- 9.07.2011 00:00
Ben Ataol Behramoğlu’nun şahsında hem Atatürk’ün neleri bilip bilmediği, hem de daha genel olarak Atatürk kültü üzerine daha yeni kafa yormaya başlarken, belki her iki konuya da dolaylı olarak ışık tutan bir kitap yayımlandı. Bazı gazetelerin internet sayfalarında çıkış haberini gördüm. Arayıp buldum ve okudum : Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu (Demkar Yayınevi, Haziran 2011).
Bir noktada, allah allah, kim ve ne, dedim kendi kendime. Google’dan baktım; Demkar’ın 2007-2011 arasında listelenmiş yedi kitabına rastladım. Bunlardan biri hariç (Türk Tespih Sanatı), diğer altısının kâh yazarı, kâh editörü hep Atilla Oral. Konular da daima “millî” ve “tarihî” : Yörük Ali Efe; Selim Sırrı Paşa; Kocaeli Tarih ve Rehberi; Kâzım Özalp Anılar-Belgeler; Üsküdar Faciası; nihayet Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu. İnternette, kesin teşhis konamayacak kadar çok Atilla Oral var; keza, daha bir yığın başka Demkar : tekstil, klima, fındık fıstık, otomotiv, motosiklet vb. Vardığım sonuç şu oldu : sahafları ve müzayedeleri düzenli izleyecek kadar meraklı, istediğini satın alabilecek kadar varlıklı, çok Atatürkçü, yerine göre mütevazı (görünüşlü) ama yerine göre de (ideolojik kıvamda) son derece iddialı bir “amatör tarihçi” ile ve herhalde bu kişinin daha çok kendi eserlerini bastığı bir “aile yayınevi”yle yüz yüzeyiz. Eh, bu da Türkiye’de oldukça sık rastlanan bir durum. Şimdilik daha ötesine gitmeyi gerekli görmüyorum.
Bütün bunlar bir yana; Atilla Oral’ın bu son çalışmasının birçok açıdan üzerinde durulmayı hak ettiği kanısındayım. İlk aşamada, meseleyi şöyle özetleyebiliriz. 30’ların başında üçlü bir süreç yaşanıyordu. (1) Türk Tarih Kurumu’nun kuruluş adımları atılıyor; Türk Ocakları içinde vücut bulan Türk Tarihi Tetkik Heyeti, önce Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ne ve sonra TTK’ya evriliyordu. (2) Resmî Türk Tarih Tezi formüle ediliyor ve TTK’nın programı haline getiriliyor; başka bir deyişle, bir biçim olarak TTK, içerik olarak TTT etrafında örgütleniyordu. Nihayet (3) Tarih müfredatı da yeniden düzenleniyor; Tetkik Cemiyeti 1931 yazında yoğun bir “ekip çalışması”yla önce dört ciltlik lise kitaplarını hazırlayıp öğretim yılına yetiştiriyor; ardından, bunların kısaltılması ve özetlenmesi yoluyla yeni orta ve ilkokul kitapları elde ediliyordu.
Daha da geniş çerçeveyi kurmak istersek; bu, bir Türk kültür devrimi denemesiydi. Her devrimde illâ bir “kültür devrimi” aşama veya momenti görülmeyebilir. Devrimlerde kültür de değişir (değiştirilir) tabii, ama bu değişim, çok kısa bir süreye sıkışmış, radikalliği ölçüsünde yapay bir “geçmişten toptan kopma” şeklini almayabilir. Rusya’da Bolşevikler kültürü bu kadar zorlamadılar; bütün proletkult veya sol futurism denemelerine karşın, klasik Rus sanat ve edebiyat geleneğiyle bağlarını (hattâ belki fazlasıyla; formel muhafazakârlığa düşüp modernizmi reddedecek kadar) korudular. Buna karşılık Fransız Jakobenleri yeni, “sivil” bir din ve sıfırdan başlayan yeni bir takvim yaratmaya kalkıştılar. Çin’de Mao’nun başını çektiği (veya yaslandığı) ultra-solcular ile Kızıl Muhafızlar 1966-76’da “feodal geçmiş”e karşı daha da nihilist bir tavır aldılar. Kemalizm de bir süre, benzer bir inkârcılığı denedi. Alfabe değişikliği (Latin harfleri), öztürkçecilik, ezanın Türkçe okunması, alaturkanın yasaklanması, Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi bu açıdan bir bütündür. Türkiye ve Çin’de liderler de doğrudan işin içine girdi. Mao’nun Büyük Proleter Kültür Devrimi’yle ilgisi kadar, hattâ belki daha bile fazla, bu adı konmamış Türk kültür devriminin Mustafa Kemal’in özel projesi olduğunu; yeni bir yazı, yeni bir dil ve yeni bir tarih (efsanesi) ile donanmış, yepyeni bir Türk (vatandaşı) tipinin yaratılmasıyla, en küçük ayrıntısına kadar Atatürk’ün bizzat ilgilendiğini görüyoruz.
Atilla Oral’ın sözünü ettiği “sansürlenen mektup” olayı bu projeye has çelişkilerin ve iktidar ilişkilerinin bir parçası. 1931’in yeni lise ders kitaplarının İslâm Tarihi konuları, ilk ağızda Zakir Kadirî’ye (Ugan) sipariş edilmişti. Zakir Kadirî, zamanının olağan Arap-İslâm ilâhiyatı ve edebiyatı öğrenimini görmüştü. O dönemde başka türlüsü pek mevcut olmadığı gibi, bütünüyle de çürük ve yanlış değildi bu birikim. Ne ki, Kemalist milliyetçiliğin istediği “Türk merkezli” bakış açısını değil, “Klasik İslâm merkezli” bir bakış açısını esas alıyordu.
Kıyamet de bu yüzden koptu. Özetle, önce 1931 yazında Mustafa Kemal iki mektupla TTK’yı tekdir (hattâ tedip) ve Zakir Kadirî’yi sansür etti. Daha sonra ise TTK belli belirsiz Atatürk’ü, eh, sansürledi diyelim (kendilerini nasıl azarladığını kamuoyuna açmayarak). Mustafa Kemal’in çok ağır iki mektubundan ikincisinin elyazısı aslının fotokopisini Atilla Oral bir şekilde bulmuş (çöpten kurtarmış). Şimdi yayımlıyor. Bu, tabii çok önemli bir katkı.
Ama etrafında öyle bir kitap yazmış ki... hafazanallah. Hangi Tek Parti gerçeklerine ışık tuttuğunu hiç idrak edemeyen Oral, Atatürk’ün her dediğini savunurken bir de tarihçilik dersi vermeye kalkınca, çok zorluyor insanın sabrını. Açıklamaya çalışacağım.
Yorum Yap