(Çeşme, değirmen, yaşlı çınar ağacı)

  • 22.03.2012 00:00

Bir gün önce (17 Mart Cumartesi). Bizim aile safarisi, İraklion’dan güneye 70 kilometre yol almışken, önde oturan Nikos Stampolides (adı üstünde “İstanbullu”, müzeci, arkeolog, aslen Arnavutköylü ama Eskişehir’e yerleşmek hatâsını yaptıkları için zorla “mübadil” kılınan bir ailenin çocuğu), dur diyor direksiyondaki Panayotis’e. Sağ ilerimizdeki yamaçta, büyük, iki mahalleli bir beyaz evler yığını var. İşte Ano Viannos orası.

Giriyoruz, ağır ağır. Otoyol köyü uçtan uca katediyor; daracık sokaklar sola yukarı çıkıyor ve sağa aşağı iniyor bu eksenden. Az ileride, “ana cadde”nin dirsek yaptığı noktada yaşlı bir çınar ve etrafında minik bir meydan oluşmuş. Küçük bir çeşme, karşılıklı iki kahve. Birinin adı Milos (değirmen). Az üstünde boyasız bir taş sarnıç, tepesinde eski bir duvar, kemer ve davlumbaz, onun da tepesinde bir tane daha. Nikos durumu derhal “okuyor” ve açıklıyor; tek bir dere yatağı üzerine kurulu, peşpeşe üç su değirmeninin kalıntıları. Yirmi basamak çıkıp sağa, sarnıcın arkasına dolanıyoruz; siyahlar giyinmiş üç yaşlı kadın, eski fotoğraflardan fırlamışçasına, dedemlerin ortanca kardeşini, 1881 doğumlu ablası Sıdıka Hala’yı andırıyor. Biri hortumla halı yıkıyor; bir vakitler babasına aitmiş bu değirmenler. Neredensiniz diyorlar; “Konstantinopolis” özel bir ilgi uyandırmıyor.

Türkiye herhangi bir yabancı ülke, o kadar.

Kafile tırmanmaya devam ediyor; bense tekrar aşağı iniyor ve çınarın altına atılmış o çok tanıdık tahta-hasır kahve iskemlelerinden birine oturuyorum. Dolaşmaz da bir noktada durursanız, daha değişik şeyler görüyorsunuz, oranın günlük hayatı etrafınızda usul usul akarken. İstanbul’dan çok güneydeki Girit’e çoktan bahar gelmiş; hava güneşli, 20-25 derece, çimenler yemyeşil, her yer çiçek. Tek tük kamyonlar geçiyor; yaşlılar sohbet ediyor kahvelerde; birkaç köpek yavrusu dolanıyor ortalıkta; genç bir kadın, küçük kızının elinden sertçe tutmuş, hızlı hızlı yürüyüp ilerideki bir dükkâna giriyor, ne aldılarsa gene hızlı hızlı dönüyorlar. Kavukaki’lerden İlhami (Kösemen) veya Mehmet Reşidaki veya Bedderaki Hasan efendileri de civarda bir yerlere kondurmaya çalışıyorum, ama pek olmuyor doğrusu. Evet, tarihen mevcuttular, ama bunu soyut olarak “bilsem” de ete kemiğe büründüremiyorum onları. Çınar konuşmuyor benimle, değirmen konuşmuyor, çeşme konuşmuyor. Bu sükûnet, bu meydancık, 120 yıl önceyi hiç hatırlamıyor (gibi). Ben romancı olamazmışım sanırım.

Gidenler geliyor; tekrar yollara vuruyoruz. Kato Viannos çok daha küçük; meydanı dahi yok ve hattâ arabaların park edebileceği yer bile yok; merdivenle inilen dökük bir kahvede, küreselleşmenin tâ Balkanlardan Girit’in bu ücra köşesine attığı bir grup genç “yabancı” tarım işçisi öğle molasında kâğıt oynuyor. 15 kilometre ileride Kato Simi köyü ve Cumartesi günü bir tek orayı açık bulursunuz denen bir kır lokantası, Afroditi Taverna. Teras, güneş, aşağıda kayaların arasında çağıldayan derenin sesi, bardaklarda taze şarap. İçerde, tezgâhın ardındaysa iki fotoğraf. Biri 1942, biri 1943 tarihli. Elli altmış kişilik iki grup. Ellerinde mavzerler, hafif makinalılar. Pos bıyıklı patron geliyor yanıma. “Partizan, eh ? Partizan.”

Ve sonra karşılığı. Amira’daki anıt. Yörenin bütün erkeklerini öldürmüş Almanlar (köylerde bulabildiklerini tabii), direnişi cezalandırmak için. Bir kaktüsün dibindeki kitabe Bypasser... diye başlıyor : hemen aynen “Dur, yolcu.” Sırf bizim mi; herkesin toprağı “şühedâ fışkıracak sıksan şühedâ.” Şimdi, uzaktan denizi gören bir yamaçta bir sütun; üzerinde kırık bir insan bedeni ve tepesinde heyûla gibi dikilen diğer, besbelli zalim bir şekil; her gün gelip zincirli Prometheus’un ciğerini yeni baştan yiyen Zeus’un kahredici kartalını hatırlatıyor.

Kuzeye, Viannou nahiyesini çevreleyen sırtlara dönüyorum yüzümü. Aradan, daha uzaklarda, masmavi göğe karşı Dikti masifinin karlı zirvesi gözüküyor. Onun da kuzey yamacında, gitmedim ama biliyorum, Lasithi Platosu var. Rhea Galanaki’nin İsmail Ferik Paşa’sının hayatı orada başlar ve orada biter. 1809 doğumlu Ioannis Kampanis, 1823’te Yunan Devrimini bastırmaya çalışan Hasan Paşa kuvvetlerince Lasithi’de esir edilir. Mısır’a satılır; bir geç dönem devşirmesi olarak Müslümanlaşır ve askerî okula gider; yükselir ve sonra, bu sefer 1866 Girit ayaklanmasını bastırmak için tekrar adaya döner ve Lasithi Platosunda ölür.

T.S. Eliot, East Coker : In my beginning is my end. In my end is my beginning. (Sonum başlangıcımdadır. Başlangıcım sonumdadır.) İşin tuhafı, ben hiç ama hiç inanmıyorum buna. Eliot’ınki gibi dindar, Katolik, kaderci bir determinizm bana çok yabancı.

Gerçi, kime ne bütün bunlardan ?

(Yazdım bozdum, yazdım bozdum ve bitirdim sonunda. Pazartesi öğlen, 19 Mart, hâlâ aynı otel odası. Şimdi artık, bu akşam Girit Üniversitesi’nin Akdeniz Enstitüsü’nde vereceğim akademik seminere hazırlanmam lâzım. Ama önce bir bakayım dedim, Taraf’ta ne varmış. Newroz faciası bir yana; meğer Orhan Miroğlu’nun tam da bugün, ikimizin de gerçekten benzer, zor, çok gezinen, “gündem dışı” yazış tarzımızın altını çizeceği tutmuş. Bir yerde “ben bazı kaçamaklar yapıyorum... ama Halil Hoca durduğu yerden bir adım bile geri atmıyor” demiş gerçi. Ve bu da benim en en kaçamak iki yazıma denk gelmiş ! Eh, olur o kadar. Bu kadarcığına da gülelim bari. Zaten gülecek çok az şey kaldı.)

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums