- 8.04.2011 00:00
Hava bugün çok güzel. O kadar ki, Cafe Fanelli’deki masama saksının yaprakları arasından güneş bile vuruyor.
Oysa dün yağmurlu ve soğuktu.
Düşünüyorum:
Taşları yerinden oynatmak!
Veyahut:
Kendine yönelik şiddet!
Evet öyle ahbap!
Acep ne demektir, insanın kendi kendine yönelik şiddeti?..
Bazı taşları yerinden oynatmaya, bazı tabulara dokunmaya çalışırken, kendi kendisine uyguladığı şiddetin bazen verdiği acıyı hiç hissettiğin oldu mu ahbap?..
Bu şiddeti ben son Los Angeles konuşmasını hazırlarken kendi içimde hissettim galiba...
Ama yine de bilemiyorum.
Bugün yazı kolay gelebilir.
Çünkü elimde Nilüfer Göle’nin son kitabı var kaç gündür:
Mahremin Göçü, (HayyKitap).
Önce İstanbul’dan Los Angeles’a, sonra New York’a uçarken havada geçirdiğim uzun saatlerde okuyup bitirdim.
Ayşe Çavdar, Göle’yle söyleşisini çok iyi yapmış. Kitabın girişinde de bir noktayı belirtmiş:
“Nilüfer Göle’nin Modern Mahrem’ini ilk okuduğumda henüz başörtülüydüm... İkinci okuyuşumda artık başörtülü değildim.”
Yazıyı çabuk bitirsem, kahve doluyor öğle yemeği için...
Ama rahatsız değilim.
Bir masada kocaman göbekli inşaat işçileri, hamburgerlerini iştahla yiyip biralarını içerken gürültülü gürültülü sohbet ediyorlar.
Keyifli bir masa.
Sakallısı bana takılıyor, büyük yazar diyerek... Cafe Fanelli’de bir tek turist benim galiba ya da sahici olmayan...
Tarih yazımından söz ediyor Göle:
“Tarih yarasını tamir etmeye çalışırsanız, çok kötü bir milliyetçiliğe düşersiniz. O yaraların tamir edilmeye çalışılması yüzünden Türkiye’de kaba saba tarih yazımlarıyla karşılaştık. Şimdi de onlardan kurtulmaya çalışıyoruz.” (s.110)
Şöyle devam ediyor:
“Müslümanların, Müslümanlıklarını saklamadan yaşama çabası önemli.
Benzer şekilde Türkiye’de yaşamak için Kürtler de Kürtlüklerini yok saymak zorunda bırakıldılar...
Ermeniler sanki geçmişleri yokmuş gibi davranıp geleceklerine yönelik sürekli korku içinde bırakıldılar.
Bütün bunların ürettiği sancıları yaşıyor Türkiye.
Hiç kolay değil.
Çünkü bu geçmişle hesaplaşmak, bugün de bu farklılıkları kabul etmek demek... Farklılıkların kabul edilmesi, Cumhuriyet’le birlikte yaratmaya çalıştığımız kolektif bilincin değişmesi demek.
Kimse kendine kötü gözle bakmak istemiyor. Kendimize aynada baktığımızda bile düzeltiriz. Bir bakış daha atar, bir daha düzeltiriz kötü bir şey yakaladığımızda...
Toplumlar da öyle, kendi hatalarını görmek istemiyorlar.” (s.110-111)
Nilüfer Göle, artık Türkiye’nin olgunlaşmaya başladığını, çelişkiler içinde yaşama ve varolma yolunda mesafe aldığını belirtirken ekliyor:
“Çok bedel ödendi. Hrant Dink’in öldürülmesi unutulmayacak. O cinayet -kendi açımdan söylüyorum- beni sonsuza kadar değiştirmiştir. Sanki bir Hrant’tan önce, bir de Hrant’tan sonra diye bölündü tarih...
Hrant, Ermenilerin iyileşmesi, Türklerin de büyümesi, olgunlaşması için diyaloga ihtiyaç olduğunu söylüyordu.
Ermenilerin bu ülkenin, bu toprakların insanları olduğunu unutmuş bir Türkiye var.
Bu ne kadar korkunç bir inkârdır farkında mısınız?” (s.112)
Evet, farkında mısınız?
Sevgili Hrant’ın ölümüyle, ben de tarihimize ve günümüze dair çok şeyi gözden geçirmeye, yeniden öğrenmeye ve hissetmeye başladım.
Nilüfer Göle, “Hrant Dink’in öldürülmesi soykırımı bir kez daha yaşattı bize. Bu hepimize, Türkiye’ye yapılmış korkunç büyük bir kötülüktür” derken ne kadar haklı... (s.112)
Sevgili Nilüfer Göle, taşları yerinden oynatmayı seven bir insan... Ve Cafe Fannelli’deki havamı çok iyi özetliyor şu sözleriyle:
“Taşları oynattığınız zaman kızarlar... Kızılmaktan bıkmamak lazım... Aydın olmanın bir parçası da kendine yönelik şiddet. Yalnızca dışarıda değil, kendi içinizde de taşları sürekli yerinden oynatmak zorundasınız. Çünkü aydın olmak için kendinize ihanet etmek zorundasınız.” (s.133- 138)
Anladınız mı?..
Yorum Yap