- 30.06.2012 00:00
Edebiyatta öyle bazı “ara tipler” vardır ki, tarihsel gerçekliği ve/ya hayal ve inşa edilmiş, kurgulanmış biçimiyle ideolojik izdüşümlerini yansıtmak bakımından büyük önem taşırlar. Millî Mücadele romanlarında, örneğin, “sadık emireri” böyle bir ara tiptir. Yakup Kadri’nin Yaban’ındaki kutuplaşmayı düşünün : bir tarafta, olanca “medeniyet misyonu”yla Türk milliyetçi-modernizmini temsil eden asker-sivil aydın zümre; diğer yanda, onlara astığı astık kestiği kestik alafranga gâvurlar diye bakan, onların da geri ve cahil diye baktığı alaturka kesim, ister üniformasız köylü ister üniformalı nefer kılığıyla Anadolu halkı. Kim kuracaktır aradaki köprüyü ? Bu iş, o “bâtıl inançlar” dünyasının içinden çıkmış, fakat her nasılsa bir nebze aydınlanıp genç mektepli zâbitine inanmış ve bağlanmış, onun makro-vizyonu ve dâvâsını köyünün daracık dünyasına dahi taşıyan bir çavuş veya onbaşıya düşer.
Başbakan Erdoğan’ın kürtaj söyleminden hareketle, birkaç haftadır aynı modernist Türk milliyetçiliğinin “saf ve büyük nüfus” arayışı, cinselliğe ilişkin bilinçaltı, aile ve annelik değerleri üzerinde duruyorum. Bu bağlamda da karşımıza başka bir “ara tip” çıkıyor : eski dadıların yerini alan mürebbiyeler, özellikle de yabancı (ecnebi) mürebbiyeler. Bir uçta, tehlikeli cinsellikleriyle sırf yuva yıkıcı değil, asıl millet yıkıcı bir rol oynamasından korkulan “beynelmilel orospular” (üst sınıf gayrimüslim ve Levanten kadınlar) var; diğer uçta, ancak Türk-Müslüman kızlarından çıkabilecek “millî anne ve hemşire”ler.
Dadının modern versiyonu diyebileceğimiz mürebbiye ve hele ecnebi mürebbiye ise ne tam biri, ne tam diğeri. Tersine, bir ayağı orada, bir ayağı burada gibi. Dışarıda, kentin yeni anonimliğinde gönül eğlendirmek için değil, geleneksel tarzda çocuk bakmak ve emzirmek için de değil, adı üstünde “terbiye” vermek için istenir ve bu sayede eve girer, hattâ ailenin bir parçası olur (veya öyle kabul edilir). Gene de yabancı ve bir tehdit unsuru olmaya devam eder. Nasıl erkek öğretmenler, gündüz gelip geçiciliklerine karşın, birkaç saat Fransızca ve piyano dersi verdikleri genç kızlar için bir tehlikeyse, geceleri dahil sürekli evde kalan bu genç kadınlar, ailenin çocukluktan olgunluğa bütün erkekleri için haydi haydi bir tehlike oluşturur.
Burada çarpıcı bir kesişme ve örtüşme daha bizi bekliyor : Nihal Atsız yerine (selefi) Ömer Seyfeddin ile gene Nâzım arasında. İlkinin bir hikâyesi ile ikincisinin bir gazete yazısı, gerek katıksız milliyetçiliğin, gerekse milliyetçilikle karışık Marksist, anti-emperyalist ahlâkçılığın, bu “ara tip”i algılayış benzerliğini yansıtıyor.
Ömer Seyfeddin’in söz konusu hikâyesi sadece Mürebbiye başlığını taşır (1919). Yabancı veya ecnebi sıfatları eklenmese de, öyle olduklarını gidişattan anlarız. Anlatıcı, ailenin 18’indeki, hormonları başına vurmuş delikanlısıdır. Kızkardeşi için tutulan bütün öğretmen ve mürebbiyeleri sıkıştırmadan yapamaz. “Ya kapı arkasında, ya bir kanepe üstünde” yakalandıklarında, “tabii evden ben kovulamayacağım için o kovulurdu” der, diyebilir hayatlarını kazanmak için çalışan o kadınları insanlıktan çıkarıp nesneleştirmeyi doğallaştırıcı, bu denli kaygısız ve fütursuz bir ifadeye, rahatlıkla yer verir Ömer Seyfeddin. “Nihayet günün birinde, güzel, bebek gibi güzel, sarı saçlı, mavi gözlü bir kızcağız” gelir. Adı Adriyan’dır. Kahramanımız sert bir uyarı nutku dinler, çok sinirli babasından. Buna da bir “edepsizlik” ederse bu sefer kendisinin kovulacağı söylenir. Aldırmaz, derhal kıza kur yapmaya koyulur. Üç ay geçer; uzun bir ilân-ı aşktan sonra amacına ulaştığına inanır. Fakat gece Adriyan’ın odasına gittiğinde kapıyı kilitli bulur. Bu durum üç dört defa tekrarlanır. Gündüzden anahtarı saklayıp da son bir defa denediğinde, kızın yatağında babasını yakalar.
Nâzım’ın Adsız Yazıcı imzalı fıkrasının başlığı, bilhassa Ecnebi Mürebbiyeler’dir (Tan, 20 Mart 1937). Ömer Seyfeddin’den yirmi yıl sonra Nâzım için, aileye yönelik cinsel bir tehlike değil, millete yönelik ideolojik bir tehlike ön plandadır. Günümüzde mürebbiye, sırf zenginler değil, bütün çalışan kadınlar için bir ihtiyaçtır. Ayrıca, bırakın mürebbiyeliği, hizmetçilik dahil “çalışmanın hiçbir şekli ayıp değildir.” Fakat ! “Çok mahzurlu” olan, “ecnebi mürebbiyeye, bilhassa... hariçten gelen”ine çocuk teslim etmektir. Zira “bunlar çocuklara tamamen yabancı ve geri bir terbiye verirler. Çocuğun bir ecnebi lisanı konuşması, ana lisanını unutması [ama neden unutsun ki ?] bir kazanç değil, bir zarardır. Bir kozmopolit yetişir. Ecnebi mürebbiyenin en büyük vazifesi çocuğa din terbiyesi vermektir [gizli bir merkez mi bu vazifeyi veriyor ?]. Çocuğun muhitine tamamen yabancı bir din...” Bu noktada Nâzım Marx’ı hatırlar tabii; din genel olarak halkın afyonudur. Ama anlıyoruz ki beterin beteri, “yabancı” dinlerdir. Ecnebi mürebbiye çocuğu ailesi, muhiti “ve memleketinden soğutur. Bir gayri memnun yetiştirir.” Bu işe bakanlık el koymalı, birer yıllık mürebbiye kursları açıp Türk mürebbiye yetiştirmeye başlamalıdır.
Bir komünistin, hele 30’ların “irtica karşıtı” bir komünistinin, anti-emperyalizm uğruna “din elden gidiyor” söylemiyle buluşmasını; “ecnebi mürebbiye”leri bununla görevli gibi göstermesini; bence en korkuncu, ülkede hoşnutsuzlar yetişmesi olasılığını kötüleyecek kadar devletçi ve iktidar yanlısı olmasını, şu 2012 yılından geriye bakıp yadırgarken, işe kendimi(zi) de katıp, bir vakitler nereden zuhur etmiş ve ne olmuş olduğum(uz)a dair, daha derin bir muhasebeye girmem(iz) gerektiğine inanıyorum.
Yorum Yap