Bir YOL Hikayesi

  • 9.08.2011 00:00

Yola çıkmadan önce herkes bir kerecik daha görmek istiyordu yakınlarını. Anneler, babalar, eşler, kardeşler ve hatta bazı  tanıdıklarımız da gelmişlerdi bizleri yakından görmeye. Ben gözaltına alınalı yüz gün olmuştu, o günden sonra da eşimi ve çocuklarımı görememiştim. Bu yüz günün altmış üç gününü emniyet müdürlüğünde otuz yedi gününü de bir askeri birlikte geçirmiştim. Bu süre içerisinde kimseyle görüştürülmemiştik. Eşim aynı zamanda avukat da olduğundan, kötü bir görüntüyle karşılaşmamaları için çocuklarımı getirmemişti sanırım.

 

            Birbirimize uzunca bir zincirle bağlı olduğumuz arkadaşımı gözaltına alındıktan sonra tanımıştım. Yaşı bana yakın inceden orta boylu bir arkadaştı. Aslında kelepçeleyebilirlerdi bizi, sanırım ne denli azılı terörist olduğumuz iyice anlaşılsın diye böyle zincirlemeyi uygun bulmuştu darbeciler ve onların yardakçıları. Kentin en kalabalık yeri olan Heykelönü denen yerdeydi adliye binası. Tutukluluğumuz vicahiye çevrilmesi(Hükmün yüzüne karşı söylenmesi) için yargıç karşısına çıkarılmıştık. Sözde yargıç karşısına çıkarılıyorduk ama beşer beşer mahkeme salonuna alındığımızda ne biz yargıcın ne de yargıç bizim yüzümüzü gördü. Arkası bize dönük olan yargıç pencereden dışarıya bakıyordu. Hepimiz ayrı ayrı suçsuzluğumuzu söyleyip salıverilmemizi istedik, o, eliyle bizi dışarıya çıkarmasını işaret etti görevliye. Onun bu halini bazımız mendeburluğuna, bazılarımız da yüzünün yumuşaklığına verdi. Ben yargıcın o tavrını gördükten sonra bu Temmuz sıcağında niye böyle ceket giyip kravat taktığımızı düşündüm.

 

            Adliyeden içeriye alınırken on saniye kadar görebildiğim eşimi, bizi askeri tutukevine götürecek olan araca giderken de bir o kadar süre görebildim. Bileklerimiz birbirine zincirli olan arkadaşım aksi yönde olan annesini, ailelerin itişme kakışması nedeniyle on saniye de görememişti. Çaresizliliğini anlatan bakışlarla yüzüme baktı…

 

            Sıkıyönetim komutanlığı sanırım askeriyeden almıştı bizi götürecek olan otobüsleri. Son demlerini yaşayan bu eski araçların bizi gideceğimiz askeri tutukevine ulaştırıp ulaştıramayacağını düşünmeden edemedim. Bir yandan bunu düşünürken aklıma dışarıda beni görmek için gelen eşim aklıma düştü. Dışarıya baktığımda onu göremedim.

 

            İlkin arkadaşlarımızdan bir bölümünü götüren önümüzdeki araç hareket etti, arkasından bizim külüstür yorgun bir homurtuyla, ilkin bir sarsıldı sonra yola koyuldu. Otobüsün gidiş yönünde eşimin beklediğini ve bana hüzünlü gözlerle el salladığını gördüm. Yola koyulduğumuzda ilk dikkatimi çeken özel bir klinik oldu. Sorgularda bayılma, yaralanma gibi olaylarda devlet hastanesinin rapor vermesinden korkan polislerin bizi gizlice getirdikleri yerdi burası. Gözaltındakilerin girişinin çıkışının yapılmadığı sağlık kuruluşu; yani, Hipokrat yemini ederlerken ayaklarını kaldıran doktorların çalıştığı yer.

