibi, Türkiye’den ayrılırken ona otur diye bıraktığına göre bu evi, kendisinden kira aldığını hiç sanmıyorum. Kira vermeden oturduğu evin devrini bize yapan bu adamın parasını nasıl alabiliriz ki? Onlar ölünceye kadar kira vermeden bu evde oturacaklar hanım.

“Babama sigortalı iş de buldu adam,”dedi ablam. O da benim gibi çok sevmişti bu iki yaşlı komşumuzu, bu güzel insanlardan kira alınmasını istemiyordu. Çok sevdiğim bu iki tonton ihtiyar için benim de bir şeyler söylemem gerekiyormuş düşüncesine kapılmıştım o sırada:

“Anuş nine(Çoktandır Anuş teyzeye nine,Andon amcaya dede diyordum) bize yediklerimizden de veriyor hem,”dedim. Annem:

“İşi gücü gırtlak bu çocuğun, durmadan o yediklerini sayıklıyor. Anuş teyzeden hem adlarını, hem de nasıl yapıldığını öğreneceğim o bize verdiklerinin.” dedi. Annemin söylediği bu şeyler ev sahibi olmamızdan da önemliydi benim için. Gerçekten de annem sözünde durmuş öğrenmişti yediklerimizin adını ve nasıl yapıldığını. İlk denemesi biraz kötü olmuştu ama ses çıkarmadan yedik ağabeyimle. Daha sonra yavaş yavaş ustalaştı. Hiç birimiz inanmadık söylediğine ama, annem üzülmesin diye sesimizi çıkarmadık, ”benden iyi yapıyorsun,” dedi Anuş nine anneme.

Bizim yalvarmalarımıza dayanamayan babam, ağabeyimle ikimizi trene bindirmeye razı oldu. Kumkapıdan bindiğimiz tren Sirkeci’de durduktan sonra babam: “Sizi vapura da bindireyim mi?” diye sorduğunda onun şaka yaptığını sanmıştım ilkin. Daha sonra yüzüne şüpheyle baktığımda onun şaka yapmadığını anladım. Ağabeyim babamın söylediğinin doğruluğuna inanmış ve:

“Bindir baba,” diyerek sevinçle yanıtlamıştı onu.

Sirkeci’den Unkapanı köprüsüne doğru yürüyüp iskeleden Haliç vapurlarından birine bindik. Vapur küçüktü ama, yine de vapurdu işte. Köye gittiğimde arkadaşlarıma vapura bindim dediğimde yalan söylememiş olacaktım. İnanmazlarsa yemin de edebilirdim. Eyüp’e kadar gidip vapurdan indik. Eyüp Sultan Camisini yakından görüp, babamın aldığı küçük su testisi elimde, yine vapurla Eminönü’ne döndük. Ağabeyimle neredeyse sevinçten uçacaktık eve geldiğimizde, o günkü gezimizi anneme anlatmak için ağabeyimle yarış halindeydik. Birbirimizin sözünü kesiyorduk durmadan. Sonunda ağabeyim yüzüme kötü kötü bakınca sustum. Üstelik de ağabeyim o bakışlarını haklı bir gerekçeye dayandırmak için:

“Sus oğlum. Su küçüğün söz büyüğün bilmiyor musun?”dedi.

 

Günlerimiz ailece mutluluk içerisinde geçiyordu. Babamın yüzü gülüyordu artık. Onun neşesi hepimize yansıyordu. Annemin korkularını da boşa çıkarmıştı ablam ve ağabeyim. Okulunuzda şehir çocukları ezmeseler bari köylü diye bizimkileri, deyip üzüntüsünü belirtmişti babama. Babam Ablamla ağabeyime moral vermek için güzel şeyler söylemişti ama, onun da bu konuda çok rahat olmadığını anlamıştım ben. Annem okula onların durumlarını sormaya gittiğinde öğretmenlerinin ablam ve ağabeyim için söylediklerini öyle mutlulukla anlattı ki eve geldiğinde, sevinçten aklını kaçıracak sandım. Sevinçten hemen Anuş teyzeden öğrendiği kek ve pastalardan bolca yaptı annem. Onların başarısında hiç payım olmadığı halde en çok ben yedim annemin yaptıklarından.

Evi satın aldıktan bir ay sonra Anuş nine ne kadar kira vermeleri gerektiğini sormaya geldi babama. Babam:

“Siz ölünceye kadar kira vermeyeceksiniz. İnsan evinde oturan annesinden babasından kira mı alır?” deyince kadın bir tuhaf oldu.

