94. Sone

  • 7.07.2011 00:00

Ataol Behramoğlu’nun, Nâzım’ın 48. ölüm yıldönümünde Moskova’da yaptığı, gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan konuşmayla başladım (25 haziran : Şaka gibi). Bu lider fetişizminin, olası kültürel arkaplanlarından biri olarak “Küçük Baba” ideolojisiyle ilişkisini kurmaya çalıştım (30 haziran). En tepedeki iktidar sahiplerinin neleri bilip neleri bilmeyebilecekleri sorusunu ciddiye alıp açıklamayı denedim (2 temmuz).

Bir kere daha siyasal güncellikten kopuk gözükmek pahasına, bu konuyu sürdüreceğim. BDP’den sonra durup dururken CHP’nin de Meclis’te yemin etmemesiyle oluşturulmak istenen yapay krizi, herkes yazıyor zaten. Ben de bazı televizyonlarda bol bol konuştum, içimi döktüm (Balçiçek Pamir’le Habertürk’te; Erdoğan Aktaş’la aHaber’de, 28 haziran; Hilâl Kaplan’la TVNet’te, 30 Haziran 2011).

Yeter bu kadarı. Kurulan formel hukuk denklemleriyle Silivri’yi boşaltma komplosu adım adım şekillenirken, “Emek, Demokrasi ve Özgürlük” blokundan bazı kişilerin aklının nerede olduğuna; Ergenekon sanıklarından, faraza Levent Tüzel’in “siyasî düşüncelerinden ötürü” içerdeler (!) diye, Ertuğrul Kürkçü’nün de “bir kesimin gözünde şeytanlaştırılmış kişiler” (!!) diye söz etmesinin anlamına; fiilî BDP-CHP beraberliğiyle birlikte bütün bunların da, bu bloka “evetçi-boykotçu-hayırcı sol’un birliği uğruna” veya limitte “her şeye rağmen” oy vermeyi savunmuş olan arkadaşlarımın gözüne çarpıp çarpmadığına... (işbu yazının yayımlanmasına kadar geçecek beş altı günde, bu minvalde daha kimbilir neler olabileceğine karşın) hayır, bir süre değinmeyeceğim.

Memnunum, daha çok Türkiye’nin kültür dokusu üzerine yoğunlaşmaktan –beni bu tür kısa vâdeli sığlıklara gömülmekten koruduğu için. Diğer kişi kültlerinden verdiğim örneklerin ardından, Nâzım ve Atatürk’le; Atatürk’ün nerelere kadar karıştığı, icabında ne talimatlar verdiğiyle; bu bağlamda, Atilla Oral’ın kitabıyla; sırf Atatürk’ün sansürlenmesinden söz edip, lider direktifiyle tarih yazdırtma sorununa değinmemenin (hattâ bunu onaylamanın) ne demek olduğuyla; ayrıca, talimat olmasa bile böyle içselleştirilmiş, bu denli naif bir “Atatürk sevgisi”yle tarih yazılıp yazılamayacağıyla; bir adım ötede, tarihsel bakımdan miadını çoktan doldurmuş bir elitin çöküş sürecinde yaşanan kültürel kırılmalar ortamında, Atatürkçülüğün yeni bir din haline gelip gelmediğiyle devam edeceğim.

Behramoğlu’dan yola çıktığıma göre, onun, Nâzım’ın başına örülen çorabın Tek Adam’dan veya Ebedî Şef’ten bağımsız olması gerektiği yolundaki imâsına döneyim. Bu, Atatürk’ün, Nâzım’ın Erkin gemisinin ayakyoluna ve sonra sintinesine kapatıldığından haberdar olmadığı demekse, eh, bu kadarı tartışılabilir kuşkusuz.

Bir adım daha gideyim. Atatürk, Kara Harp Okulu ve Donanma Komutanlığı dâvâlarının somut seyrinden –örneğin bazı kilit tanıkların, muhbir veya ajan-provokatörlerin ilk ifadelerini geri aldıklarından; Yavuz zırhlısında bazı sol kitaplar okunduğunun ortaya çıkması üzerine açılan ilk soruşturmayı yürüten Hâkim Teğmen Halûk Şehsuvaroğlu’nun, yargılamaya gerek olmadığı sonucuna vardığından; buna rağmen kurulan mahkemeye, söz konusu bütün yayınların serbestçe satıldığının bakanlıklarca da bildirildiğinden– de haberdar olmayabilir miydi ? Evet, bu ayrıntı düzeyinde buna da, pekâlâ mümkündür; somut olarak bilmiyoruz ama olabilir de, olmayabilir de, şeklinde cevap verebiliriz.

Fakat gelelim kilit meseleye; zurnanın zırt dediği yere.

(a) Yeni bir dünya savaşının adım adım gelmekte olduğunu (bizzat Atatürk dahil) pek çok insanın görebildiği o 1938 yılında, Tek Parti devleti ideolojik zapturaptı sıkılaştırmak için her türlü aykırı fikir, çevre ve kıpırtıyı ezip kırmızı çizgilerini daha kalın çizme çabasına girdiyse ve bu bağlamda faraza Mareşal Fevzi Çakmak, “özellikle orduya dokundurtmayız, orduya dokunmaya kalkanı normalden çok kötü yakarız” diye özetlenebilecek bir mesaj verme kararını aldıysa, bu stratejik vizyon ve yönelimin, (İsmet Paşa’nın da başbakanlıktan uzaklaştırılmış olduğu bir sırada) Atatürk’ün en azından onayı olmaksızın kararlaştırılmış ve yürürlüğe konmuş olması mümkün müdür ?

(b) Nâzım’ın ünü, Kara Harp Okulu ve Donanma dâvâlarının düzmece karakteri, o zaman dahi kamuoyunda uyandırdıkları şüphe ve ulaştıkları kötü şöhret, Atatürk’ün sağlığının ise 1938 yaz sonuna kadar çok ağırlaşmadığı gözönünde bulundurulduğunda –şüphesiz pek iyi tanıdığı, Salkım Söğüt ve Bahri Hazer şiirlerini kendi sesinden dinlerken dalıp gittiği– Nâzım Hikmet’in tutuklanıp yargılandığı ve eşi görülmedik derecede ağır hapis cezalarına çarptırıldığını bilmemesi mümkün müdür ?

Her iki soruya da hayır demek zorundayız. Shakespeare’in 94. Sone’sinin açılış dizesi geliyor aklıma. They that have power to hurt, and will do none (İsterse insanların canını yakabilecek [=her şeyi yapabilecek] kudrette, ama kıllarını kıpırdatmayan kişiler)... Şiirin sonunu da hatırlar mısınız peki ? Lilies that fester smell far worse than weeds (Çürüyen zambaklar yaban otlarından çok daha kötü kokar).


 

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums