- 18.06.2011 00:00
Atina’ya uçarken, Tülay’ın elinde bir Evliya Çelebi cildi. Okuyor, altını çiziyor, not alıyor. Bak, diyor, burası tam sana göre. Uluç Ali Reis ya da Kılıç Ali Paşa hakkında, hem komik hem düşündürücü bir bölümü gösteriyor.
Önce hatırlatalım; faraza internette nereye baksanız “büyük Türk denizcisi” olarak geçen Uluç Ali, diğer bazı “büyük Türk denizcileri” gibi, köken itibariyle Türk ve Müslüman değil. Herhalde “Osmanlı devletinin [resmî veya yarı resmî] hizmetinde bulundukları”nı söylemek daha doğru. Burada birleştirici olan, emperyal şemsiye. Resmî ile yarı resmî hizmetin karışımı (ya da ayrışmamışlığı) ise modernite öncesinin bir özelliği. Yasallık ile yasa dışılık arasında net bir sınır yok. Tersine, birinden diğerine geçişler ya da sürekli bir dolaşım söz konusu. Karada, bir gün haydut (veya eşkıya), ertesi gün paşa, üçüncü gün tekrar eşkıya olmak mümkün (nitekim Osmanlı devleti, 16.-17. yüzyıllardaki Celâlî isyanlarına karşı sürekli bu yönteme başvuruyor : bazı Celâlî reislerine valilik verip kendi yanına çekiyor ve diğerlerini ezmede kullanıyor). Denizlerde de aynı durum söz konusu : bazen korsanlar çeşitli vaatlerle devlet emrine alınıyor ve kriz atlatılınca gene korsanlığa dönüyor. Batıda da böyle (Francis Drake = Sir Francis Drake), doğuda da böyle (Hızır Reis = Barbaros Hayreddin Paşa).
Etnisite açısından baktığımızda, bu kategoride bir, küçük yaşta devşirilenler var (Macar asıllı Piyale Paşa gibi). İki, Akdeniz’de esir alınıp Osmanlı’da kalan ve İslâmiyeti kabul ederek tırmananlar var, ki 15. ve 16. yüzyıllarda bunların çoğu İtalyan asıllı oluyor. Cigalazâde (Cağaloğlu) Sinan Paşa (1545-1605), örneğin, İtalya’nın Cicala ailesinden gelme. Cerbe’de (1560) babasıyla birlikte esir düşüyor; sonra babası fidye karşılığı serbest bırakılırken kendisi geri gitmeyip enderundan yetişerek yükselmeyi tercih ediyor.
Bir yere kadar benzer şekilde, Uluç Ali de İtalya’nın güney ucundaki Calabria’da, bugün heykelinin olduğu Le Castella köyünde, 1500 dolayında doğuyor. Vaftiz adı Giovanni Dionigi Galeni. 20 yaşında, rivayete göre papaz olmak için Napoli’ye gideceği tutuyor. Gemiyle yola çıkıyor; Cezayirli Ali Ahmed Reis’in eline geçiyor (1520) ve bir süre forsalık yaptıktan sonra Müslüman olup o da Ali adını alıyor. Lâkâbını, mâlûm, Uluç koyuyorlar. Acaba ne demek ? İnternet gene uydurma dolu : “çok büyük, yüce; çok yüksek ve büyük olan şey.” Tabii bu, Lepanto bozgunundan sol cenahın bir kısmını kurtaran Ali Reisin, terfi ederken neden Uluç yerine Kılıç unvanını aldığını açıklayamıyor.
Nitekim ciddî sözlük ve tarihî kaynaklarda tam tersi gözleniyor. Ünlü Alman Arabisti Hans Wehr’in Arabisches Wörterbuch’unda (1952) ve İngilizcesinde, örneğin, ilc ve çoğulu uluc karşılığı (1) kâfir (infidel): (2) yarma, kaba kişi gibi karşılıklar verilmekte. Karahisarî’nin Ahterî-i Kebir’inde ise gene ilc ve uluc için (1) kervan; (2) vahşi himar (eşek) deniyor.
İdris Bostan, herhalde Osmanlı denizcilik tarihinin bugünkü en önemli ismi. Diyanet Vakfı’nın yeni İslâm Ansiklopedisi’ndeki Kılıç Ali Paşa maddesini de Prof. Bostan yazmış. Ve o da Karahisarî’ye ve Kâmus Tercümesi’ne dayanarak uluç’un Kuzey Afrika’da “Arap olmayan kâfir ve dinsiz” anlamına gelen bir lâkâp olarak kullanıldığını belirtiyor (cilt 25, 411a). İdris Bostan devamla, sözcüğün arşiv belgelerinde daha çok denizciler için “uluç ve müslüman sûretinde kâfirler” şeklinde kullanıldığını, “casusluk yapan hıristiyan denizci”leri ifade ettiğini kaydediyor.
Bütün bunlardan sonra, Evliya Çelebi’yi kapaktan kapağa bilen Robert Dankoff’un, Türkçeye Semih Tezcan’ın çevirdiği Evliya Çelebi Seyahatnamesi Okuma Sözlüğü’nde verdiği anlamlar da aşağı yukarı aynı : “kaba, köylü, yontulmamış” (âdi, kaba, bayağı) (s. 269). Bir adım ötede, anlıyoruz ki sözcük özellikle “iri yarı, kaba saba barbar”lar için kullanılıyor (İngilizcesinde a coarse, sturdy barbarian). Ve tam da söz etmek istediğim pasajın ilk cümlesini zikrediyor Dankoff : Kılıç Ali Paşa uluç âdemisi olmağile lisanı Fireng lehcesi imiş. Dahası, gene Evliya’dan “Frenk asıllı uluç taifesi” (Frengü’l-asl) ibaresini de ekliyor. Nereden bakarsak bakalım, aşikâr ki Akdeniz korsanları arasında ve Osmanlı pratiğinde uluç, İspanyolca converso sözcüğü gibi bir şey; İngilizce renegade karşılığı, Hıristiyanlıktan Müslümanlığa “dönen”lere uygulanıyor.
Bu da kuşkusuz bir başka geçiş kolaylığı; bir hanedan devletinden diğerine ve (kısmen de olsa) bir kültür dairesinden diğerine, henüz milliyetçiliği tanımayan bir dünyada. Fakat şimdi gelelim asıl meseleye : acaba böyle kimlik değişimleri, ne kadar derine iniyor ? İşte Evliya’nın hikâyesi bu noktada önemli. Machiel Kiel’in 1959’da ilk tanıdığı “Yunan” köyünün gizli tarihi, beni hemen, daha bir gün önce uçakta okuduğum sayfalara gönderiyor.
Yorum Yap