“Ama Mustafa Efendi,Andon amcan kabul etmez böyle bir şeyi,”deyince.

“Ben konuşurum kendisiyle siz merak etmeyin. Sizin bize yaptıklarınızı insanın annesi babası yapmaz, kira vermeden oturduğunuz evi bize devrettiniz. Sizden kira almanız insanlığa sığar mı Anuş teyze?” deyip onu gönderdi babam. Bu konuyu Andon Dedeyle konuşup, onu kira vermeden oturmayı zor da olsa kabul ettirmişti babam. Bu arada, bir sokak ötede Andon dedelerin üç katlı, her katında birer odası olan evleri olduğunu da öğrenmiştik. Anuş ninemin, her an devrilecekmiş gibi duran  bu eski ve daracık evde dik merdivenleri yüzünden oturmadığını, düz-ayak olan bizim evi yeğlediklerini öğrendik.

Andon amca babamın kirasız oturma önerisini bir koşul ileri sürerek kabul etmişti. Her aybaşı babama içki ısmarlayacaktı. BunuAndon amcanın evinde Anuş teyzenin mezeleriyle yapacaklardı. Babam daAndon amcanın bu önerisini kabul etmek için bir koşul ileri sürmüştü. O da şuydu: Üç aybaşı onlarda bir aybaşı da bizde içeceklerdi birlikte..

Anuş ninenin hazırladığı içki sofrasını gördüğümüzde hepimizin gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Bu gerçek bir ziyafetti. Balık ağırlıklı bu sofrayı daha sonraki yaşamımda da birkaç kez daha gördüm, o da yine aynı kişi tarafından hazırlanmıştı. Lakerdeler, pavuryalar, karides, ahtapot, tarak, midye dolma, daha neler neler. Ana yemek lüfer ızgaraydı. Benim en çok dikkatimi çeken çiroz salata oldu. Kumkapıda dizi dizi gördüğüm kurutulmuş uskumruların bir tabağın içerisinde sunulmasını ilk kez görüyordum. Buna çiroz salatası denirmiş. Babam bu salatadan bir lokma aldı, pamuk gibi olmuş, hiç böylesini yememiştim,bunu nasıl yapıyorsunuz Anuş teyze,” diye sordu. Bu söylediklerinden babamın çirozu daha önce yediğini anladım. İplerde dizili o balıkların nasıl yendiğini hep merak ederdim, bilseydim babama sorardım bunu. Anuş nine hem tarifini verdi ve hem de ne zaman içki sofrası kurduysa eksik etmedi çiroz salatasını.

O akşamın benim için bir sürprizi deAndon amcanın ud çalıp yanık yanık şarkı söylemesi oldu. Anuş ninenin çoktan beri eline almamıştı dediği udunu isteyince kadıncağız biraz şaşırmış kocasının yüzüne tuhaf tuhaf bakmıştı. “Doğru söylüyorum, getir bakalım şu udumu Anuş Hanım dediğinde kadın yatak odalarına gidip getirdi udu. Ben ilk kez görüyordum böyle bir aleti, bizim oralardaki düğünlerde çalınanlardan değildi bu çalgı. Andon dede udun tellerine vurduğunda içimde bir şeyler titremiş gibi oldu. Tenor bir sesle yanık bir şarkı söylemeye başladığında kocası, Anuş nine gözpınarlarında  biriken yaşları bizlere belli etmemeye çalışarak elinin tersiyle sildi. Müzik faslı bittiğinde babam Andon dedeyi alkışlayınca biz de ona uyup hep birlikte alkışladık. Daha sonra öğrendik ki tek oğulları trafik kazasında öleliden beri çok sevdiği udunu o akşama dek eline hiç almamış adamcağız. Karısının şaşkınlığı da ondanmış.

“Kaç yıl oldu, hiç almamıştın eline udunu?” diyen kadının mutlulukla karışık bir hüzün vardı gözlerinde.

“Bir oğlumuzu kaybettik başka bir oğul bulduk, üstelik de torunlarla birlikte. Udumu yeniden elime alışımın nedeni budur Anuş Hanım”.

