- 7.04.2011 00:00
Görünmez adam oldum, saatlerce dolaştım. Sonra oturdum Café Fanelli’deki masama, yazmaya başladım.
Bazen hüzün bazen sevinç...
Yıllar var P J Clarke’s‘a uğramamıştım.
Üçüncü Cadde’yle 55. Sokağın köşesinde, gökdelenler arasına sıkışmış tek katlı, kırmızı tuğlalı o İrlanda barı da, upuzun ahşap barın arkasındaki koca göbekli garsonları da değişmemiş...
Biralarıyla baş başa basket maçına dalmış birkaç kişi... Hiç Nat King Cole’süz, Frank Sinatra‘sız olur mu Clarke’s?
Hâlâ seviyorum onları.
Kırmızı beyaz puantiyeli masa örtüleriyle küçük lokanta yerli yerinde... Kapı açılıp kapandıkça New York’un buz gibi rüzgârı içeri vuruyor.
Eskiden de böyleydi.
Ama ben farkına varmazdım. Şimdi sırtıma paltomu alıyorum.
P J Clarke’s bar gibi bardır!
Tanju Akerson‘u hatırlıyorum.
New York’tan 1980’lerde Cumhuriyet’e yazdığı pazar yazılarında Manhattan’ın İrlanda barlarını ne güzel anlatırdı. Edebi bir tad ve keskin gazeteci gözlemleriyle verirdi bohemi ve nostaljiyi...
Clarke’s’tan çıkınca, 55. Sokağa sapıp yürüyorum.
Arka tarafta, Michael’s Pub.
Eskiden pazartesi akşamları arada bir Woody Allen klarnet çaldığı için kolay yer bulunmazdı. Ben de yıllar önce kendisini bir kez dinlemiştim.
Ama benim gönlümde yine West Village’deki Arthur’s Tavern, o piyano bar.
Ama Bundy de, ona yıllarca eşlik eden Mable da, gece yarısından sonra piyano çalıp kısık sesleriyle şarkı söyleyen o siyah çift de yoklar artık.
Bir de sanıyorum 1988’de bir gece Arthur’s’ta hep birlikte azıttığımız Ufuk Güldemir yok.
Yıllar ne çabuk geçiyor.
Yan taraftaki Marie’s Crisis‘ta düzen değişmiş değil. Off-Broadway’den gelenler, yine aynı piyanonun çevresinde toplanmış neşeyle söylüyorlar.
Etrafa aldırdıkları yok!
Cabaret ve Oklohoma müzikallerinden parçalarla, tabii ki New York, New York... Maries’s Crisis’ın havası bir neşeli, bir kederli...
Chelsea Otel’e uğramadan olmaz, 23. Sokağa. Yıllar önce kalmıştım. Bilemiyorum neden ama zamanın hızlandığını hissetmiştim bu mekânda...
Sanatçıların özellikle 1920’lerden, 1930’lardan başlayarak sevdikleri bir otel. Parası çıkışmayan resmini, heykelini vermiş. Sahibinin hatırı sayılır zengin bir koleksiyona sahip olduğu söylenir.
Tıpkı Zürih’teki Kronen Halle (sevgili Ercan Arıklı’dan öğrenmiştim) ya da St. Paul de Vance’daki La Colombe d’Or restoranlarının sahipleri gibi... Bu lokantalar duvarlarındaki resimlerle gerçekten birer müzedir.
Arthur Miller altı yılını Chelsea Oteli’nde geçirmiş. Mark Twain, Eugene O’Neill, Tenesse Williams, Bob Dylan, Leonard Cohen, Allen Ginsberg de Chelsea’de kalanlardan. Galli şair Dylan Thomas burada ölmüş, viskiyi fazla kaçırınca...
Kiminin plaketleri otelin girişine çakılmış, şu tarihler arasında Chelsea’de kaldı diye...
Chelsea Oteli hakikaten deli bir yer.
Hatırlıyorum, bu otelde oda servisi yoktu. Su, kahve dahil her şeyi otelin hemen yanındaki bir bakkaldan kendim satın almıştım.
Barı ise bodrum katında. Göbeği meydanda kızların içki servisi yaptıkları bir bardı. Bir gece vakti sevgili Ömer Uluç bu barda bana alkolden ölen ressamları anlatmıştı.
Ayağında siyah deri çizmeler, kocaman sarı tokaları var. Siyah jean pantolon ve yelek giymiş. Boylu poslu, bembeyaz saçlı bembeyaz sakallı bir adam. İki büklüm yürüyor.
Ne arıyor Chelsea Oteli’nde?
Gençliğini mi?
Sürekli ‘Nerede eski güzel günler!’ diyerek yaşamanın tadı olmaz. Geleceği geçmişte aramak korkutucu... Bunları da konuşmuştuk rahmetli Ömer Uluç’la o gece...
Ne güzel, Chelsea Oteli’nin barında Beatles:
“Para bana aşkı satın alamaz!”
1962 yazında Beatles’in ilk uzunçalarını alıp gelmiştim Ankara’ya İngiltere’den... Hatıralar bir yerlerden çıkıp gelirken Paul McCartney söylüyor:
“Bir tepenin üstünde çıngıraklar vardı / Hiç duymamıştım çaldıklarını / Hayır, kesinlikle duymamıştım / ta ki seninle tanışıncaya kadar... / Gökyüzünde kuşlar vardı. / Hiç görmemiştim onları cıvıl cıvıl ötüşürken. / Hayır kesinlikle görmemiştim, / ta ki seninle tanışıncaya kadar...”
İçim ısınıyor.
Karnım acıktı.
Gecenin bu saatinde en iyisi Carnegie Deli... 57. Sokak’la 6-7. Caddeler arasında olmalı...
Pastramisi de, böğürtlenli cheese cake’i de kocaman porsiyonlarıyla aynı. Woody Allen‘in fotoğrafı da yerli yerinde. “İyi ki Bach var!”dediği Manhattan filmlerinden birinde kendisiyle birlikte burası da şöyle bir geçerdi.
Manhattan’da kendimi hiçbir zaman yabancı hissetmedim.
Mario Vargas Llosa demiş ki:
“Manhattan’da birkaç gün geçirdikten sonra her seferinde kendimi sanki daha çok kalmışım gibi hissederdim. Bu birkaç günün bana verdiği heyecan ve yorgunluğu başka hiçbir şehirde hissetmezdim. New York’ta kendimi hep dünyanın merkezinde, bir tür modern Babil’de hissettim. Evrendeki bütün dillerin, dinlerin ve kültürlerin temsil edildiği Borgesvari bir merkez...”
Homurtusu hiç bitmeyen, uyku nedir bilmeyen New York için “Deliliğin gürültülü ırmaklar halinde fışkırdığı yeryüzü kabuğundaki delik” der bir şiirinde büyük Adonis...
Yetti bugünlük bu kadar Café Fanelli’den, bakalım yarını nasıl çıkaracağız?..
Yorum Yap