- 19.01.2013 00:00
Sevgili Mehmet Ali sabah erkenden aramıştı. Sesi her zamanki gibi neşeliydi: “Haso günaydın. Bir insana öldükten sonra yazılabilecek bir yazıyı hayattayken yazmışsın, teşekkür ederim.” Sevgili İblis; seni çok özleyeceğim.
Sevgili Mehmet Ali sabah erkenden aramıştı. Sesi her zamanki gibi neşeliydi:
“Haso günaydın. Bir insana öldükten sonra yazılabilecek bir yazıyı hayattayken yazmışsın, teşekkür ederim.”
Sözünü ettiği, bu köşede çıkan 2 Aralık 2002 tarihli yazımdı. Bir kez daha köşeme alıyorum.
Sevgili İblis;
Seni çok özleyeceğim.
* * *
İlhan Erdost bir yayıncıydı. Mamak Askeri Cezaevi’nde 1980 yılı Kasım ayında dövülerek hayata veda etmişti.
12 Eylül dönemiydi.
Yazamıyorduk.
Günlük tutmaya başlamıştım. 16 Kasım 1980 tarihli notlar şöyleydi:
“Gazetemiz kapalı. Uğur Mumcu’yla Erdostların evine gittik. Tam bir ana baba günü. Uğur, İlhan Erdost için yazdığı makalesini artık gazetede çıkamayacağı için iki küçük çocuğuyla perişan haldeki eşine veriyor.
Kardeşini kaybettiği feci olayı onunla birlikte yaşamış olan Muzaffer Erdost’u dinlerken BBC’nin Türkçe haberlerinde Mehmet Ali Birand’ın sesi duyuldu. Bir yandan İlhan’ın ölümünü, öte yandan Cumhuriyet’in kapatılışını veriyordu.
Mehmet Ali’nin sesi ve haberi verişte hissettirdiği duyarlık sanki bir teselli kaynağı olmuştu. Karanlıkta, çok uzaklardan da olsa bir ışık, bir an için yanıp sönmüştü.” (1986’da çıkan ilk kitabım Tank Sesiyle Uyanmak’tan)
Duygulanmıştık o zaman...
Mehmet Ali’yi böyle mi tanıdım? Can Dündar’ın BİRAND, Bir Ömür, Ardına Bakmadan isimli son kitabı su gibi akıp gidiyor.
İlk tanışmamızı hatırlamıyorum.
1970’lerde, 1974 Kıbrıs harekatı sonrası olabilir. Ben Cumhuriyet’te muhabirdim. Ama aynı zamanda gazetenin mutfağında çalıştığım için haberciliğe çok fazla zaman kalmıyordu.
Sevgili Mehmet Ali de Milliyet’in Brüksel temsilcisiydi. Onu fena halde kıskandığım bir dönemdi.
Çünkü, 1974 Kıbrıs çıkarmasını anlattığı 30 Sıcak Gün kitabıyla sahnede ben de varım demiş, yıldızı parlamaya başlamıştı.
Doğan Avcıoğlu’nu anımsıyorum. “Kitap yazmayı gözünde büyütme, sen de otur yaz bir şeyler. Bu memlekette kitabı olan daha çok adam yerine konur” derdi bana...
Ben de kitap yazacaktım.
O zaman Ortakpazar dediğimiz ve kısa adı AET olan Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Türkiyeilişkilerini konu alan bir kitap...
Sanıyorum Mehmet Ali’yle Brüksel’de Ortakpazar vesilesiyle tanıştım, 1975 ya da 1976 yılında. Ama gördüm ki, kendisiyle bu alanda yarışmam güçtü. Zira Brüksel’de suyun başını tutmuştu ve iyi gazeteciliğin dokusunda olması gereken hırsla o kadar doluydu ki, çeşmenin başını kimselere bırakmak gibi bir niyeti yoktu.
Ben davranana kadar o, bir ilke daha imza attı ve Ortakpazar kitabını da çıkardı.
Sonra ‘ilkler’e devam etti.
Emret Komutanım’la ilk asker kitabını yazdı. 32. Gün de bir ilkti, televizyon haberciliğimizi dışarıya taşıdı, ona uluslararası bir boyut ekledi. Milliyet’in açtığı büroyla ilk Moskova muhabiri de oldu. Can Dündar’la birlikte yaptığı Demirkırat belgeseli de bir ilkti.
Sonra başına belalar açacak olan bir başka şahane gazetecilik ilki de, Bekaa’ya giderek PKKlideri Öcalan röportajını yapmış olmasıydı.
Kısacası:
‘İlklerin adamı’ydı Birand.
Aramızdan sıyrılıp televizyona adım atarken de öyleydi. Bugün de öyle, ayakta. Elden bırakmıyor zirvede tutunmayı.
Can’ın güzel kitabını okurken, Mehmet Ali’nin hayattaki bu tutunma ve önde olma kavgasının tüm ipuçları, bazen hüzünlü yanlarıyla da bir film şeridi gibi gözümün önünden geçip gitti.
Bizim mesleğin tabiatında kıskançlık hiç eksik olmaz. Belki bu duygu aynı zamanda rekabeti kamçılar, zamanla senin de iyi işlere imza atmanı sağlar.
Ben de kıskandım Mehmet Ali’yi.
Bir dönem neredeyse bütün gazetecilik ödüllerini o toplamıştı.
Anımsıyorum.
1980’lerde Cumhuriyet’in genel yayın yönetmeniyken, Milliyet’in başına gelecek diye de epey tedirgin olmuştum.
Bazen birbirimize kızdık, birbirimizi çok sert eleştirdiğimiz zamanlar yaşadık. Hatta bazen ilişkilerimiz kopar gibi oldu. Bizim de insan olarak artılarımız, eksilerimiz vardı, her fani gibi...
Ama yıllar içinde öylesine güzel dostluk bağları kurduk ki, öylesine keyifli gazetecilik halleri yaşadık ki, dile kolay, neredeyse kırk yıldır, o bana Haso, ben de ona İblis demeye devam ediyoruz.
Sevgili kardeşim;
Bu yazıyı yazarken elbette sevgili Cemre’yi ve onun senin hayatındaki anlamlı ve büyük yerini hiç unutmadım. İnşallah o da seni bir gün Umur’la birlikte Hakiki Birand adıyla kitaplaştırır.
Yorum Yap