 

            Kliniği geçtikten sonra, birkaç yüz metre ilerideki otobüs durağında iki oğlumun beklediğini görünce şaşırdım. Niye anneleriyle gelmeyip burada beklemişlerdi beni? Nasıl da özlemiştim onları. Heyecandan yüreğim delice çarpmaya başladı. Bu otobüste olduğumu nereden bilmişlerdi? Durağa iyice yaklaşınca yaşları benimkiler kadar olan bu çocukların benimkiler olmadıklarını gördüm. Sevincim bir anda hüzne dönüşmüştü…

 

            Kentin merkezinden uzaklaştıkça binaların görünüşü de değişmeye başlamıştı. Sıvasız, tuğla kırmızısı bir ya da iki katlı evler, içlerinde oturanlar gibi kendileri de yorgun vebıkkın görünüyorlardı. Bu evlerde oturanların bir bölümü balkanlardan gelen göçmen, bir bölümü de çevre köylerden kente göçen kimselerdi. Bu insanların bazısı otomobil ve tekstil fabrikalarında çalışıyor, bir bölümü de otomobil fabrikalarının yan sanayisi olan küçük atölyelerdi ekmek paralarını kazanıyorlardı. Kentin şeftali bahçeleriyle ünlü olan ovasının büyük bir bölümü bu küçük tuğla kırmızısı evlerin arsaları olmuştu. Bir zamanlar merkezin on kilometre uzağındaki Panayır köyü, şimdilerde kentin mahallelerinden biri olmuştu.

 

            Çok gelip gittiğim bu yol, hiç böyle zincire vurulmuş olarak görmemişti beni. Daha önce bir gezi ya da başka bir nedenle bu kentten ayrılırken hiç böyle hüzün ve böyle belirsizlik kaplamazdı içimi. İki çocuğumu ve eşimi bırakmış bir belirsizliğe doğru yol alıyordum. Daha önce çıktığım birkaç gün sürecek yolculuklara hiç benzemiyordu bu seferki.

 

            Şimdi kırk yaşındaydım, yirmi beş yıl kadar olmuştu ilk gelişim bu kente . Nasıl da   korkutmuştu gözümü büyüklüğü, o zaman nüfusu seksen bindi buranın. Yüz hanelik küçük bir köyden gelen bana, uçsuz bucaksız görünmüştü. Liseyi bitirdiğim bu kente, yüksek öğrenimimi Ankara’da tamamladıktan sonra geri döndüm. Döndüğümde de kenti sanayileşmiş ve daha büyümüş buldum. Zenginlikle yoksulluk aynı anda yeşille kucaklaşırdı burada. Ama şimdi rengi yavaş yavaş değişiyordu kentin. Plansız yapılaşmış, bazısı gece bazısı gündüz konmuş konduları arkamızda bırakarak İzmit’e doğru yola koyulduk; bizi donanma komutanlığının tutukevine götürüyorlardı.

 

            TOFAŞ otomobil fabrikasının hizasına geldiğimizde o günü anımsadım. Tarih 10 Temmuz 1976’ydı. Bursa öyle kalabalık miting görmemişti. Birkaç gün önce bu fabrikada Muammer Çetinbaş adlı bir işçi öldürülmüştü. Yetkili olan Maden-İş sendikasından istifa etmeleri için Türk metalciler bildiri dağıtmak istemişlerdi. Maden işliler bu bildirileri almayınca, alanlar da ellerindekileri yerlere atınca dağıtılan bildirileri; Metal işliler silahları çekip kalabalığa doğru rasgele ateş etmeye başlamış, yaralananların biri olan Muammer Çetinbaş aldığı kurşun yarası sonucu ölmüştü.

 

            Yola çıkalı yirmi yirmi beş dakika olmuştu. Dikkatimi bir şey çekti. Otobüsü bir suskunluk kaplamıştı. Kimse konuşmuyordu. Herkes dalgın dalgın bakıyordu camlardan dışarıya. Bizlerle birlikte yolculuk eden polisler de hiç konuşmuyorlardı. Yanımdaki arkadaşla konuşup sessizliği bozmak istedim bir an. Başımı çevirdiğimde onun da otobüsün camından dışarı baktığını ve çok derin hayallere daldığını gördüm, rahatsız etmemek için konuşmaktan vazgeçtim.

           

            Ben de yeniden dışarılara bakıp içinde bulunduğum sıkıntılı durumdan kurtulmak istedim. Yol kıyısındaki, büyüyüp kocaman ağaç olmuş çamların dikildiği zamanı biliyordum, şimdi hepsi kocaman olmuşlardı. Yola en yakınının dalına konmuş iki serçe birbirlerini gagalıyorlardı, ancak bu gagalama kavgaya hiç benzemiyordu, sanki cilveleşiyor gibiydiler. Bir an eşimi düşündüm, yola çıktığımızda bana el sallarken sadece hüzün yoktu gözlerinde…

 

            Otobüs rampada tüm isyanını belli edercesine bağırıp homurdanıyordu. Bu homurtular ve bağırışlar bizleri hapse götürmenin haksızlığına kızdığı için değildi kuşkusuz, yaşlılığın verdiği bıkkınlığını ve yorgunluğunu dile getiriyordu o sesler. Rampa uzadıkça otobüs iyice yavaşlıyordu. Sıcakta iyice basmıştı, dün gece de mahkeme ve yol heyecanıyla doğru dürüst uyuyamadığımız için beni uyku bastırmıştı. Biraz sonra da kendimden geçmişim.

 

            İki çocuk ağlıyordu. Birisi benim küçük oğlumdu. Yanında onunla aynı yaşta bir çocuk daha vardı, onun için Tofaşlı Muammer’in oğlu dedi çevredekiler. Oğlumun uçurtması tellere takılmış, takılırken Muammerin oğlununkine de dolanmıştı. İki çocuk yüksek elektrik tellerindeki uçurtmalarına bakıp bakıp ağlıyorlardı. Beni görünce sevindiler. Uçurtmaları oradan kurtarmak olanaksızdı. “Ağlamayın, size yenisi yaparım,”dedim. Sonradan da onların tepkilerini göremeden uyandım. Otobüs su kaynatmış, telaşlanan polislerle şoför yüksek sesle bir şeyler konuşurken, yaptıkları gürültüyle beni uyandırmışlardı.

 

            Otobüsün motoru soğutulup suyu tamamlandıktan sonra yokuş aşağı sarkıp bir süre ilerlediğinde zeytin deryasının içerisine daldık. Göz alabildiğine zeytinlikti her yanımız. Dünyanın en güzel sofralık zeytinlerini üreten bölgeye girmiştik. Dikkatli bir göz gümüş rengi yapraklar arasında, önümüzün sezonunun sofralarına hazırlanan küçük yeşil zeytinleri görebilirdi. Güneş vurdukça parlayan yaprakların sakladığı dalara ve ağaç gövdelerine konmuş, tüm güçleriyle bağıran ağustos böceklerinin sesi otobüsün gittikçe yükselen motor gürültüsünü aşıp kulaklarımıza kadar geliyordu. Soylarının devamı için bağırmak zorunda olan bu hayvancıklara insanlarca “haylaz” lakabının takılması ilginçtir. Bunun yanında asıl ilginç olan da ülkemizin haliydi. Bu denli zeytin dalı olan bir ülkede bir türlü barış ortamı sağlanamıyordu. Barış ortamını kasten bozanlar şimdi iktidarı ele geçirmiş, provakasyonlarla çarpıştırdıkları insanları toplayıp askeri tutukevlerine dolduruyorlardı.

 

            Bizi götüren otobüs büyükçe bir levhaya doğru yaklaştığında kaçıncı kez olduğunu bilmiyorum ama yine okudum içimden orada yazılanları:”Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma.” Orha Veli, Garip şiir akımını yaratan üç astan kupa olanı. Onun bu yoldan geçtiği zamanlar burada bir viraj vardı. O viraj dönülünce tepeden körfez ve şirin bir ilçe olan Gemlik görünürdü.

 

            Gemlik Körfezini gördükten sonra gözlerim beş deniz mili ilerideki doğduğum köye doğru uzandı. Çocukluğumda yoksulluğun kol gezdiği güzeller güzeli köyüm. Ne de çok balık olurdu o zamanlar. Zaten balık da olmasaymış proteinsizlikten ne olurdu acaba halimiz bilmem? Gözlerim yeniden teğet geçmekte olduğumuz Gemlik’e döndü. Ortaokulu burada okumuştum. O zamanlar beş bin falandı nüfusu, şimdi on katını geçmiş durumda.

 

            Gemlik’i biraz geçince sağ tarafta kartal yuvası gibi duran Umurbey göründü. Cumhurbaşkanı çıkarmış bir köy. Kurtuluş Savaşının Galip Hocası, Türkiye Cumhuriyetinin ilk sivil Cumhurbaşkanı. Şimdi doksan sekiz yaşında. Beyninin biraz sulandığı söyleniyor. Her akşam yatarken, bu akşam komünistler iktidara el koyabilir, dikkat edin dermiş çevresindekilere. 12 Eylül’e çok sevinmiş midir acaba, komünistleri temizleyecek diye? Yoksa askerlerden bir hayır gelmeyeceğini öğrenmiş midir 27 Mayıs dürbesinde? Sanırım hemşerim Celal Bayar, işine geldiği gibi düşünüp sevinmiştir 12 Eylül askeri darbesine.  1950 yılında iktidara gelirken demokrasi vaat ederek birçok ilericiyi ve entelektüeli yanına çeken partisi 1951 yılında tüm komünistleri tutuklatıp işkencelere göndermişti.

 

            Otobüsteki üç polisten ikisi ara sıra konuşuyorlardı. Biri hiç konuşmuyordu. Arkadaşlarının verdiği sigaraya karşılık teşekkür de etmiyordu. Diğerleri de onu konuşması için zorlamıyorlardı. Konuşmayan bu polis fazla suratsızdı, sorguculardan biri olabilir mi diye geçirdim aklımdan. Öyle de olsa ona bir şey yapacak halimiz yoktu ama, önlem olsun diye konuşmuyor olabilirdi…

 

            Orhangazi’ye doğru gelirken otobüsümüz, karşıda İznik gölü göründü. Bu sıcak temmuz günüde sanki buhar tütüyor gibiydi üstünde. Şeyh Bedrettin’i anımsatırdı her görüşümde bu göl bana. Ne diyordu Nâzım Destan’da:

                        Bu göl İznik gölüdür.
                        Yanında İznik kasabası.
                        İznik kasabasında
                        kırık bir yürek gibidir demircilerin örsü.
                        Çocuklar açtır.
                        Kurutulmuş balığa benzer kadınların memesi.
                        Ve delikanlılar türkü söylemez.

            Çelebi Mehmet yendiği kardeşi Musa Çelebinin akıl hocası olan bu Şeyhi öldürtmemiştir. Üstelik de maaş bağlayarak İznik’e kalebentliğe göndermiştir. Bu da Şeyh’in Osmanlı’da ne denli saygınlığının olduğunu gösterir. Şeyh Bedrettin, Musa Çelebi ile kurmak istedikleri yönetimin çekirdeğini atması için Baş müridi Börklüceyi (Dede Sultan) onun memleketi olan Aydın illerine göndermiştir. İzmir ve Saruhan Valilerin yenmiş, İzmir Valisi Bulgar Süleyman Paşa’ya da kelleyi savaş alanında bıraktırmıştır Börklüce Mustafa. Çocuk Şeyhzade Murat’ın Kara Bayazıt Paşa himayesinde büyük bir orduyla gelip Börklüce’yi Karaburun’da yenip, Ayasuluk’ta (Selçuk-İzmir) haça germesi Şeyh Bedrettin’in de bir bakıma sonu olmuştur. Gölün görüntüsü bitene dek üstünde hep bu anlattıklarım canlandı gözlerimin önünde. Bu arada Güneş yükselmiş sıcak iyice bastırmıştı. Son olarak nâzımı bir kez daha anımsadım terimi silerken:

                        Sıcaktı.
                        Sıcak.
                        Sapı kanlı, demiri kör bir bıçaktı
                                                                       sıcak.

            Otobüs Süpürgelik denilen, kışın kar yağdığında, sık sık yolu kapanan tepeye geldiğinde, yerlerin bembeyaz kar olduğunu düşündüm. Bunu düşünür düşünmez de iki oğlum ellerinde kartoplarıyla karşıma dikildiler. Gözlerimi kapatıp onlarla bir süre kartopu oynadım. Daha da oynayacaktım ama yanımdaki arkadaşım koluma dokunarak düşlerimi bozdu. “Ne güzel gülüyorsun, aklından ne geçiyor?”diye sordu. “Çocuklarımla kartopu oynuyordum,”dedim ona. “Düşlerini bozdum, kusura bakma,”dedi arkadaşım. “12 Eylül çok şeyimizi alacak ama, düşlerimiz alamayacak, tasalanma,” dedim.

