- 14.07.2012 00:00
Darbe dönemlerinde askerin kurduğu ‘basın düzeni’ni getirme sırası bu kez Ak Partiiktidarının mı? Milliyet’in dünkü sürmanşeti böyle diyor. Ve insanın aklına, demokrasiye ‘asker freni’nden sonra şimdi de ‘sivil freni’ mi sorusu takılıyor.
Bazı büyük laflar vardır ki, beni bir gazeteci olarak hep tedirgin etmiş, hatta bazen korkutmuştur.
Milli güvenlik...
Kamu düzeni...
Genel ahlak...
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü...
Bu deyimler beni rahatsız eder.
Öteden beri öyledir.
Bu büyük lafları ne zaman anayasalarda, ceza ve terörle mücadele kanunlarında, basınla ilgili yasal düzenlemelerde görsem, eyvah demişimdir, bela kapıda yine...
Özellikle darbe sonrası dönemlerde tedavüle sokulurdu bu deyimler.
Askeri rejimlerin sivil paşaları sayılabilecek anlı şanlı hukukçular, hocalar eliyle bu büyük laflar allanır pullanır ve sonra temel hak ve özgürlükleri katletmekte kullanılırdı.
12 Mart’ta böyle oldu.
12 Eylül’de böyle oldu.
Darbelerle kendi ‘kırmızı çizgileri’ni koyan ve seçim sandığından çıkan partilerin siyaset alanını daraltan asker, yargı yoluyla da ‘vesayet rejimi’ni daha sağlam kazığa bağlar, vatandaşa karşı devleti koruma altına alırdı.
Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının kolu kanadı hep böyle büyük lafların arkasına sığınılarak kırıldı.
Belirsiz, eski deyişle muğlak, her tarafa çekilebilecek tariflerle özgürlüklerin üstüne yürünürdü.
Bahane kimi zaman ‘komünizm’di.
Bazen ‘irtica’ydı.
Bazen ‘bölücülük’tü.
Milli güvenlik de, birlik beraberlik de, genel ahlak da sıkı sık devreye sokulurdu.
Hapishaneler de hiç boş kalmazdı.
İfade özgürlüğünün, basın özgürlüğünün canına okunurdu bu büyük laflarla.
Çok iyi anımsıyorum.
1980’lerin başıydı.
Cumhuriyet’in genel yayın yönetmeniydim. Aynı zamanda İngilizce kısa adı IPI olan UluslararasıBasın Enstitüsü’nün Yürütme Kurulu üyesiydim.
Her toplantımızda, 12 Eylül askeri yönetiminin marifetlerini anlatmaya çalışırdım.
Ama bu kolay olmazdı.
Meramımı tam anlatamazdım.
Kabahat benim değil, bizim o büyük laflarındı. “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” gibi deyimler kafa karıştırırdı çünkü.
IPI Yürütme Kurulu’nda beni anlayan tek kişi vardı, Güney Afrikalı beyaz gazeteci Raymond Louw.
Sık sık imdadıma yetişirdi.
Bütün ömrünü ırkçı Apartheid rejimine karşı mücadeleye adamış olan sevgili meslektaşım, her seferinde söz alır ve bu büyük, muğlak lafların hangi aşağılık amaçlar için kullanıldığını kendi ülkesinden örneklerle anlatırdı.
Evet, yine hatıralar...
Dünkü Milliyet’in sürmanşetindeki Önder Yılmaz’ın “Basın hürdür, sansür edilemez” başlıklı haberini okurken, eskilere daldım yine.
Ayrıntıya girmek istemiyorum.
Ak Parti’nin Anayasa Komisyonu’na basınla ilgili olarak sunduğu taslağı okurken o büyük lafları yine gördüm.
Biliyorum, teklifin sahipleri bazı noktaları öne çıkararak taslağı savunabilirler.
Eskiler de böyle yapardı.
Ama inandırıcı olamazlardı. Ve uygulamada özgürlüklerin çanına ot tıkamaya devam ederlerdi.
Hapishaneler dolu olurdu.
Bugün de farklı değil.
Darbe dönemlerinde askerin kurduğu ‘basın düzeni’ni getirme sırası bu defa Ak Parti iktidarının mı? Veyahut bazısı ince, bazısı kalın oyunlarla bu düzeni mi devralıyor?
Milliyet’in dünkü sürmanşeti böyle diyor. Ve insanın aklına, demokrasiye ‘asker freni’nden sonra şimdi de ‘sivil freni’ mi sorusu takılıyor.
Yoksa başkan babalığın yolu böyle mi açılacak?..
Ne diyelim, Allah selamet versin!
Yorum Yap