- 11.07.2015 00:00
Dişilerin döl yatağıdır göl, ceninliğimize dönebileceğimiz, masumiyetimiz, kirlenmemişliğimiz, sığınağımız ve kendimizden kaçışımız.
Bizim güneydeki şehirlerden birindeyim, hangisi olduğunu bilmiyorum. Güneş tepemde, ” sapı kanlı demiri kör bir bıçaktı sıcak”(1) Sokaklar ıssız. Hem bildik, hem yabancı bir yer. Çıkaracağım, çıkaramıyorum. Arada bir cırcır böceklerinin sesi duyuluyor. Çocukluğumun avare yaz kırları aklıma geliyor. Bildik bir yere gidiyor gibiyim. Telaşsız ama hedefli yürüyorum.
Öğle saatlerinde bütün kasabalının siestaya çekildiği Venezüella taşrasındayım. Marguez’in romanlarından tanıyorum. Şuralarda bir meydan, meydanda da çanı güneşle parlayan bir kilise olmalı. Kapısına ters sandalye konmuş loş bir meyhane, duvar diplerinde gölgeye sığınmış birkaç sokak köpeği. İyi de, karşıma birileri çıkarsa hangi dilde anlaşacağım diye, canım sıkılıyor.
Ayaklarım bir meydana götürüyor beni. Kilise yok, küçük bir cami var. Ulu Cami. Her şehrin bir ulu camii vardır. İn cin top oynuyor. Şehir terkedilmiş sanki. Meydanı geçip genişçe bir yola giriyorum. Yolun başında geniş avlulu büyük bir taş bina. Meksika’daki malikaneler gibi. Bahçe kapısının önünde beş altı yaşlarında bir kız çocuğu oturmuş, kucağındaki deftere suluboya resim yapıyor. Anasının sıkı sıkı ördüğü saçları beline inmiş. Yüzünü görmüyorum ama, yüzünde çiller ve hınzır bir gülümseme olduğunu biliyorum. Yaklaşıyorum fark etmiyor. Başındaki iki kocaman beyaz kurdele sakız gibi tertemiz. Ama boyalar ellerine, yaraları henüz kabuk bağlamış dizlerine, kırmızı puanlı kemik rengi eteğine bulaşmış. Yaptığı resme yardımcı olur diye olmalı, dilini ağzının kenarından dışarı çıkarıp ısırmış. İspanyolca “Hey küçük!” nasıl denir? Öksürüyorum, başını kaldırıyor. Ama Uçurum bu! Yabancı gözlerle, sen kimsin der gibi, yüzüme bakıyor, beni tanımıyor. Turkuaz mavisi bir köy yapmış. Ördekler, kuşlar. Tepede de aydede; kaşı, gözü, ağzı, burnu var. Küçük sarı başını işine düşürüyor.
Avluyu geçip taş binaya giriyorum. İçerisi loş ve serin. Kimsecikler görünmüyor. Duvarda ikonlar, av resimleri, bir de bol apoletli genaralimsi biri. Ailenin yahut ülkenin büyüğü olmalı. Ayak seslerinin yankılandığı uzun bir koridordayım. Bir yerden biri çıkıverecekmiş de, yakalanacakmışım tedirginliği içinde yürüyorum.
Odalardan birinin çift kanatlı kapısı ardına kadar açık. Sarışın bir kadın resim yapıyor. Uçurum bu! Sevinçle içeri dalıyorum. Seslenmek istiyorum, sesim çıkmıyor. Yanına gitmek istiyorum, gidemiyorum. Dizlerimin bağı çözülüyor, dermanım yok. Oracıkta bir sandalyeye çöküyorum.
Karanlık bir göl yapmış tuvale. “ Hadiii! “ çığlıklarını, terli memelerini sakinleştirdiği bir göl değil bu. Etrafını muson yağmurlarında yıkanmış, zehir yeşili devasa yaprakların kuşattığı, yolsuz, karanlık, suları kan gibi sıcak bir cangıl gölü. Rüzgarların ulaşmadığı, uzak, bungun, hiçbir zaman, hiçbir şekilde kurtulamayacağımız bir coğrafya.
Ama o kadının, gölde çırılçıplak yıkanan o kadının yüzü yok. Besbelli hiç sevişmeden girmiş göle. Sularını erkeğinin bedenine bulaştırmamış.
Tuvalle aramda uçurum var. Sırtı bana dönük. Yapmak istediği resmi anlatıyor. Dili bulanık. Bana değil kendine, boşluğa konuşuyor. Bir şeyler söylemek istiyorum. Ağzımı açıyorum, sesim çıkmıyor. Akvaryumdaki balıklar gibiyim.
Onu hiç bu kadar sade görmemiştim. Düz saçları, koyu renk tişörtü, hafif bol, lastik büzgülü pantolonu, pantolonun içinde belli belirsiz hissedilen biçimli kalçaları. Sadeliği beni hiç bu kadar kışkırtmamıştı. Arada bir, ya fırçadaki boyayı değiştirmek ,yahut yaptığına daha geriden bakmak için, tuvalden bir iki adım uzaklaşıyor. Yerçekiminden kurtulmuş gibi, hiç ağırlığı yokmuş gibi salınıyor.
Yorum Yap