 

Daha sonraları bizim oralardan İstanbul’a epeyce göç oldu. Biz geldiğimiz zamanlarda tanıdık kimse yoktu pek. Onun için de en yakını dostumuz Andon dedeyle Anuş nineydi. Evin kalan borcunu on iki takside bölmüşlerdi babamla anlaşıp Andon dede. Son taksitimizide önümüzdeki Eylül ayında ödersek borcumuz bitecek diyordu bizimkiler. Biraz zorlanıyorduk geçinmek için ama, babamın tatil günlerinde kayıklardan odun boşaltması bize ilaç gibi (Annem böyle derdi) geliyordu. Üç kardeş de mali sıkıntının ayırtındaolduğumuzdan aileden fazladan isteğimiz olmuyordu. Üç kardeşin içinde en rahatı bendim. Tatlı sıkıntım yoktu. Ne zaman merdivende görse Anuş Nine bir şeyler vermeden bırakmıyordu beni. Hacı Bekir adını ilk kez ondan duydum. Bir gün verdiği lati lokumun markasının Hacı Bekir olduğun söylemişti. Kimse bu Hacı Bekir denilen adam, gerçekten güzel lokum yapmıştı; şahane bir tadı vardı yediğim bu şeylerin. Her zaman tadı damağımda kalırdı. Yedikten sonra bir süre kedi gibi yalandığımdan beni o halde gören annem, güler:

”Yine lokum mu yedin?”diye sorardı.

O yıl yaşım geldiği için okula başlayacaktım. Eylül ayı geldiğinde bunun heyecanını duymaya başlamıştım. Önüme gelene müjde verir gibi söylüyordum okula başlayacağımı. Anuş nine önlüğünü ben alacağım okula başladığında dediğinde, cömertlikte birbiriyle yarışan bu iki yaşlı insandan Andon dedem de ondan aşağı kalmazdı doğal olarak. O da, okula giderken giymem için bir çift kundura alacağını söyledi.(Daha sonraları bunu düşündüğümde tabanları delinmiş pabuçlarımı gören Dede, onlarla okula gidilemeyeceğini düşünmüş, halime acıyıp bana pabuç almış olabilirdi)

Eylülün başlarında evimizin son borç taksitini ödemek için babamla alt kata indiğimizde Andon dede çok sıkıntılı görünüyordu. Yer gösterip oturttular bizi. Onun bu hali babamın hemen dikkatini çekmişti.

“Andon amca çok sıkıntılı görünüyorsun, hayırdır, bir şey mi oldu?” diye sordu.

“ Sorma be Mustafa. Bazı insanlar rahatdurmuyor bu sıralarda, çok yanlış şeyler yapmaya başladılar. Son zamanlarda halkı kışkırtıp Rumların üzerine saldırtmak için uğraşıyorlar.” Böyle şeylerle ilgilenemeyen, doğru dürüst gazete falan da okumayan babam:

“Kim yapıyor bunuAndon amca?” diye sordu.

“Kıbrıs Türktür,” diye bir dernek kurmuşlar, İstanbul’da Rumların çok oldukları semtlerde şubeler açtı bu dernek. Onlar Patrikhanenin Rumlardan para toplayıp Kıbrıs’taki Enosis çetelerine gönderdiklerini; Ayrıca, Rum tüccarların Türkleri soyduklarını yayıyorlar çevreye. Hürriyet gazetesi bunlara çanak tutup kışkırtıyor.”

“Öyle olsa bile siz Rum değilsiniz ki Andon amca?”

“Ah be Mustafam, bilirsin kurunun yanında yaş da yanar.  Müslüman da olmadığımız için öyle bir yangın başlatılırsa biz de yanarız o ateşte.

“İnşallah öyle bir şey olmaz beAndon amca.

“İnşallah Mustafam, inşallah yavrum.”

Bu konuşmalar yapıldıktan sonra iki gün ya geçti ya geçmedi. Babam işten gelmiş, her zamanki gibi hava karamaya başladığında akşam yemeğimizi yemiştik. Konuşurken konu benim bu yıl okula başlayacağıma gelmişti. Dilini kısmen düzeltmiş olan ağabeyimle ablam benim de bir an önce onlar gibi konuşmam gerektiğini, yoksa okulda arkadaşlarımın benimle dalga geçeceklerini söylüyordu. Aslında artık köyden geldiğimiz zamanki gibi “va” yerine “var”, “buba” yerine “baba” demeye başlamıştım ama, bizimkiler okulda bunun yetmeyeceğini söylüyorlardı.

Gecenin bir vaktinde Andon dede ve Anuş nine kapımızı çalıp içeriye girdiklerinde hepimiz onların halini gördüğümüzde şaşkına dönmüştük. İki yaşlı insan rüzgâra tutulmuş yaprak gibi tir tir titriyorlardı. Onları öyle, yüzleri sapsarı ve tir tir titrerken gören annem ve babam hemen ayağa kalktılar.

“Ne olduAndon amca, kötü bir şey mi oldu?”diye heyecanla sordu babam.

“Oldu ya Mustafa. Osman Bey’de azınlıklardan birinin işlettikleri bir pastaneye saldırıp her şeyi kırıp dökmüşler. “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır,” diye bağıran grup ondan sonra Rum, Ermeni ve Yahudi evlerine ve iş yerlerine saldırmışlar. Yaralılar olduğunu duyduk. Sözde bugün Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve bomba atılmış. “İntikam” diye bağırıyorlarmış kalabalıktakiler.”

“Kim söyledi?

“Meyhaneci Agop garsonuyla haber göndermiş, “başlarının çaresine baksınlar, en kısa zamanda sıra Kumkapı’ya gelecek”, demiş.”

“Ne yapmayı düşünüyorsun?”

         “Bilemiyorum. Bu yaşta ne çaresi düşünebiliriz ki biz?”

         Andon dede bunu söylediğinde sokaktan gelen bir takım sesler duyulmaya başlamıştı bile. “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır,”diye hep bir ağızdan bağıranların sesi evimize kadar geliyordu sokaktan. Andon dedeyle Anuş nine dokunsalar ağlayacaklarmış gibi babamın yüzüne bakıyorlardı.”

         “Korkmayın biz saklarız sizi,” dedi babam.

         “Senin başın da derde girer,” dedi Anuş nine. Titremesi iyice artmıştı kadıncağızın bunları söylerken. Babam bir şey söyleyecekti ona, lafı ağzında kaldı. Aşağıdakiler sokak kapısını vurmaya başladılar. Arkasından da öfkeli bir ses:

         “Açın, yoksa kırarız kapıyı,” diye bağırdı. Babam:

         “Hemen ikiniz, Ahmet’i de alıp bizim odadaki karyolanın altına girin dedi. Üçümüz birden koşarak babamların odasına gidip karyolanın altına girerken babam da aşağıya kapıyı açmaya gitti. Ben Andon dedeye sarılmıştım korkudan. İkimiz de titriyorduk.

Bir takım gürültüler geliyordu alt katımızdan. Bir şeyler kırılıp dökülüyordu. Bazen babamın itiraz eden sessini işitir gibi oluyorduk, hemen arkasından onu tehdit eden birkaç ses duyuluyordu. Babamların yatak odasının altında Andon dedemlerin de yatak odaları vardı. Sesler altımızdan gelmeye başladığında, oturduğumuz ahşap döşemenin tahtaları arasından sızan ışığın geldiği yere gözümü dayarken, hafifçe gıcırdamıştı tahta, Andon Dede: Korkulu bir sesle fısıldayarak, “yavaş, ses çıkarma,”dedi. Ben zaten nefes almaya bile korkuyordum, ses çıkaracak halde değildim. Gıcırdamamaları için gayet yavaşça hareket ederek, gözümü dayadığım tahtaların arasından aşağıda olanları gözledim. Bir elimin parmakları kadar adam, (Hepsinin ellinde birbirinin aynı sopalardan vardı) öfkeli sesler çıkarıp küfürler ederek odada ne var ne yok kırıyorlardı. Her şeyi kırdıktan sonra (Anuş Ninemin, “annemden kalmıştı, ona da annesinden” dediği) iki gümüş şamdanı alıp çıktılar odadan. Bir süre sonra saklandığımız odanın kapısının açıldığını duyduk. Bir adam:

         “Saklamıyorsunuz değil mi o gâvurları,”diye sertçe sordu babama. Yanımda duran Anuş ninenin, birbirimize değmediğimiz halde titremesini duyumsayabiliyordum. Andon dedenin titremesi de artmıştı.

         “Hayır,”dedi babam ve kararlı bir sesle ekledi. Ben seni tanıyorum, bu mahallede de ara sıra görüyorum. Evime girip yatak odamı kontrol ediyorsun. Her zaman arkanda bu kalabalığı bulamazsın dikkat et.”

         “Biz bu işi vatan için yapıyoruz. Vatan hainlerinin cezasını vermek her Türk vatandaşının görevidir. Kanı bozuk olmayan herkesin aynı şeyi yapması vatan borcudur.”

         “Ben de en az senin kadar Türküm, Müslüman’ım ve kanım da bozuk değil. Tamam mı ?”

         “Yatağın altında falan değiller öyle değil mi?”

         “Şimdi su koyuverdin işte. Bu konuda yalan söyleyecek adama benziyor muyum ben? Vatan hainine benzer bir halim mi var benim? Bir saat önce bir haber gelmiş Şişlide Müslüman olmayanlar saldırıya uğruyor diye. Biz Samatya’ya doğru gidiyoruz deyip çıktılar evden iki ihtiyar.”

         “Samatya’da da buluruz onları merak etme. Hadi eyvallah.”

         Kalabalığı başındaki adam, babamın kararlı duruşundan ve sağlam yapılı cüssesinden de çekinmiş olacak ki daha fazla üstelemeden gitti.

         Sesler kesildikten bir süre sonra babam gelip bizi karyolanın altından çıkardı. İki ihtiyar halen titriyorlardı.

         “Tehlike geçti. Kiliseye doğru gittiler.”

         “Çok teşekkür ederiz Mustafam, az daha senin başını da belaya sokacaktık.”

         “Önemli değilAndon amca. Kurtuldunuz ya, ödüm koptu size bir kötülük yapacaklar diye. Adamın elinde adres ve isimler yazan bir liste vardı, kimin nerede oturduğunu daha önceden belirlemişler. O yüzden, sizin için burada oturmuyorlar diyemedim.?”

         “Kalabalık Samatya yönüne doğru uzaklaştıktan sonra, hep birlikte aşağıya indiğimizde, pencere camları da dahil, kırıp dökülmedik hiçbir eşya kalmadığını gördük. Birkaç değerli şeyin de götürüldüğünü söyledi Anuş nine. O gece bizde kaldılar. Fazla yatağımız olmadığı için ben Anuş ninemle birlikte yattım. Uyumadan önce bana sımsıkı sarılıp yatan bu kadının, çocukken babaannemin beni korkuttuğu Ermeni karısı olduğunu düşündüm bir an, sonra da uykuya dalmışım. Rüyamda Hacı Bekir marka lati lokumlar yiyerek güzel bir uyku çekerken, Andon dedeyi aramak için evimizi basan eli sopalı adamlar babama saldırınca ter içinde uyandım. Gözlerimi açtığımda salon olarak kullandığımız odadan sesler geldiğin duydum. Kalkıp baktığımda kimseyi uyku tutmadığını, herkesin orada çay içtiğini gördüm. Gidip Andon dedenin dizine yattım, biraz sonra da orada uyumuşum.

         Ertesi gün sıkıyönetim ilân edildiğini, saldırı olasılığı kalmadığını söylediler. Saldırı olasılığı yoktu ama, aşağı katın da oturulacak hali kalmamıştı. Annem ve ablam da Anuş Nineye yardım edip evi biraz toparladılar.         

         Huzurları kalmamıştı iki yaşlı komşumuzun. “Göçmenlik zor olacak, bu yaştan sonra diyordu Andon dede. Anuş nine hiçbir şey demiyor, evinin saldırıya uğradığı günden beri sadece için için ağlıyordu.

         “Gitmeseniz olmaz mı?” diye sordu babam Andon Dedeye. Göçmenlik zor gerçekten, bunu köyden kopup buralara geldikten sonra anladım ben. Üstelik siz yabancı bir ülkeye gideceğinizi söylüyorsunuz?”

         “Zor olmaz mı Mustafam, yaş yetmişi geçti. Üstelik benim ailem beş yüz yıldır bu şehirde oturuyor. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında Anadolu’dan getirip buraya yerleştirdiği yirmi bin Ermeni ailesinden birisi de benim atalarımmış.”

         “Nereye gitmeyi düşünüyorsunuz?”

         “Fransa’ya gideceğiz Mustafa, Marsilya’ya. Ağabeyimin oğlu orada oturuyor. İstanbul’daki olayları duyunca mektup yazmış. Hiç durmayın, atlayın uçağa gelin buraya diyor mektubunda. Karar vermek gerçekten zor ama, gideceğim yeğenimin yanına Mustafa.”

         “Geliriz dersek hemen uçak bileti gönderecek yeğenim Araz.”

         “Ne desek bilmem ki,” diye söze girdi annem.  O ana kadar sessizce onları dinledikten sonra, belki caydırırım umuduyla benim de bir şeyler söylemem gerektiğini düşündüm.

         “Gideceğiniz o yerin dilini de bilmiyorsunuz, ne yapacaksınız orada Andon dede?”

         “Bazı şeyleri işaretle anlatırız be Ahmet. Yeğenim de yardımcı olur.       

         “Daha sonra da öğreniriz dillerini,”dedi Anuş nine. Söyledikleri işime gelmemiş olacak ki:

         “Ben olsam gitmem dilini bilmediğim öyle yerlere.”

         “ Doğup büyüdüğümüz, dilini bildiğimiz yerde istemiyorlar bizi,” derken neredeyse ağlayacaktı Andon dede. Çok üzgündü. Durumu anlayıp sustum.

         Yeğeninin gönderdiği uçak biletleri geldiğinde sevinmek şöyle dursun ikisi de dokunsanız ağlayacak gibiydiler. Ertesi günü yola çıkacaklardı. O akşam evimize gelip bir sokak ötedeki, Anuş ninenin “sefer tası” dediği evin anahtarını ve evi satması için vekaletnamesini babama bırakan Andon dede:

“Bu durumda İstanbul’da çok ev boşalacak Mustafa, ileride uygun bir fiyat bulduğunda evimizi satıp parasını bize gönderirsin,”dedi. Anuş nine de halıları ve kesilip yırtılmamış yorgan ve yatakları anneme verdi.

“Belki dönersiniz acele etmeyelim,”deyince babam, ona bakıp acı acı güldü Andon dede. Onun o gülüşünden anladım ki bundan sonra Hacı Bekir’in lati lokumlarından yiyemeyecektim.

Ertesi gün Bizim tüm aile bu çok sevdiğimiz komşularımızı Fransa’ya yolcu etmek için Kumkapı’dan trene bindik, ikisinin arasına oturmuştum ben, daha doğrusu onlar oraya oturmamı istemişlerdi. Hava alanına gidinceye dek kimse bir tek laf etmemişti. Ağızlarımızı bıçak açmıyordu sanki. Havaalanında yarım saat kadar oturduk, Andon Dede babama İstanbul yaşamıyla ilgili bazı öğütler verdi. Biz çocuklara okuyup adam olmamız gerektiğini söyledi. Ermenilerin Osmanlılar zamanında en sevilen tebaa (Tebaanın ne demek olduğunu daha sonra ablama sorup öğrenecektim) olduğunu. Ülkeyi bu duruma nasıl getirdiklerini okuyup öğrenmemizi bizden istedi. Dedem bunları anlatırken Anuş nine kimseye söylemeden kalkıp gitti. Bir süre sonra da elinde bir kutuyla geldi. Elindeki lokum kutusuydu. Onu bana verdikten sonra, cebinden çıkardığı bozuk paraları üç kardeşin arasında bölüştürürmek isterken bizler alıp almamakta kararsız kalıp babamın yüzüne baktık. Anuş nine:

“Bizim gittiğimiz yerde bu paralar geçmez çocuklar, babanıza bakıp durmayın,” dedi ve ekledi: Bu çocuğu lokumsuz bırakma sakın Mustafa Efendi, lokumu çok seviyor Ahmet,” dedi ve babamdan beni lokumsuz bırakmayacağına dair söz aldı. Ne yalan söyleyeyim, bu üzüntülü günde epeyce sevinmeme neden olmuştu bu olay. Vakit gelip de onlar yolcuların bölümüne geçerken sanki cenaze evinde gibiydik. Babamın dışında herkes yüksek sesle ağlıyordu. Onlar gözden yittikten sonra bir süre daha ağladık.

Yeşilköyden trenle Kumkapı’ya dönerken kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ağabeyimle beni, kendi ölçülerine göre daha eril yetiştirmek için sık sık: “Erkek adam ağlamaz,”diyen babam, dokunsalar ağlayacaktı sanki. Belli etmemeye çalışıyordu ama, ağlamamak için kendisini zor tuttuğu her halinden belliydi. Diğerlerimizin durumu da babamdan farklı değildi. Hepimiz birbirimizden kaçırıyorduk gözlerimizi. Boş gözlerle akıp giden boşluğa bakıyorduk trenin penceresinden. Ben Anuş ninemin hava alanından aldığı lokum kutusuna bir süre bakıp yutkundum. Sonra da, dayanamayıp açtım kutuyu. Lokumu daha ilk ısırışımda ağabeyim kötü kötü baktı yüzüme.

Lokumu ağzıma atarken zaten tedirgindim. Ağabeyimin o bakışıyla bana:”lokum yemenin zamanı mı şimdi?” demek istediğini anlamıştım.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums