400. yazı: ‘millî süzgeç’ ve kendi hayatım

  • 3.09.2011 00:00

Atatürkçülükle tarih ve tarihçilik üzerinden girdiğim, yer yer özeleştirel bu hesaplaşmayı, otobiyografik bir notla bitirmek istiyorum. Ben bugüne nasıl geldim ? Ortaçağ ekonomisi ve feodalizm tartışmalarından, Türk milliyetçiliği, Ermeni soykırımı, ulus-devlet ve Atatürkçülük sorunlarına nereden geçiş yaptım ? Bu, kendi kendimi nasıl gördüğüm ve çözümlediğimin de ötesinde, toplumun, medyanın, bir kısım solun bana bakışında nelere yol açtı ? Niçin, artık asla hiçbir şeye bağlılık yemini etmem ? Bilim ve tarih, ne oldu da benim için bir merak ve meslek olmayı aştı; başlı başına bir ahlâk ve yaşam ilkesi, varoluş tarzı haline geldi ?

Bazı şeyleri yaşayarak öğrenirsiniz. Bir yanda siyasal aidiyetiniz ile diğer yanda bilim ve vicdan özgürlüğünüzün nerede çatışacağı; ya da siz kendinizi alabildiğine hür ve radikal sanırken, rejimin ve resmî ideolojinin asıl hassas konularının neler olduğunun, nerede, nasıl kafanıza vurulacağı gibi.

Geriye bakınca, çok uzun süre iki dünya arasında yaşamışım gibi geliyor. 1980’lerin sonlarına kadar, yani kırk küsur yıl, militan bir Marksist ve Maocuydum. Ama yetişme tarzım ve kültürüm itibariyle, ne kadar bastırılmış da olsa belirli bir bireyliğim, gerçeğe saygım, bilim ahlâkım da vardı. Babamla ilişkimin çok tâyin edici olduğunu düşünüyorum. Zamanının Marksist-Leninist paradigmasının dışında ve üzerinde olduğunu iddia edecek değilim. Gene de tekil ve tikeldi; kendine has bir doğruluğu, bilgi ve düşünce derinliği vardı. Sadece gökten zembille inmiş, önü arkası olmayan, boşlukta duran bir Marksizm değildi onunki. Rönesansı vardı, Yeni Bilimi vardı, Aydınlanması vardı ve nihayet Marksizmi vardı. Özetin özeti; doğruya ve gerçeğe bağlılık herşeyin üstündeydi. Onun zamanında, Mihri Belli’nin ölümü vesilesiyle “o dünya yok artık” diye yazdığım âlemde, bilim ile Marksizm’in zıt düşmesi ihtimaline yer yoktu zihnimizde. Bu çelişki netleştiğinde ne yapardı bilemeyeceğim. 55’inde, Sovyetler Birliği’nin şahsında komünizmin çöküşünü görmeden öldü. Ben ancak kendi tercihimi konuşabilirim. Ama ondan edindiğim, onunla paylaştığımız bir ahlâk sayesinde.

70’lerin ortalarında bir gün, parti lokalinde sohbet ediliyordu. O sıralarda içten içe, felsefî açıdan daha az deterministleşiyor, daha fazla “özgür iradeci” oluyordum. Son tahlilde herkes kendi vicdanıyla bağlıdır ve ben de öyleyim, gibi bir cümle sarfetmiştim. “Yok, o kadar da değil,” diye uyarmıştı unutmadığım biri : “Öyle mutlak küçük burjuva aydın özgürlüğü diye bir şey olamaz. Parti çizgisi her şeyin üzerindedir.” Ne ilginç; şimdi aynı sopayı BDP’liler Türk-Kürt bütün bağımsız, eleştirel aydınlara sallıyor.

İkinci ders, Atatürkçülük ve Cumhuriyet’in en derin tabularıyla ilgili. Sosyal sınıflar, tarihî materyalizm, devrim, artı-değer ? Bunlarla sınırlı bir Marksizm’in, ciddî bir saygınlığı bile vardı, 1960’lardan 80 ve 90’lara. Kendimden hareketle söylüyorum; Osmanlı tarihçiliğinin eleştirisi, köylü toplumlarının ortak morfolojisi, fiyef dağıtım sistemlerine karşılaştırmalı bakış, feodalite ve “Asya Üretim Tarzı” konularıyla uğraştığım sürece, Maoculuğuma karşın Taner Akçam’ın fevkalâde adlandırdığı ve betimlediği “bizim mahalle”nin, Kemalizm ile Komünizm’in kesişme-örtüşme kavşağının beğenilen, zira geçerli değer yargılarına çok aykırı düşmeyen bir insanıydım. 12 Mart mağduriyetim Soğuk Savaş mağduriyetlerinin bir parçasıydı. Faraza Adalet Ağaoğlu’nun Düğün Gecesi’nin “içerde” ve “dışarıda”kiler hâlesinde, herhalde bütün kuşağım gibi ben de yer alıyordum.

Ne zaman ki, Osmanlı tarihçilerini okurken Türk milliyetçiliği hakkında biriktirdiklerimden hareketle, Ermeni soykırımı hakkında gerçeği konuştum; hayatım önemli ölçüde değişti. 9 Ekim 2000’den itibaren, birileri “imaj”ıma el attı ve yeniden düzenlemeye koyuldu. Sağ bir yana; Türk milliyetçiliğinin Kemalist, sol kanadı için de ânında “ince millî süzgeç”ten geçmez oldum. Artık dışa dönük anti-emperyalizm şemsiyesinin, o “birleşik cephe”nin koruması altında değildim. Milliyetçiliğin ve ulus-devletin içine, karanlık dolaplarındaki iskeletlere, etnik temizliklere bakıyordum. Âdetâ bir gecede “dönek, ajan, içimizdeki düşman” ilân edildim. Her yolla itibarsızlaştırmaya çalışıldım.

İyi oldu, çok memnunum. Bir kere, onlar yenildi. Ulusalcılık iflâs etti. Son on yılın aydın düşmanı karalamaları çöktü. Yeni tarihçiliğin konumu güçlendi. Ben de bu arada kendimi, işimi, memleketimi daha iyi tanıdım. Duruşum genelden özele geçti. Hayatla daha dürüst, daha kişisel bir ilişki peydahladım. 15 Kasım 2007’den başlayarak, bu, Taraf’taki tam 400. köşe yazım (HerTaraf’takileri saymıyorum). Ne şans ! Tam zamanında, tam bana göre bir gazete. Hiçbir “izm” ve ütopyaya yaramayan.

Gene bugün, Atatürk 16-17 Ağustos 1931 mektubunu yazalı 80 yıl iki hafta üç gün oluyor. Nâzım’ın İnsan Manzaraları’nda, 31 Mart’tan kalma gazete parçasını okuyan Asrî Yusuf “Öf be,” der; “ne de olsa epeyce yürümüşüz.” Dünyaya biraz geç geldiğine şükreder, “dubara atmak da mümkünken / atmamış olmanın” sevinciyle. Yetmez; mahkûm Halil’e de söyletir, yürüdük, asrîleştik diye, Abdülhamit’ten beri.

Bir oh da ben çekeyim. Bırakın 1908-9’u; baksanıza ne kadar yol almışız, 1931’den bu yana.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums