- 22.01.2013 00:00
Sevgili İblis; yazacak o kadar çok şey var ki. Hiç ihmale gelmiyor, birden birikiyor. 1980’li yıllarda IPI Yürütme Kurulu’nda çalışırken, beni en çok Güney Afrikalı bir meslektaşım anlardı. Ben Türkiye’de olup bitenleri anlatırken, “Bir an bile sıkıcı bir zamanınız yok değil mi, ne güzel?” derdi, “Bizde de öyle...”
Galiba bu memlekette kışları güneş doğmuyor, bir türlü sabah olmuyor. Saatin kaçı, hâlâ ortalık doğru dürüst aydınlanmadı.
Gri, kurşuni bir hava.
Kasvetli, soğuk.
Berlin de böyleydi cuma günü.
Kar atıştırıyor.
Kül rengi sabahlara uyandığımda tercih ettiğim Mahler’i bulamıyorum iPhone’umda.
Erik Satie’yi dinliyorum.
İçim hüzünle doluyor.
Sevgili İblis;
Beni neden atlattın?
Çok uzaklardan Örsan Öymen’in sesi:
“Ula Haso, atlatirsen beni?..”
Yıllar ve yıllar öncesi birlikte Çin’e gitmiştik. O Milliyet’te, ben Cumhuriyet’teydim. Uçağımız sabah vakti Beijing’e inerken, pencereden bakıp not defterime bir şeyler karalamaya başlamıştım ki, Örsan’ın arkamdan yükselen alaylı sesi ve “Ula Haso atlatirsen!” cümlesi sanki beni bir kabahat işlerken yakalamıştı.
Kar iyice bastırdı.
Sevgili Mehmet Ali;
Anlaşılan seni gerçekten çok özleyeceğim.
Bazı ölümler böyle oluyor.
Alıp senden de büyük bir parçayı, hayatta bir daha yerine koyamayacağın, telafi edemeyeceğin, bir daha yaşayamayacağın kıymetli bir parçayı da senden alıp götürüyor bir başka diyara...
Öyle çaresiz kalıyorsun.
Ben bu duyguyu ilk defa sevgili Örsan’ın ölümünde hissetmiştim.
N’apalım, hayat acımasız.
Ölüm de hayatın büyük gerçeği, bir varsın bir yoksun gerçeği...
İçimden yazı yazmak gelmiyor.
Köln’e gelince Örsan Öymen’li hatıralar, gençlik yıllarımızın o renkli bohemine dair günler ya da geceler beni kendiliğinden dipsiz bir kuyu gibi içine çekiyor.
Sevgili İblis;
Güzel gittin yine de, çünkü son ana kadar elinde kaleminle gittin. Cengiz Çandar’ın dediği gibi, nasıl ağaçlar ayakta ölürse, sen de öyle gittin.
Keşke bize de nasip olsa bu. Çünkü “Önümde, geçmişimden başka bir şey kalmadı!” duygusu beni çok korkutur.
Sen galiba bunun içindir ki habire koşturdun. Bizim mesleğin bayrağını, en başta haberciliği hep yüksekte tutarak bir ömür boyu koştun durdun. Öylesine bir koşuydu ki bu, sonunda yüreğin sana yetişemedi, helak oldu gitti.
Sabah olmuyor!
Şiddetlenen karla birlikte kurşuni hava iyice koyulaştı. Otel odamdan karla kaplı damları seyrediyorum. Uzaktan Köln Katedrali’nin silueti seçiliyor.
Oturup çalışmam lazım.
Akşama Köln Üniversitesi’nde Hrant Dink’i anacağız. Konuşmam hazır ama orasını burasını biraz daha düzeltmeliyim.
Uçakta gelirken, Dink Vakfı Yayınları’ndan yeni çıkan “Diyarbakırlı Ermeniler Konuşuyor; Sessizliğin Sesi II” isimli kitabı okudum
İçim acıdı. Sessizliğin acısı dedim kendi kendime...
Bu arada yazmak istediğim bir yazı aklıma takılıyor. Aris Nalcı’nın 6 Ocak 2013 tarihli Radikal II’de çıkan “Payel’in Yayınlanmayan Hikayesi” başlıklı yazısı hakkında bir yazı.
Benim dönemimde Cumhuriyet’e, Genel Yayın Yönetmeni olarak benim elime gelen ve yayımlanmayan o hikaye etkiledi beni.
Ama hâlâ yazamadım.
Sevgili Hrant’ı kaybetmemizden bu yana altı yıl geçti. Korkunç siyasal cinayetin ‘derin devlet’teki kökleri hâlâ karanlıkta.
Evet, büyük bir hayal kırıklığı...
İki gün sonra da sevgili Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümü. Bu suikast da karanlıkta. 20 yıl geçti ama hâlâ aydınlanmadı.
Derin devlet...
Özel Harp Dairesi...
Kozmik odalar...
Seferberlik Tetkik Kurulu...
Markar Esayan’ın Taraf’taki deyişiyle ‘suikast devleti’nden ne zaman kurtulacağız?
MİT’in Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonu’na göndermiş olduğu rapordaki iddiaların üstüne gitmek için daha ne kadar bekleyecek Ak Parti iktidarı?..
Evet, haklı bir soru.
Sevgili Mehmet Ali;
Canım kardeşim;
Yazacak o kadar çok şey var ki. Hiç ihmale gelmiyor, birden birikiyor.
1980’li yıllarda IPI Yürütme Kurulu’nda çalışırken, beni en çok Güney Afrikalı bir meslektaşım anlardı. Ben Türkiye’de olup bitenleri anlatmaya başlayınca, “Bir an bile sıkıcı bir zamanınız yok değil mi, ne güzel!” derdi, “Bizde de öyledir.”
Kaç yıl geçti, hâlâ öyle.
Çağdaş Hukukçular Derneği’nin yönetici ve üyelerinin gözaltına alınmalarını da yazmalıydım şimdiye kadar.
Radikal’de Orhan Kemal Cengiz’in bu konudaki “Çekiç, çivi ve avukatlara operasyon” başlıklı güzel yazısını okuyorum.
Yargının sorunları... Hukuk devleti... Hukukun üstünlüğü... Ne zaman birinci sınıf olacak?..
Kar yağıyor.
Gri kurşuni hava.
Köln’de sabah olmuyor.
Yorum Yap