- 26.01.2013 00:00
“Önce İstiklal Mahkemeleri ve Tunceli Mahkemesi vardı. Sonra Yassıada Mahkemelerini kurduk. Ve bir linç yargılaması yapıldı. Bir nesil, ‘Böyle de yargılama yapılırmış’ diye yetişti. Sonra 12 Mart mahkemeleri geldi. Bir nesil bu mahkemeyle, son nesil de 12 Eylül yargılamalarıyla yetişti. Yani Türkiye’deki hiçbir hâkim ve savcı normal ortamda yetişmedi.”
Gerçekten bağımsız ve tarafsız yargı özlemi bu ülkede bir türlü gerçekleşmiyor. Hukukun üstünlüğü Türkiye’de yargı düzenine damgasını vuramıyor.
Çok uzun yıllardır böyle.
Hukuk devleti çıtası yükselemiyor. Birinci sınıf demokrasinin olmazsa olmaz koşulu olan taşlar adalet sistemimizde yerli yerine oturmuyor.
Ne yazık ki öyle.
Yargıdan şikayetler dinmiyor.
Yargı son derece ağır işliyor.
Yargıya güvenilmiyor.
Yaşamsal bir nokta daha var:
Yargı ‘siyaset’ten arınamıyor.
Siyaset konusunda yargı 2000’lere kadar bu ülkede askerin son savunma hattı gibi hareket etti. Bu olumsuzluk, Ak Parti iktidarıyla birlikte çözülmeye başladı.
Ama yakınmalar bitmedi.
Çünkü, bir zamanlar daha çok askeri iktidar odağı ile hareket eden yargı, bu kez 2000’lerde sivil iktidar odağı ile, ya da seçilmiş sivil otorite ile fazlasıyla sıkı fıkı olmaya başladı.
Bir başka deyişle:
Yargının siyasallaşması konusunda kuşku ve soru işaretleri varlığını sürdürdü, sürdürüyor.
O kadar ki, Başbakan Erdoğan’ın gönlünde, demokrasiyi lafta bırakabilecek kuvvetler birliği tahayyülünü içeren bir başkanlık modelinin yattığı bile ortaya çıktı.
Yargının, adaletin iyi işlemediğine dair haberler hiç eksik olmuyor medyada. Vicdanlara sığmayan o kadar çok örnek var ki. Bu açıdan en çarpıcı olanlardan biri de, önceki gün Mavi Çarşı Davası’ndan çıkan Pınar Selek kararıdır.
Demokratik hukuk devletini tüm kural ve kurumlarıyla inşa etmenin kolay olmadığını, zaman ve sabır gerektirdiğini biliyorum.
Yine malum, bunun için hem yasaların hem kafaların değişmesi lazım, hukukun üstünlüğüne layık bir ‘yargı kültürü’nün zamanla oluşabilmesi için...
Hukuk dahil bir bütün olarak eğitim sisteminin ‘demokrasi kültürü’nü hazmedecek şekilde baştan aşağı yenilenmesi şart.
Hukukun üstünlüğü kolay değil. Ama hukukun üstünlüğü olmadan da gerçek barış ve demokrasinin bu ülkenin kapısını çalması olanaksız.
Bu konularda geçen gün Radikal’de Ezgi Başaran’ın İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Adem Sözüer’le bir konuşması çıktı.
Prof. Sözüer aynı zamanda yeni Ceza Muhakemesi Kanunu’nun hazırlanmasında TBMM Adalet Komisyonu’na danışmanlık da veren bir isim. Bazı sorularla yanıtları aşağıda köşeme alıyorum.
“Soru:
Cuma günü sabaha karşı Çağdaş Hukukçular Derneği üyesi olan 16 avukat gözaltına alındı. Taylan Tanay’ın evine kapı kırılarak girildi. Ne düşünüyorsunuz?
Yanıt:
Her yerde arama yapılabilir. Fakat bunun belli kural ve usulleri var. Eğer suçüstü gibi, olağan dışı bir durum varsa, kolluk kuvveti girip müdahale eder. Bunun dışında özellikle konutta arama anayasada belli kurallara bağlanmıştır. Arama yapılacaksa, normal bir saatte gelip arama emrini göstererek işinizi yaparsınız. Aksi halde kişilerin evlerine sabaha karşı girmek, bir baskın yapıyormuşçasına kapıyı kırmak, hem hukuka hem de usule aykırıdır.
Soru:
Hukuka aykırıysa neden sıklıkla yapıldığının açıklaması nedir?
Yanıt:
Hukukta kişiyi korumak için konulmuş bazı kurallar dolanılarak salt kişiyi rahatsız etmek için kullanılabilir. Yaptığınız iş kanunun kelimelerine uygun olsa bile, öyle bir uygulama yaparsınız ki tam aksi sonuç verir. Örneğin yeni CMK’ya göre hakim kararı olmadan arama yapamazsınız.
Soru:
Siz yeni CMK’yı hazırlayan Adalet Komisyonu’na danışmanlık ederken bu halleri öngörmemiş miydiniz?
Yanıt:
Biz çok baskınlar gördük. İnsanların evlerine polis köpekleriyle girildiği, yataklarından zorla alındığı dönemleri biliriz. İşte bu olağandışılıklar bitsin diye yeni CMK yapılmıştı. Ve Avrupa Birliğiüyelik müzakerelerine kabul edilmemizin en önemli sebebi de bu reformun yapılmasıydı. Çünkü reform sayesinde de bu uygulamalar son bulacaktı. Son bulmadıysa sorun kanunlarda değil, başka yerde.
Soru:
Nerede?
Yanıt:
Birtakım alışkanlıkların devam etmesinde. Kolluk güçleri, sahip olduğu fiili güç nedeniyle halen tüm soruşturmayı ve davayı etkiliyor. Halbuki suç soruşturmasının ana sorumlusu savcı, dava sürecinin de mahkemedir.
Soru:
Bu fiili durum kanunla engellenemez miydi?
Yanıt:
Bunu engelleyecek kişi savcıdır, mahkemedir, Yargıtay’dır, HSYK’dır. Şu ana kadar bu kurumların hiçbiri kolluğa dönüp ‘Burada örgütlü suç olmamasına rağmen siz bu soruşturmayı niye böyleyaptınız’ demedi. İkinci mesele tutuklama. Türkiye’deki tutuklamaların yüzde 99’u hukuka aykırıdır. Üstelik 3. Yargı paketinde, CMK’daki bu kadar madde yetmedi, belki okuma yazma sıkıntısı vardır diye bir kez daha tutuklama meselesi gündeme geldi. Hiç fayda etmedi.
Soru:
Niye?
Yanıt:
Üçüncü Yargı Paketi’nde tutuklama için gerekçenin gerekliliği maddesi konduğu zaman daha önce yapılan gerekçesiz tutuklama kararlarının kanuna uygun olduğu algısı oluştu ve o güne kadar alınmış gerekçesiz kararlar bir bakıma aklandı. Halbuki hepsi mevcut kanuna aykırıydı. Ama HSYK bunların hiçbiri için gerekçesiz tutuklama kararı veren hakime ya da savcıya soruşturma açmadı. Ya da Yargıtay kurulduğundan beri hangi tutuklama kararı gerekçesizdir diye bir eleştiri yazdı?
Soru:
Yargıtay ve HSYK bugün mü böyle yoksa hep mi böyleydi?
Yanıt:
Cumhuriyet kurulduğundan beri böyle. Bugünü aklamak için geçmişi mazeret gösteremeyiz. Türkiye’deki tutukluların çoğu neyle suçlandığını bilmeden aylarca hapis yatar.
Soru:
Bunun kökenindeki zihniyet nasıl oluştu?
Yanıt:
Önce İstiklal Mahkemeleri ve Tunceli Mahkemesi vardı. Sonra Yassıada Mahkemelerini kurduk. Ve bir linç yargılaması yapıldı. Bir nesil, ‘Böyle de yargılama yapılırmış’ diye yetişti. Sonra 12 Mart mahkemeleri geldi. Bir nesil bu mahkemeyle, son nesil de 12 Eylül yargılamalarıyla yetişti. Yani Türkiye’deki hiçbir hakim ve savcı normal ortamda yetişmedi.
Soru:
Şu anda da olağanüstü bir yargı rejimi var mı?
Yanıt:
Şu anda da geçmiş dönemlerin arızalı düşünceleri yargıda devam ediyor. Bugün yargıda olağanüstü yanlışlar dönemini yaşıyoruz. Bunun çözümü özerk kişilikli hukuk insanları yetiştirmektir.
Soru:
Terör örgütü üyesi olmaktan yargılanan öğrenci, gazeteci ve avukatın sayısının bu kadar çok olması ülkeyle ilgili ne diyor?
Yanıt:
Anormallik olduğunu. Ben darbelerle her türlü hesaplaşmanın yapılması gerektiğine inanıyorum. Ama bir ülkede yüzlerce emekli ve muvazzaf askerin terörist suçlaması ile yargılanması da çok anormaldir ve dünyada bir ilktir. Bunu anormal bulmak, onların darbe hazırlığı yapıp yapmadığıyla ilgili bir fikir içermez. Darbe zihniyetiyle hesaplaşmanın yolu ceza hukukuyla çözülmez demekistiyorum.”
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Adem Sözüer’in görüşleri böyle.
Hukuk devleti kolay değil.
Uçlar arasında savrula savrula inşallah doğru yolu buluruz sonunda...
Yorum Yap