- 5.02.2013 00:00
Birbirine yılan gibi dolanmış binlerce kökten oluşan bir gövdesi vardı. Sanki kökleri toprağın yüzüne vurmuştu. Tuhaf ağacın tuhaf sesli kuşlarını dinlerken, romandan bir cümle bugünlerde içimden hiç eksik olmayan hüznü yine uyandırıyor: “Her şey bitiyor, her şey ölüyor!”
Uzakdoğu’da, Tayland memleketinde, kocaman dalgaların bembeyaz köpüklerle uçsuz bucaksız kumsalları dövdüğü uzak bir yerlerde tatil...
İnternete ara sıra girdim ama kim ne demiş, kim ne yazmış hiç bakmadım. Yani siyasetle ilgilenmedim.
İlgi alanımda bir tek Galatasaray’ın Sneijder’li, Drogba’lı bomba transferleri vardı, Fenerli dostlarıfena halde kıskandıran...
Bir roman okudum.
İnsana huzur veren bir ağacın yanı başında, Oya Baydar’ın yeni çıkan “O Muhteşem Hayatınız” isimli güzel romanıyla başka dünyalara daldım, başka hayatları düşündüm.
Tuhaf bir ağaçtı.
Birbirine yılan gibi dolanmış binlerce kökten oluşan bir gövdesi vardı. Sanki kökleri toprağın yüzüne vurmuştu. Gökyüzüne ulaşan yeşil yapraklı dallarında öten kuşları çıkardığı sesler bir başka âlemdi.
Tuhaf ağacın tuhaf sesli kuşlarını dinlerken, romandan bir cümle bugünlerde içimden hiç eksik olmayan hüznü yine uyandırıyor:
“Her şey bitiyor, her şey ölüyor!”
Bu duygu içimi acıtıyor.
Ama bir peri masalının içinden fırlamış bu ağaç ruhuma iyi geliyor.
Annem derdi ki:
Huzur buluyorum!
Ağacın gökyüzünden ip gibi, sicim gibi, sımsıkı sarılmış at kuyruğu gibi yere doğru sarkan garip dalları rüzgârda hafif hafif salınırken, kendi hikâyemi böyle bir ağacın altında oturup yazsam ne iyi olurdu diye geçiyor içimden...
Telefon:
Ömer’i kaybettik!
Bugünlerde keder sanki alınyazımız. Mehmet Ali Birand’dan, sevgili İblis’ten sonra şimdi de Ömer Balcan... Sabah vakti yere düşmüş, bayıldı demişler, kalpten gitmiş...
Mülkiye’den, 1961’den beri arkadaşımdı. Son yıllarda sık görüşmesek de hiç kopmamıştık. Kimseyi kırmak istemeyen, her daim elini uzatmasını bilen, yardıma koşan ve koşmaya hazır bir dosttu.
Ve onca yıldır benim doğum günümü hiç unutmamıştı sevgili Balcani... Artık bir daha ne ondan doğum günü mesajları gelecek, ne de sevgili İblis’le Arena’da yan yana Cim Bom’un maçlarını seyredebileceğim.
Bitti ikisi de...
Acı bu kez içime akıyor.
Hayat böyle.
Hem güzel hem acımasız.
Kuşlar ne tuhaf ötüyor.
Huu çekenler, düdük gibi ötenler, boğazlanırcasına çığlık çığlığa ses çıkaranlar, hey buraya baksana diye bağıranlar, biteviye ıslık çalanlar... Ya da sanki bir kavaldan dalga dalga yayılan hüzünlü nağmeler...
Oya Baydar’ın hiç beklenmedik sürprizlerle kurgulanmış güzel romanında, değişik yanları ve rengârenk çelişkileriyle ne çok hayat var, ne çok insan var, ne de çok insan içinde insan var.
Kendi içimdeki Hasan’ları düşünüyorum.
Hepsi ben miyim?..
Galiba öyle.
Romandaki Dersimli Cansa’nın şu sözleri aklıma takılıyor:
“Yerinizin, yurdunuzun adı bile yasaklanmışsa, diliniz yok edilmişse, öfkenizi, isyanınızı yok edilmeye çalışılan kimlik öğelerinize sarılarak ifade edebilirsiniz ancak. Ya da şöyle söylemeliyim: Halklar varlıklarını, kimliklerini korumak için her zaman silaha sarılmazlar.”
(...)
Ben Dersimliyim.
Baba, dede soyu bire kadar kırılmış bir ailenin çocuğuyum. Aborjinlerle, Kızılderililerle, Mayalarla, daha bilmem kimlerle ilgilenenlerin kendi coğrafyasının acılarına ilgisiz kalması, farkında olmaması beni acıtıyor, öfkelendiriyor, saldırganlaştırıyor.”
Serçe gibi cıkcıklıyor bir kuş.
Son derece neşeli...
Dersim’i okurken yine aklıma takılıyor:
Acıları hep diri tutmak...
Veyahut:
Acıları unutmaktan duyulan korku...
Böylesi duygular bu dünyada yalnız Dersimlilerin, Kürtlerin değil, Yahudilerin, Ermenilerin de peşini bırakmıyor.
Geçmiş elbette unutulmayacak. Ama geçmişin tutsağı da olmayacağız. Aynı zamanda gün gelecek geçmişi nefretle değil, acıyla anmayı öğreneceğiz.
Ve işte o zaman da tarih, omuzlarımızdaki bir büyük yük olmaktan çıkacak. Ama bunun için tarihle yüzleşmekten başka çaremiz var mı?
Sanmıyorum.
Tatil bitti!
Keşke bu ağacın dibinde, sükunet içinde oturup kendi hayat hikâyemi yazmaya başlasam ne güzel olurdu.
Yorum Yap