Büyük (ve saf) bir nüfus arayışı

  • 2.06.2012 00:00

 Bu, Okuma Notları’nın 500’üncüsü (arada sırada benimle yapılan röportajları, verdiğim demeçleri,HerTaraf’ta çıkanları, 1 Mayıs 77 tanıklıklarını ve benzeri derlemeleri, Watergate - Ergenekon karşılaştırması gibi özel sayfaları ya da Şu Korkunç Otuz Yıl’ın tefrika edilmesini saymıyorum). 500 köşe yazısı, herhalde tek aralıklı 1000 sayfa ve iki milyon küsur sözcük. Belki bu yüzden bitiril(e)memiş üç akademik kitaba bedel. Ne yapalım. Taraf yaşıyor, özgür eleştirelliğini değişen koşullarda çok yönlü olarak sürdürüyor ve ben de yazmaya devam ediyorum.

100 küsur yıl öncesinin proto-faşizminde “nüfus gücü” vurgusu çok önemliydi. Henüz devletleşmemiş milliyetçilikler, burası bizim (olmalı) dedikleri “vâdedilmiş topraklar”da kendilerini (icabında manipüle edilen nüfus sayımları yoluyla) “çoğunluk” gibi göstermeye ve pratikte de öyle olmaya çalışıyordu. Mevcut ulus-devletler, “hayat alanları”nı başkaları aleyhine genişletip “daha büyük olma,” hattâ tutturabilirlerse mini-imparatorluklar kurma peşindeydi. Bu hedeflere kâh daha hızlı üreme ve kolonizasyon, kâh “istenmeyen öteki”lere yönelik etnik temizlik yöntemleriyle ulaşmak söz konusuydu.

Hepsi meşru ve mübahtı, çünkü Sosyal Darwinizme göre, adına millet dediğimiz insan toplulukları arasındaki ilişkiler bir çeşit “orman yasası”na tâbiydi. Ömer Seyfeddin’in Primo’da kozmopolit geçmişinden koparak Türkçüleşen Kenan’a, Beyaz Lâle’de onun Bulgar muadili Radko Balkaneski’ye kullandırttığı ifadelerle, ahlâk zaten palavraydı ve hak diye bir şey de yoktu; ölmemek isteyen öldürecek, kuvvetli zayıfı altedecekti. Ve nasıl doğada, hayvan türleri arasındaki hayat mücadelesinde başarı, çoğalıp yayılmak ve giderek daha geniş bir alan kaplamakla; başarısızlık ise o türün yokolması, nüfusunun tamamen tükenmesiyle ölçülüyorduysa, uluslar ve ulus-devletler arasındaki “hayat mücadelesi”nde zafer ve yenilgi de nüfus üzerinden kavramlaştırılıyor; büyük bir nüfus üstünlüğün, buna karşılık küçük bir nüfus zayıflığın hem nedeni, hem sonucu ve somut ifadesi sayılıyor; özellikle nüfusun sürekli azalması, milleti yeryüzünden silebilecek bir felâket trendi gibi görülüyordu.

Aksiliğe bakın ki, toplumlar gelişip refaha kavuştukça, önce ölüm oranları düşer ve bu, (doğum oranları yukarıda seyretmeye devam ettiğinden) ilk ağızda hızlı bir nüfus artışına yol açar. Derken, insanlar geleceğe daha fazla güven duydukça daha az çocuk yapmaya başlar; doğum oranı da aşağı çekilir ve nüfus artışı yavaşlamaya hattâ durmaya yüz tutar. Bu da iddialı ve ihtiraslı devletlerin gözünde bir tehdide dönüşür.

Nitekim Karanlık Kıta’da Mazower, 19. yüzyıl sonu Avrupa’sında “beyaz ırkların” doğum oranlarının giderek düştüğünü; Birinci Dünya Savaşı kayıplarıyla da birleşen bu uzun vâdeli trendin, hep o proto-faşist düşünce ortamı çerçevesinde, çeşitli genel ve özel korkuları tetiklediğini anlatıyor. Giuseppe Sergi adında bir İtalyan öjenikçisi, 1916’da verdiği bir konferansta, “üstün ırk”larındaki gerileyişin Avrupa’yı korkuttuğunu söylemiş. Fransızlar kafayı Alman nüfusunun daha hızlı artmasına, Almanlar ise daha doğudaki “habire çoğalan Slav sürüleri”ne takmış. Slavlar, Germenler ve Romenler karşısında “halk ölümü”ne uğrama tehlikesi, Macar milliyetçilerini “umutsuz bir kavga”ya sevketmiş. Hele Boer Savaşları’ndan (1880-1881, 1899-1902) sonra İngilizler, “eriyen bir ırk”ın dev bir imparatorluğu elinde tutup tutamayacağının derdine düşmüş.

Mazower’ın da işaret ettiği gibi, bu fobiler iki savaş arası dönemde (1918-39) “annelik ve aile değerleri ideolojisi”nde çok belirgin bir tırmanışa yol açtı. Ulusun “ırk sağlığı” yerinde, çok sayıda çocuğa ihtiyacı olduğu kanaati, devletin özel hayat alanına giderek daha fazla müdahelesini ve halka nasıl yaşanacağını gösterip öğretmeye kalkışmasını beraberinde getirdi. Sağlık bakanlıkları kuruldu, konut ve yaşam koşulları iyileştirildi, belediye hizmetleri arttı ve daha fazla çocuk yapması istenen halkın rağbet etmemesi gereken doğum kontrolü ile kürtaj giderek suç sayılır oldu. Birinci Dünya Savaşı sırasında birçok lider “kadınların aktif cephe hizmeti hamileliktir” diye konuşur olmuş; Fransız kartpostalları izne çıkan askerleri “yeniden nüfus artışına katkıda bulunma” (!) ve genç kadınları da “Fransa için çalışma”ya (!) çağırmış; İngiltere’de “ceninin hayat hakkı” savunucuları The Menace of the Empty Cradle (Boş Beşiğin Arzettiği Tehlike) ve Cradles or Coffins ? Our Greatest National Need (1916; Beşik mi, Tabut mu? En Büyük Millî İhtiyacımız Nedir) gibi kitaplar yayınlamış; Alman parlamentosu kürtajı kısıtlayıp doğum kontrolünü yasaklayan kanunlar çıkarmıştı.

Fakat asıl 1918’den sonradır ki bu dalga, modern kadın tipi ve özgürlüğüne duyulan tepkiden de beslenerek, Faşist İtalya, Nazi Almanyası, Stalin dönemi Sovyetler Birliği ve Tek Parti Türkiyesi gibi diktatörlük rejimlerinde doruğuna ulaştı. Özellikle son nokta iki açıdan önemlidir : Türkiye’nin yakın tarihine izole bir olay gibi değil, uluslararası bağlamı içinde, bir karşılaştırmalı tarih yaklaşımıyla eğilmek ve aynı zamanda, Başbakan Erdoğan’ın ne kadar kötü bir mirasa sahip çıktığını daha iyi görmek bakımından.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums