- 18.12.2011 00:00
“Yeni bir Türkiye vaat eden Ak Parti, ‘eski sistemin’ adamlarıyla bütünleşerek mi iktidarını pekiştirmeye uğraşıyor? Sistemi değil de, sadece sistemin ‘sahibini’ mi değiştirmeye uğraşıyordu bunca zamandır?” diye bir soru...
Siyasetle ilgili bir gazeteci olarak dünyada olup bitenleri daha yakından izlemek, daha çok yazmak istiyorum.
Burnumuzun dibinde, Suriye’de, Irak’ta, İran’da yaşananların, Arap Baharı’nın daha çok üstünde durmak, yerinde izlemek ve Türkiye’ye dönük muhtemel sonuçlarını daha sık yorumlamak istiyorum.
Avrupa’da gittikçe derinleşen borç krizini, euro’nun perişan durumunu ve bunun AB ile birlikte bizi de çok yakından ilgilendiren ekonomik ve siyasal sonuçlarını daha çok ele almak istiyorum.
Hindistan’la, Çin’e zaman ayırmak, bu iki ülkenin büyümesi dünyanın hallerini nasıl etkiliyor, etkileyecek sorusunu arada bir yazmak istiyorum.
Ama olmuyor.
Yapamıyorum.
Sürekli içe kapanıyorum.
Bu da bende tuhaf bir suçluluk duygusu yaratıyor.
Türkiye’nin iç sorunlarından kurtulamıyorum.
Ama kurtulmak da istemiyorum.
Böyle bir şey söz konusu değil, olamaz da zaten...
Büyük sorunlarını çözüm rayına oturtmuş, demokrasi ve hukukun üstünlüğüyle birlikte refah çıtasını da istikrarlı şekilde yükseltmeye koyulmuş bir Türkiye’yi görmek...
Kendimce bunun peşindeyim.
Elbette filmin sonu diye bir şey yok.
Ben de göremeyeceğim.
Ama yıllardır süren bu koşturmaca, her Allah’ın günü kendi içimize dönüp kalem sallamayı sanki alın yazımıza dönüştürüyor, sanki kaderimiz oluyor.
Hatta bazen haftanın altı günü de yetmiyor, hay Allah şunu da yazmam gerekirdi diye vicdan azabı çekebiliyorum.
Bazı konular kaçıyor.
Örneğin ‘vicdani retçileri’ yazamadım. Savaşmayı ahlaken reddeden, bu nedenle askerlikhizmetine hayır diyenleri, insan hakları açısından savunan bir yazı yazamadım şu günlerde...
Sevgili Hrant Dink’i, cinayetten bir süre önce vilayet makamında aba altından sopa göstererek tehdit eden MİT görevlileri hakkında soruşturma açılmasına ilişkin dosyanın ‘zamanaşımı’yla kapanması da, yazamadığım için vicdan azabı çektiğim konulardan biri...
Erdoğan hükümeti, ‘tetikçiler’in arkasında, devletin içinde yer aldığına dair çok ciddi kuşkular olan odakların üstüne yürüme konusunda niçin bu kadar isteksiz?..
Faili meçhul cinayetler soruşturmasında mahkeme tarafından serbest bırakılan yedi eski özel harekâtçı konusu da bu köşede yer almadı.
Bu konularda, Ahmet Altan geçen gün faili meçhul yargı başlıklı yazısında Tayyip Erdoğan’ı şöyle sorgulamıştı:
“Yeni bir Türkiye vaat eden Ak Parti, ‘eski sistemin’ adamlarıyla bütünleşerek mi iktidarını pekiştirmeye uğraşıyor?
Sistemi değil de, sadece sistemin ‘sahibini’ mi değiştirmeye uğraşıyordu bunca zamandır?
Arka arkaya yargıdan çıkan kararlar da ‘neler oluyor’ endişesini kuvvetlendirdi.
Önce, Hrant Dink’i öldürülmeden önce İstanbul Valiliği’nde tehdit eden MİT üyeleri ‘zamanaşımına’ sokularak kurtarıldı.
Ardından da önceki gece Susurluk’un ‘tetikçileri’ olarak tutuklanmış olan eski Özel Harekâtçı polisler aniden serbest bırakılıverdi.
Özellikle bu son olaydaki gelişmeler çok tuhaf.
Mehmet Ağar’ı beş yıla mahkûm eden ve bu polisleri tutuklayan yargıç görevinden alınmış.
Ardından da, tutuklu polisler, avukatlarının ‘yeni’ bir başvurusu olmadığı halde ‘nöbetçi’ mahkeme tarafından aniden salıverilmiş.
Erdoğan’ın ‘artık her şeyi yapabileceğine’ olan inancının gittikçe arttığına tanık oluyoruz, ‘seksen yıllık’ sistemi iyice hırpaladığını, yendiğini ve onu kullanabileceğine inanıyor gibi gözüküyor, kendini fazla abartıyor, karşısındaki gücü de fazla küçümsüyor, nedense on üç raunt boyunca rakibini dövdükten sonra maçın bitimine sekiz saniye kala yediği tek yumrukla nakavt olan boksörün maçını hatırlıyorum son günlerde.
Böyle sert ‘maçlarda’ yendiğine en çok inandığın an, genellikle yenilmeye en yakın olduğun andır.
Yakında sistemin zombileri oradan buradan başlarını uzatmaya başlarsa, hiç şaşırmam.” (Ahmet Altan, Taraf, 15 Aralık 2011, s. 11)
İyi pazarlar!
Yorum Yap