            Yalova sapağından İzmit yoluna döndüğümüzde martı gibi süzülerek gelen beyaz vapura bir süre baktım. Kıyısında büyüdüğüm denizi, gemileri, sandalları daha şimdiden özlemiştim, yıllarca dört duvar arasında kaldığımda kim bilir nasıl şiddetlenecekti özlemim? Silkeleyip atmalıyım böyle şeyleri aklımdan diye düşündüm. Daha şimdiden bunları düşünürsem bu mahpusluk bitmezdi…

            Birden daldığım düşüncelerden kopmuştum. Beni düşüncelerimden koparan arkadaşların Gemlik’ten bu yana yavaş yavaş yükselen sesle ettikleri sohbet değildi. Bu hiç konuşmayan üçüncü polis’in yüksek sesle bağırmasıydı. Üzerine düşen sigara ateşi ilkin pantolonunu, daha sonra da etini yakmıştı. “”Of anam yanıyorum,” diye can acısıyla öyle bağırdı ki yalnız daldığım düşüncelerden kopmakla kalmadım, birazcık da korkuyla havaya zıpladım. Arkadaşlarının yardımıyla yanmaktan kurtulan polisin konuşması yalnız bağırmakla kalmadı, birkaç cümle daha çıktı ağzından canın acısından olacak kendisini denetleyememişti.  

            Sigaranın ateşi düşmeseydi üstüne ben de o susan polisin kim olduğunu anlayamayacaktım. Yüz gün önce işyerimden polisçe alındığımda ilkin arama yapmak için evime, daha sonra da emniyet müdürlüğüne götürüldüm. Emniyet müdürlüğünde Asansörle beşinci kata çıkarıldım ve gözlerim bağlandı. Birine teslim edildim ve o biri beni bir sürü hendekten atlattı, fıldır fıldır döndürdü ve başımı eğdirerek birkaç dehlizden geçirdi. Bir süre, böğrüme yumruk da atarak öyle dolaştırdı. Bir süre, beş kat aşağıdan yoldan geçen arabaların kornaları hep tepemin üstünde çalıyor, kendimi yeraltında bir yerde sandım. Aradan günler geçtikten sonra ben beşinci katla altıncı kat arasında getirilip götürüldüğümü ancak anlayabildim. Bu iki kat arasında gidiş gelişlerim bazen yürüyerek bazen sürüklenerek oldu. İşte beni dehlizlerden geçirip hendeklerden atlatan, daha sonraki günler de iki kat arasında taşıyan bu konuşmayan polisti.

            Beni sorguya getirip götüren bu sol arka tarafımda oturan polis kendisi sorgucu değildi; yani işkencelere karışmıyordu, onun görevi yalnız getirip götürmekti. Yukarıdan verilen talimatları bizi bekleyen polislere iletmekti. Bazılarımız için, beklemekle görevli polislere: “Ekmek su yok, ayakta,”derdi. Bazılarımız için kelepçelenecek,”derdi. Bu arada da bizler onun sesini bir kez daha duyardık. Elli gün gözlerim bağlı olarak kaldığım emniyet müdürlüğünde kimin ne denli acımasız olduğunu biliyordum. Bu polis toplum polislerinden geçici olarak alınmıştı bana göre, sorgucu olarak yetiştirilmemişti; ama yine de korkudan konuşamıyordu, sesini duyup tanımamızı istemiyordu.

            Yalova’dan sonra yol boyunca elma bahçeleri vardı. Starkinglerin bazıları kızarmıştı. Goldenlerin rengi yavaş yavaş sararıp altın rengine dönüşmeye başlamıştı. On beygirlik pancar motorunu patlata patlata yol alıyordu sakin denizde kırmızı bir kayık. Sağda solda görülen insanların hiçbirinin bizden haberi yoktu. Ateş, her zaman olduğu gibi yine düştüğü yeri yakmıştı. Biraz önce konuşmayan polisi zıplattığı gibi…

            Her şeye karşın hapis, zindan düşünmeden tadını çıkarmalıydım bu yolculuğun. Onun için yanan polisin çağrıştıklarını fazla düşünmedim. Varacağımız yere yaklaşmaktaydık ve ben  bu çok özel seyahatin tadını doyasıya çıkarmak istiyordum. Sol yanımdaki maviyi ve onun üzerinde danteller örmeye başlamış imbatı izlerken, sol yanımdaki, kokusunu alabildiğim, makilerle kaplı dağları tepeleri gözlerimde biriktirircesine izliyordum.

            Sol tarafta kulelerde nöbet tutan erleri görünce geldik mi acaba diye düşündüm. Dikenli tellerle çevrilmiş bir araziydi burası. Aşağılarda tek katlı bir bina vardı.(Daha sonra iki buçuk yıl Konca denilen o binada yatacaktık) Hapishaneye pek benzemiyordu. Açıkta savaş gemilerinin olduğu bir deniz üssüydü burası.  Otobüsümüz bu üssün kapısında durmadı. Bağıra çağıra İzmit’e doğru sürdürdü yolunu bizim ihtiyar. Yanık polis yine suskunluğa gömülmüştü. Bizim arkadaşlar söyleşilerini koyulaştırmış, baştan çekindikleri polislerin görevinin kendilerini susturmak olmadığını anlayınca daha yüksek sesle konuşmaya başlamışlardı. Polisler emniyet müdürlüğündeki tavırlarının ötesinde sempatik görünmek için de bazı jestler yapıyorlardı.

            Yalova İzmit yolunda ilçeler, beldeler birbirine karışmıştı, biri bitmeden diğeri başlıyordu. Daha önceden de birçok kez geçmiştim buralardan, o geçişlerimde pek dikkat etmemiştim insanlara, bu kez herkese bakıyor, özgürlüğün farkında olmadan ve tadına varmadan günlük yaşamlarını sürdüren insanları inceliyordum. Yanımızdan geçen özel otomobillerdeki insanların bir kısmı hüzünlü, fakat daha çokları, seyahat neşesinin mutluluğu yüzlerinden okunan çocuklar ve büyüklerden oluşuyordu.

            Deniz kıyısında büyüdüğüm halde martıların birbirleriyle bu denli güzel oynaştıklarının ayırtına varmamıştım hiç. Martıları izleyerek bir süre daha yol aldık. Otobüs ana yoldan sağa saptı. Camdan baktığımda tepede gri bir bina gördüm, sanırım oraya gidiyorduk. Girişte zırhlı birlik yazıyordu, demek burası karacıların yeriydi. Binaya birkaç yüz metre yaklaştığımızda içeriden gelen bağrışmalar ve atılan sloganları duyduk. Ne dedikler pek anlaşılmıyordu ama, hayra yoracak bir şey olmadığı anlaşılıyordu gelen seslerin. Polisler de kulak kesilmiş bağıranların ne dediklerini anlamaya çalışıyorlardı. Binanın önünde durduğumuzda Askerler araçlarımızı karşıladılar. Seyahatimiz bitmişti. Bizi indirerek ikişer ikişer sıra yaptılar.

            İçeriden kelepçeli üç kişili çıkardılar, ikisi öfkeli birinin ise rengi sararmıştı, korktuğu anlaşılıyordu. Askerlerin bizi getiren polislere söylediklerine kulak kabarttığımızda idama hükümlü bu üç kişinin infaz için sivil bir cezaevine götürüldüğünü öğrendik. Yine söylenenlere göre idam kararları onaylanmıştı bu üç kişinin. İçerideki bağrışmalar da arkadaşlarını idama göndermek istemeyen tutukluların protestosuymuş. Üç idamlık genç, askeri bir araca bindirilerek götürülürken, araçları önümüzden tam önümüzden geçiyordu. Araca doğru baktığımda rengi sarar mış olan gençle göz göze geldik . Oğlum yaşındaki bu gençten gözümü niye kaçırdığımı anlayamadım. Devletleri kendilerini beslemek istemeyen bu gençlerin ertesi sabah erkenden asıldığını gazetelerden okuduğumda oğlum yaşındaki o genç korku dolu gözlerini bana dikmiş bakıyordu.…

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums