- 14.01.2012 00:00
Peki, kendini hemen “Marksist tarihçilik” olarak belli eden bir tarih, hiç mi yazılmıyor, yapılmıyor günümüzde ? Yapılıyor tabii –ama az ve marjinal; ayrıca sonuç da pek parlak olmayabiliyor. Görece dar ve sekter bir tavırla “illâ Marksist tarih”te israr edilirse, bu, ya (faraza “sınıf mücadelesi”ni biraz mekanik ve tekrarcı bir tavırla ikide bir vurgulamak gibi) bir zamanlar Marksist tavrı belirlemiş bir temaya, ya da (Fransız Devriminin gene de son tahlilde “burjuva devrimi” olduğu gibi) klasikleşmiş ve sonra aşılmış bir Marksist pozisyona sadakat biçimini alıyor. Her ikisi de kuru, takır tukur geliyor bugün. Teoriye sadakati formüllerde arayan ham ellerde, Marksist tarih geçmişteki heyecanını taşımıyor, yaşatmıyor.
Buna karşılık, Marksizmi (de) bilen ama Marksist olmayan, hattâ Marksizme eleştirel bakan müthiş tarihçiler çıkıyor. Üstelik, bazı özel alanlarda Marksist-Marksizan yaklaşımlar bilhassa geri kalıyor. İlginçtir; bunların başında 20. yüzyıl tarihi gelmekte. Hiç olmazsa bunun üzerinde bir parça düşünmek lâzım. Tersi olması gerekmez miydi ? 20. yüzyıl bir bakıma Marksizmin ve sosyalizmin yüzyılı değil mi ? Ama işte öyle olmuyor; Marksist tarihçilik, kendine ve Marksizmin siyasal projesine özgü, içsel nedenlerle, en fazla (iktidarda olduğu) 20. yüzyılın çeşitli boyutlarını açıklamada kısa düşüyor, deforme oluyor. Oysa (muhalefette olduğu) 19. yüzyılı çok daha zengin ve sağlıklı bir şekilde kucaklayabiliyor.
Eric Hobsbawm, bu farkın bir bakıma hem kanıtı, hem açıklaması. BBKP’nin “Tarihçiler Grubu”nun özgünlüğünden daha önce söz etmiştim. A. L. Morton armağanı (Rebels and Their Causes, 1978) içindeki kapsamlı “Grup” tarihçesinde Hobsbawm, partinin kendilerine tanıdığı genişçe özgürlüğün uzak geçmişten bugüne gelirken nasıl daraldığına; Eski Yunan, Ortaçağ ve Yeniçağ açısından çok serbestken, emek tarihi, işçi sınıfı tarihi ve sol akımların tarihine gelince dizginlerin kasıldığına; nihayet Komünist Partisi’nin kendi tarihinin tamamen partinin en güvenilir üst kadrolarının tekelinde tutulduğuna dikkat çekiyor. Hobsbawm’ın kendi üretimine gelince, başyapıtları tabii “uzun” 19. yüzyılı kucaklayan trilojisi : Devrim Çağı 1789-1848; Sermaye Çağı 1848-1875; İmparatorluk Çağı 1875-1914. Bunlara daha sonra eklediği Aşırılıklar Çağı : Kısa Yirminci Yüzyıl, 1914-1991 ise günümüzde diğerlerine kıyasla çok daha fazla (kanımca, haklı olarak) eleştiriliyor. Ve bu eleştiri, Hobsbawm’ın “parti denetimi”ne yönelttiği eleştirilere hayli denk düşüyor.
Açıkçası, iş 20. yüzyıla gelince, Marksist ve Komünist kimliği Hobsbawm kadar büyük bir tarihçiye bile ayakbağı oluyor; kendini bazı tabulardan kurtaramamasına, birtakım dogma ve şablonlara hapsetmesine yol açıyor. Çünkü 19. yüzyılda sadece kapitalizm varken, 20. yüzyılda sosyalizm de var. Ekim Devrimi var, Sovyetler Birliği var, Komintern var, Doğu Avrupa “halk demokrasileri” var, Çin ve Küba var. Özetle, sahip çıkılması ve savunulması gereken bir “sosyalist sistem” var ki, Marksist teoriye göre tarihin gelişme yönünü temsil ediyor. Bu vizyondan kopamamak Hobsbawm’ı nesnellikten uzaklaştırıyor; Komünizme ve kendisine yeterince dışarıdan bakamamasına yol açıyor.
Mark Mazower, örneğin, Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’nın, 20. yüzyıl tarihine çok fazla kapitalizm-sosyalizm mücadelesi ekseninde baktığını ortaya koyuyor. Mazower için Faşizm ve Nazizme bakış çok tâyin edici. Bir yandan, “Avrupa demokrasisi her zaman böyleydi, demokrasiydi; Faşizm ve Nazizm bünyemize yabancı ve marjinal hilkat garibelerinden ibaretti” diye özetlenebilecek, liberal bir yavanlık ve benmerkezciliğe karşı, Faşizm ve Nazizmin Avrupa kültürü ve uygarlığı içinde ne kadar derin kökleri olduğunu gösteriyor. Diğer yandan, Hobsbawm’ı Faşizm ve Nazizmi “son tahlilde” kapitalizmin bir türevi saydığı için sigaya çekiyor. (Malûm; Komintern’in Yedinci Kongresi’ndeki Dimitrov raporu Faşizmi “tekelci sermayenin en gerici kesimlerinin diktatörlüğü” tanımlamıştı. O kadar malûm değil; bu, herhangi bir ciddî analizden çok, “1931-34 çılgınlığından nasıl döneriz”in taktik icaplarından, her şeyi bir şekilde kapitalizme bağlamak, faturasını illâ kapitalizme çıkarmak ihtiyacından kaynaklanıyor. Yeri gelmişken belirteyim; Lenin’in emperyalizmi tekelci kapitalizme eşitlemesinin ardında da aynı kaygı yatıyor.)
Konumuz açısından önemli olan şu ki, bu, liberal Avrupa-merkezciler gibi Hobsbawm’ın da Faşizm ve Nazizmi önemsizleştirmesi; hem özerkliğini yok sayması, hem de kapitalizm ile sosyalizm arasındaki “asıl” büyük mücadelede arızî bir yan-pist, ufak ve geçici bir yol kazası gibi görmesi sonucunu doğuruyor. Oysa, diyor Mazower, Faşizm ve Nazizm böyle minimize edilmemeli. Muazzam bir bağımsızlıkları vardı ve yenilgileri hiç de öyle mukadder değildi. Tersine, kazanmalarına ramak kaldı. Ki o takdirde, ne süreyle olursa olsun, bambaşka bir Avrupa ve bambaşka bir dünya olacaktı.
Katılıyorum. Hobsbawm 20. yüzyılı fazla çizgisel görüyor. Bu da maalesef Marksist bir çizgisellik; üç büyük ideolojinin : liberalizmin, nasyonalizmin ve sosyalizmin mücadeleler sarmalı olarak modern tarihte, özellikle nasyonalizmin ve (en aşırı ucu olarak) Faşizm ve Nazizmin özerk bir “üçüncü köşe” olarak hakkını verememekten kaynaklanan bir çizgisellik. İndirgemeciliği yansıtıyor.
Ama başka ve daha ağır bir sorun da var : Hobsbawm’ın, Komünizmin kötülüğünün gerçek boyutlarını da, mantıkî sonuçlarını kabullenememesi; kendine yaklaştırmaması; manevî ve ahlâkî sorumluluğunu alamaması. Bence asıl bu ve Tony Judt’ın Hobsbawm’ı bu açıdan eleştirmesi, sosyalizm tartışmamıza ışık tutuyor.
Yorum Yap