- 7.01.2012 00:00
Marksist tarih teorisinin en temel aşınma noktalarını en sona bıraktım. (vii) Marksist olmayan (ve bu yüzden 19. yüzyılda “burjuva” diye horlanan) akademik tarihçilik, geçmişte gözlenen süreçlerin geleceğe uzatılmasını içerebilecek bir “tarih felsefesi”yle yolunu çok erken bir tarihte, daha Humboldt ve Ranke eşiğinde ayırmıştı. Tarihî materyalizm ise buna çok tersti, geçmişten hareketle geleceği bilme ve bakın işte, tarih belirli bir yöne (sosyalizme) gidiyor iddiasıyla. İnsan toplumlarının habire karmaşıklaştığını saptamak başka bir şeydi; geleceğe belirli bir sosyo-politik formasyon tipi izafe etmek gene başka. Fakat 1989’dan sonra bu aşırı determinist fütürolojiyi savunma olanağı da kalmadı.
(viii) Daha bile önemlisi, hayat ile teorinin karşı karşıya geldiği, yani yaşayan gerçekliğin teorinin öngörülerine uymadığı her durumda, teorinin hayata yol vermesi gerektiğini kabul edildi. Ortodoks akademik tarihçiler için bu, adetâ tanım gereğiydi; öyle ki, herhangi bir teoriye angaje olmak, daha baştan sübjektif önyargı anlamına geliyordu. Marksistler içinse genel teorileri çok tâyin ediciydi; Marksizm ile gayri-Marksizm arasındaki ayırım çizgisiydi ve üstünlük iddialarının dayanağıydı.
Ne ki, çok genel bir teoriyi mikro düzeye indirip her spesifik araştırma konusuna uygulamaya kalktığınızda, bu, teorinin (tam da “burjuva” tarihçilerinin öngördüğü gibi) kendini dayatması, ampirik araştırmayı cendere içine alması ve sonuçları daha baştan dikte etmeye kalkması anlamına geliyordu. Şu “burjuva devrimi” ve Kemalist Devrimin “Türkiye’nin burjuva devrimi” olarak sunulması sorununa dönelim. 1960’larda bu konuyu asla tarihsel değil, her zaman teorik açıdan tartışmaya, maalesef çok zaman ve enerji harcadık. Bir devrim var, demek bir sınıfsal karakteri de olmalı. Dolayısıyla 1908 ve 1923’ü yapanlara askerî-bürokratik bir zümre denemez; illâ burjuvazi, hem de millî burjuvazi demek lâzım. Ve bir “burjuva devrimi” olduğuna, buna da elbet bir “millî burjuvazi” önderlik ettiğine göre ardında bir “millî kapitalizm” de olmuş olmalı. Bu bilim değil; hiçbir somut gerçekliğe ve ampirik araştırmaya değil, sadece “büyük Marksistlerden alıntılar”a dayandırılan idealist bir apriorizm. Ortada gözle görülür, elle tutulur bir askerî-bürokratik elit varsa, onu illâ “bizim kanon’umuz”un kategorilerine aktarmaktan vazgeçip, dümdüz askerî-bürokratik elit demek lâzım. Ama bu sıçramayı yapmak, radikal bir kopuşla; tarihî materyalizm genel teorisinin alt-önermelerinden, daha asal ve temel bir duruşa, hayata öncelik veren realizm ilkesinin kendisine dönmekle mümkün.
Bu gelişim ve değişimin bütünsel sonuçları kuşkusuz çok olumlu oldu. Marksist olan ve olmayan tarihçilikler birbiriyle daha fazla konuşup yakınlaşmaya başladı. “Proletaryanın tarihçileri” ile “burjuvazinin tarihçileri” arasına (özellikle Stalin ve Soğuk Savaş dönemlerinde) örülmek istenen duvarlar, fikir dolaşımının her adımıyla aşındı. Ortak bir bilgi projesi uğruna, sınır tanımayan bir tarihçilik, giderek gerçeklik kazandı. Ayıklanmış, azaltılmış, küçültülmüş, rafine edilmiş bir materyalizm, daha doğrusu (giderek tercih edilen bir deyimle) bir tarihsel realizm paketi, ortak bir avadanlık (tool box) haline geldi.
İyi, güzel. Fakat şimdi kritik soru şu : bu ayıklanmış, küçültülmüş, rafine edilmiş pakette yer alanlar (ya da, orijinal şekliyle tarihsel materyalizmden ve/ya Marksist tarihçilikten geriye kalanlar), hâlâ böyle özgün ve ayırt edilebilir bir Marksist tarihçilikten söz etmeye yeterli mi ? (Dikkat edilirse bu, özgün bir sosyalizmden söz etmeye yeterli –siyasî ve ekonomik– program unsurlarımız kaldı mı sorusuna paralel; bir anlamda onun başka bir alandaki tezahürü gibi.) Katı materyalizm, katı ekonomizm, katı sınıfsallık, katı devrimcilik, katı determinizm, katı fütüroloji, katı teorisizm çıkınca (ve üstelik kalanlar sınırları belirsiz bir yaygınlık kazanınca), o kaçınılmaz olarak köşesizleşmiş birikime hâlâ Marksist tarihçilik denebilir mi ? (Aynı şekilde, kapitalizmin reformlarla dönüşmesi değil mutlaka bir işçi devrimiyle yıkılması, dolayısıyla mutlaka devrimin kazanımlarını koruyup karşı-devrimi önleyecek bir tek-parti diktatörlüğü, devlet mülkiyeti, kollektivizasyon, piyasa yerine planlama yoluyla bir kumanda ekonomisi öğeleri çıkarsa –ve kalanların da “refah devleti”yle sınırları çok net çizilemiyorsa, ki Murat da bunun farkında– bu tür platformlara da hâlâ sosyalizm denebilir mi ?)
İdeolojilerin, programların, uygulamaların tarihsel tanınabilir ve tanımlanabilirlik sınırları nerededir ? Biraz değiştirerek tekrar sorayım. 1950’lerden bu yana Marksist tarihçilerin önüne, daha önce pek düşünmedikleri, hattâ reddettikleri, en azından şüpheyle baktıkları tonla yeni fikir ve duyarlılık gelmiş. Zamanla değişmiş, hepsini kucaklayıp benimsemişler; artık buna göre tarih yazıyorlar (ve başka herkes de buna göre yazıyor). Özel olarak kendilerine hâlâ Marksist tarihçi; çok daha önemlisi, asıl yaptıklarına Marksist tarihçilik denebilir mi ? Diyebilirler mi ?
(Paralelliği sürdüreceğim. Sosyalizmin tek iktidar deneyi olarak komünizmin çökmesinin ardından, üstün çıkmış kapitalist kurumların alternatifini gösteremezken bu arada başka boyutlarla genişleyip zenginleşen bir program vizyonuna hâlâ sosyalizm denebilir mi ?)
Yorum Yap