- 29.12.2012 00:00
İlhan Selçuk böylesi hallere yazarlık bunalımı derdi. Bazen ne yazacağını bilemezsin. Yazı bir türlü gelmez. Gelse de derdini anlatamazsın. Yazı seni olmadık yerlere götürüp bırakabilir. Yazdığını beğenmezsin. Taşlar yerli yerine oturmaz. Kıvranır durursun. Ama daktilo zamanları daha kötüydü.
Bilgisayarın başına oturdum. Yıl sonu notları dedim.
Ama ne yazacağımı bilemiyorum.
İlhan Selçuk böylesi hallere yazarlık bunalımı derdi.
Bazen ne yazacağını bilemezsin.
Yazı bir türlü gelmez.
Gelse de derdini anlatamazsın. Yazı seni olmadık yerlere de götürüp bırakabilir.
Yazdığını beğenmezsin.
Taşlar yerli yerine oturmaz.
Kıvranır durursun.
Daktilo zamanları daha kötüydü.
Yazdığını beğenmedin mi, her seferinde kağıdı cart diye daktilonun üstünden koparıp fırlatırdın.
Çok iyi hatırlıyorum.
Adeta yercesine içtiğim cigaralardan ağzım zehirleşirken, öyle yazılar olurdu ki daktiloya kağıt yetiştiremez hale gelir, sinir yumağına dönerdim.
Altan Öymen aklıma geldi.
Sevgili meslek büyüğüm ve gazetecilikteki ustam Altan Abi, daktilo da kullanmaz elle yazardı. Ve yazıya başladı mı, etrafı tenhalaşır, bütün oda kendisine terkedilirdi.
Şimdi gözümün önünde.
El yazısı okunaklıydı ama üç dört cümleyle koca sayfanın sonuna gelirdi.
Ve sağ eliyle yazarken, sol elinin uzun parmaklarıyla da, belki bu nedenle tepesinde gitgideseyrelen saçlarını sert darbelerle karıştırır dururdu.
Zor beğenirdi.
İçine sinecek bir sayfayı yazıncaya kadar da, buruşturup yere fırlattığı sayfalar odanın içinde beyaz öbekler oluştururdu.
Kesif sigara dumanını da katarsanız, yazı sonrasında Altan Abi’nin odası savaş meydanına dönerdi.
Bir de yavaş yazardı.
O yazarken hatlar kaçmaya başlar, yazı müdürlerinin vücut kimyası bozulurdu.
Belki ben de ona çektim.
Sevgili Uğur Mumcu, benim yazı uzadıkça, kafasını kapıdan uzatıp o muzip yüz ifadesiyle bağırırdı:
“Paşa Deden, senin yazı süren içinde darbe yapıp koca imparatorluğu ele geçirmişti. Haydi oğlum bitir şu yazını, baskı gecikiyor.”
Nadir Nadi de elle yazardı.
Cumhuri-yet’teki Başyazarımın titrek bir el yazısı vardı. Küçük ama okunaklıydı.
Beyaz dosya kağıdının tepesinden yazmaya başlar, aşağıya doğru indikçe satırlarının uzunluğu kısaldıkça kısalır, sayfanın sonuna doğru bir iki kelimeye inerdi.
Nadir Bey başyazılarını evinde yazar, öğle yemeğinden sonra kendi deyişiyle ‘matbaa’ya gelir, kahvesini söylerken beni çağırırdı.
Odacısı Hasan Efendi kafasını uzatır, biraz da telaş yaparak, “Adaş, seni istiyor” diye seslenirdi.
Karşısındaki deri koltuğa uslu çocuk gibi otururken yazısını uzatır, “Hasan Cemal oku bakalım!” derdi. Ben okurken, o da elindeki bambudan kısa çubuğunu koltuğunun kenarına pıt pıt vururdu.
İlhan Selçuk daktiloyla yazarken, sonra el yazısına dönmüştü. Son derece okunaklıydı yazısı. İnci gibi yazar, bittikten sonra da tek tük düzeltme yapardı.
Ali Sirmen kavga eder gibi yazardı.
Makineli tüfek gibi takır tukur sesler gelirdi odasından. Daktilosunun tuşlarından neredeyse alevler çıkardı. Ama çok hızlı yazardı, imrenirdim.
Ben yıllar yılı sevgili babamın evde geceleri tercüme yaparken kullandığı Hermes-baby markadaktilosuyla yazdım. Seyahatlere de yanımda götürürdüm. Sonra gazetede kaybolup giden o baba yadigarı Hermes’in arkasından üzüldüğümü hatırlıyorum.
Yıllar geçti önce el yazısına, 1980’lerin sonunda da bilgisayara geçtim, rahatladım.
Rahatladım, zira artık kağıtları habire buruşturup yırtıp atmaktan kurtuldum. Sevmediğim satırları silmek dert olmaktan çıktı da ondan...
Nerden başladık, nereye geldik?..
Bazen böyledir.
Yazının seni nereye götüreceğini bilemezsin.
Demek ki yazarlık bunalımı böyle bir şey...
‘Yıl sonu notları’nı yarına denerim artık.
Yorum Yap