- 27.10.2011 00:00
Gazeteciye genellikle sempati duyulmaz. Yüzlerine gülünse de pek o kadar sevilmezler. Çünkü, işleri ‘eleştiri’dir. Çünkü, mesleklerinin temel özelliği ‘kuşkuculuk’tur.
Washington Post’un yönetmeni Ben Bradlee, gazetecilik üstüne kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle der:
“Biz gazetecileri seven çok azdır toplumda. Değişik nedenleri vardır. Mesela, bakın, Washington’daki Ulusal Havalimanı’na her gün 600 uçak inip kalkar, her şey tıkır tıkır işler. Biz de bu arada tek satır yazmayız. Fakat günün birinde ufacık bir kaza olmaya görsün, akbabalar gibi havaalanına çullanırız. Didik didik eder, eleştirmediğimiz yanını bırakmayız. Sanki, her gün 600 uçağın tıkır tıkır inip kalktığı havaalanı değildir o artık...”
Evet öyledir.
Yine Ben Bradlee bir başka mülakatta, “Yüksek yerlerde olup biten aşağılık işlerle ilgili hikâyelere bayılırım” demiştir.
Nitekim Watergate Skandalı’nı ortaya çıkaran Bradlee’nin yönettiği Washington Post olmuştur. Nixon’ın başkanlıktan istifasına kadar süren iki yıllık mücadelesinde Washington Post, Amerikan muhafazakâr çevrelerinde komünistliğe kadar varan suçlamalara hedef olurken, tabiî genel yönetmen Bradlee de ‘vatan hainliği’nden birçok kez nasibini almıştı.
Gazetecinin yazgısı, resmî memur olarak çalışmadığı ülkelerde pek değişmez, aynıdır.
Genellikle sempati duyulmaz gazetecilere. Yüzlerine gülünse bile, pek o kadar sevilmezler. İstisnaları vardır, ama bunu bir genel kural olarak kabul edebilirsiniz.
Çünkü, işleri ‘eleştiri’dir.
Çünkü, mesleklerinin en temel özelliği ‘kuşkuculuk’tur. Gözler önünde olan bitenden çok, perde arkasını merak ederler.
Çünkü, açıkça söyleneni değil, söylenmeyeni veya öyle söylenmesinin nedenini, niçinini öğrenmek isterler.
Çünkü, bazen konuşanı umursamaz, onu konuşturanı, arka plandakini araştırmaya koyulurlar.
Çünkü, su yüzüne vuranla yetinmez, dipte ne var ne yok habire karıştırmayı severler.
Çünkü, gerçek gazeteci dünyanın her yerinde hemen hemen aynıdır. Sakin bile gözükse, sanki bir tarafında bir şey varmış gibi sürekli kıpır kıpır, huzursuz bir insandır.
Çünkü, neredeyse en tabiî sohbetlerini bile üstü kapalı sorularla süslemeyi sever.
Ve demokrasilerde ‘dördüncü kuvvet’ diye nitelenebilecek kadar da gücü olduğu söylenebilir basının.
İşte bu nedenlerle denebilir ki:
Özellikle siyasal iktidarların, hükûmetlerin basından pek öyle memnun oldukları görülmez. Tek tük istisnalar dışında iktidarlar, devlet adamı ve politikacılar kendilerine tam tâbi, bağımlı kalemler isterler.
“Gerçeği yazın, yeter!” deseler de, bilinçaltlarında durumun değişik olduğu, gün gelir ettikleri bir ufak sözden, bir jestten, hatta bir mimikten belli olur.
Siyasetçiler, özellikle iktidarda olanlar, kendi doğrularına, misyonlarına o kadar inanırlar ki, eleştiri canlarını sıkar. Gün gelir, çatlak ses,ülkesine göre de vatan haini damgaları vurulur gazetecilere...
Basın ile siyasal iktidarlar, hükûmetler arasında balayı dönemleri de yaşanır.
Başarı grafiğinin yükseldiği zamanlarda siyasal yönetimlerin basına dönük hoşgörü ve diyalog eğilimi daha güçlü olur.
Ama grafiğin inişe geçmesiyle, basınla ilişkiler gittikçe bozulmaya yüz tutar, basın neredeyse bütün başarısızlıkların kaynağı, gazeteciler de günah keçileri olarak görülmeye başlanır.
İngiliz Basın Konseyi’nin başkanı demiştir ki:
“Bazı sorumsuzluklara da hoşgörü göstermek, basın özgürlüğünün bir parçasıdır.”
Bir kere, bu nokta akıldan çıkarılmamalıdır.
İkincisi, bugün Türk basınını ilgilendiren mevzuat neredeyse 600 sayfalık bir kitap olabilecek hacme ulaşmış durumdadır.
Düşünce açıklama özgürlüğü birçok açılardan demir kafese konmuştur. Basın özgürlüğüne dönük yasal sınırlamalardan şöyle bir söz ettiğimizde bile yabancı meslektaşlarımız hayretten hayrete düşmektedirler.
Düşünce açıklama özgürlüğünün cendereye sokulduğu bir yerde, ne basın özgürlüğünden ne de demokrasiden söz edilebilir.
‘Demokrasi’yi çiklet gibi cak cak çiğnenen bir klişe olmaktan kurtarmaya çalışalım. Kültürünü, geleneklerini yerleştirmek için de çalışalım.
Unutmayalım:
Basının sorumluluğunu topluma karşı tam olarak yerine getirebilmesi için özgürlüğünün de tam olması gerekir.
Batı’da bu böyledir.
Basının haber vermesi, yorum yapması onun ‘görevi’dir. Halkın ise haber alması, bilgilenmesi onun ‘hakkı’dır.
Bu bakımdan, daha iyi vatandaş olabilmesi, daha iyi karar verebilmesi için basın ‘görevi’ni en iyi bir biçimde yerine getirebilmelidir.
Halk ‘bilgilenme hakkı’nı kullandıkça, tercihlerini daha bilinçli yapar; böylece demokrasi daha iyi yerleşir.
Son olarak, eski bir yazımdan bir alıntı:
“Basına kızmaya başlamak, onu günah keçisi görmek, hiç de hayırlı bir işaret değildir.”
_______________________
DİP NOT
Yukarıdaki yazımın tarihi, 24 Temmuz 1985. Bundan 26 yıl önce o tarihte Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığım Cumhuriyet’te Başbakan Özal’a eleştiri niteliğinde yazılmıştı.
Yorum Yap