- 22.02.2012 00:00
Hikâyeyi biraz daha geriye de götürebiliriz elbet. Oya Baydar, çok eleştirdiğim (31 Aralık 2011) bir yazısında (7 Aralık 2011), büyük dinlerin özlemleriyle modern sosyalizmin özlemleri arasında, bana göre mistik bir köprü kurmuştu. İnanç sistemleri, insanlığın düşünce mirasında çok temel bir katman, kuşkusuz. Yahudi-Hıristiyan geleneği Avrupa ve Amerika kültürlerine, İslâmiyet de Asya ve Ortadoğu kültürlerine derinlemesine nüfuz etmiş. Bu damar sayısız düşünürü etkiliyor; beklenmedik biçimlerde satha çıkabiliyor.
Dolayısıyla, evet, din ile Marx arasında da var bir bağlantı –ama sosyalizme yarar mı, o ayrı mesele. Eski Ahit, Adem ile Havva’nın mutlu yaşarken yitirdiği bir “yeryüzü cenneti”ni anlatıyor. Sonra buna Hobbes’da, Locke’da, onları izleyen (Adam Smith dahil) Aydınlanma ve (Hegel dahil) erken 19. yüzyıl filozoflarında, “doğa durumu” adıyla rastlıyoruz. Marx da bilimsellik iddiasına karşın, “ilkel komünizm” önermesini oradan alıp kendi tarih modelinin başlangıç aşamasına yerleştiriyor.
Aynı şey “tarihin sonu” için de geçerli. Yahudi-Hıristiyan düşüncesinde bu “son” çok haşmetli. Kıyamet kopacak. Ölüler dirilecek. Hazreti İsa, olanca görkemi içinde, etrafında melekler, (ikinci defa) yeryüzüne inecek. Bütün kavimler önünde saf tutacak. Herkesi kusursuz bir adaletle yargılayacak (İslâmda yevmüddin). O âna kadar bilinen her şey sona erecek. Evren yenilenecek. Yeni bir dünya ve yeni bir gökkubbe kurulacak. Geleceğin Dünyası başlayacak. Bu “Mesih Çağı”nda evrensel bir uyum, barış ve kardeşlik hâkim olacak.
Geçmişte Marksizm-Leninizmin Temel İlkeleri’ndeki, “sosyalizmin ikinci aşaması” olarak “komünist toplum” ile “Mesih Çağı”nı birlikte düşünmek gelmezdi aklımıza. Çünkü çoğumuz gözlerimizi dünyaya Marksizm ile açmıştık ve başka şey bilmiyorduk; “bilimsel sosyalizm” her şeyi kucaklıyordu; arka planı, nereden gelip nereye gittiği hakkında pek bir fikrimiz yoktu. Şimdi ise, bunları böyle alt alta sıraladığımızda, yüzeysel bir benzerliğin de ötesinde, aradaki devamlılıkla çarpılmamak imkânsız. Aşikâr ki sadece Hegel ve Fukuyama değil, Marx da tarihi (farkına varsın varmasın) “sonlu” gibi düşünmüş. İstediği kadar, felsefî planda değişimin sonsuzluğundan söz etsin. İstediği kadar, (antagonist bir karaktere bürünmese de) çelişmeler gene olacak desin. Değil mi ki, tarihin bilinen (“sınıflı toplum”) çehresi sona eriyor ve yerini, bilinmeyen ve bilinmesi mümkün olmayan bir Gelecek Dünyası; asla tarif edilemeyen, ama artık üstüne başka bir toplum biçimi gelmeyeceği söylenen komünizm “son”u alıyor...
Bunu, Yahudi-Hıristiyan (ve onları izleyen İslâm) eskatolojisinden bağımsız düşünmemiz olanaksız. Milton’un başlıklarıyla söylersek, başında bir “yitik cennet” (Paradise Lost), ortada bir “sınıf mücadelesi” metaforu gibi duran “savaşçı Samson” çağı (Samson Agonistes) ve sonunda “yeniden kavuşulan bir cennet” (Paradise Regained) var. Saban, Kılıç ve Kitap’ında Ernest Gellner da “üçlemeci düşünüş”ün (trinitarian thought) evrensel bir kurgu olduğuna işaret ediyor. İyi de, bundan sosyalizmin doğruluğu mu çıkar ? Tam tersine, sosyalizmi de olmayacak bir dualar ve hayaller âlemine mi çeker ve metafizik karakterine işaret eder ? Bilemiyorum doğrusu.
Geçelim. Benim aylardır asıl meselem, Solun “haklı şiddet” bağımlılığı. Geçen hafta, bu kavramın nasıl bir 19. yüzyıl sonu, 20. yüzyıl başı ortamında geçerlilik kazandığını yazmıştım. Şunu atladım belki : haklı şiddet (veya savaş) kavramının ilk icadı da büyük tektanrıcı dinlere aittir. Ortaçağın şafağında hem İslâmiyet, hem Hıristiyanlık, devletleşme sürecindeki kabile toplumlarının canhıraş şiddet fırtınasını biraz olsun bastırmanın çarelerini arıyordu. Musa “öldürmeyeceksin” diye kestirip atmıştı gerçi. Ama yetmiyordu; bu mutlak ahlâkın yanı sıra, daha pratik bir ahlâk da gerekliydi. Bir çözüm, iç şiddeti dışarıya yöneltmekti. Müslümanlık bu yüzden, İslâmın kendi içinde (darülislâm’da) değil, sadece dışına, kâfir diyarlarına (darülharb’e) karşı gaza ve cihadı meşru saydı. Papalık, Germen soylularının yerel savaş çılgınlığının yıkımını frenlemenin yolunu, “Tanrının barışı”nı ilân edip (sadece imansızlara karşı) “haklı savaş”a izin vermede aradı. Uzantısında Erken Ortaçağ şövalyeliği Haçlı Seferlerine kanalize edildi.
Lâkin birçok soyut formülasyon gibi “haklı savaş”ın da kökeni zamanla unutuldu. Yayıldı. Din dışı düşünce akımlarına maloldu. Ne ki, bağrında hep bir çelişkiyi barındırdı : hem “haklı”lık istedi ve iddia etti, hem “savaş”. Bazı insanları öldürmemeye karşılık bazı insanları öldürmeyi meşru kıldı. Tektanrıcı dinler geniş insan kitlelerini hem (kendi etraflarına) çekip birleştirmiş, hem (ötekilere karşı) bölmüşlerdi. Aynı “birleştirirken bölmek” düalitesi “haklı savaş”ta da var-dı.
Dinler de tanrı buyruğu değil, Marksizm de. Hepsi kul yapısı (insan icadı). Seküler bir tavırla inceleyebilmeli, tarihselleştirmeli, kendi sınırları içinde görmeliyiz. Bu çerçevede, her kural da geçici. Belirli bir dönemin ve spesifik ihtiyaçların karşılığı. “Haklı şiddet (savaş)” da öyle. İlkçağdan Ortaçağa geçerken bir mantığı var. Keza, 19. ve 20. yüzyıllarda bir mantığı var. Ama her zaman, yararının yanı sıra zararı, bedeli de söz konusu.
“Haklı şiddet” mantığı, tarihî ve ahlâkî sınırlarına dayanmış olabilir mi ? 21. yüzyılın ilk yarısı, hangi gerekçeyle olursa olsun “haklı şiddet”e destek vermeyi sürdüren bütün akım, grup, örgüt ve kişilerin diskredite olmasına yol açacak mı ?
Yorum Yap